Hikmet Kıvılcımlı – Cennet Nedir?

PDF İzle & KaydetYazdır

Bu makale, Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü arşivlerinin 76 numaralı dosyasında yer almakta.

“CENNET” SÖZCÜĞÜ NEREDEN GELİR?

Bütün dinlerde “CENNET” demek: Tanrıya inanmışlar için, uçsuz, bucaksız mutluluğun, hazzın, şehvetin (Latince: “Deliciac”nin) en yücesine (Latince: “Beatus” kertesine) erişilecek yer demektir.

Bu deyimleme: Cennetin moral ve soyut kavranışıdır. Cennet sözcüğünün bir de objektif ve somut anlamı vardır. Cennetin Hristiyanlık kültüründeki karşılığı “PARADİS” sözcüğü, Grekçe: “Paradeisos: Bahçe” anlamlı sözcükten çıkar. İslam kültüründe “Paradeisos” sözcüğü tümüyle tercüme edilmiştir:

El-Cenne“: “Bahçe ve bostan ve kimine göre bostan içinde yetişmiş ağaçları olsa ana Cennet derler; eğer üzüm ağaçları olsa ana Firdevs derler. (Mustafa bin Şemsüddin el-Karahisari, Ahter-i Kebir, İstanbul 1900)

Grekçe’den gelme “Paradis” sözcüğü, İsa dini olan Hıristiyanlığa, “Ancien Testament” (Eski Ahit)ten, İsa’dan Önceki kutsal Semitçe kitaplardan aktarılmıştır. Bugün Hıristiyanlığın “BİBLE” (Grekçe: “Biblim: Kitap, mükemmel kitap”tan) adı ile anılan kutsal kitabı, biri ESKİ, öbürü YENİ olmak üzere iki “Testament: Ahit’i bir araya toplar. Testament, Grekçe “Diatekes”, sözcüğünün, Latince “testament” sözcüğü ile olduğu gibi çevrilmesidir. Anlamı, açıkça, “Alliance: İttifak, Ahit”tir. Kutsal gelenekçe: Tanrının ulusu ve peygamberi ile sözleşmesi, ahitleşmesi demektir. Bütün kutsal kitaplar gibi Tevrat’ta da, Allah’la kulların ahitleşmeleri
sık sık görülür.

Abram doksan dokuz yaşına gelince, Ezeli (Yahve), Abrama göründü. Ve ona dedi: “Ben tüm güreli Tanrıyım. Yüzüm önünde yürü ve doğru ol. Seninle benim aramda ahit kuracağım ve seni sonsuz çoğaltacağım.” (Genese, 17/1 – 2 LA SAINTE BIBLE, Par Louis Segond, Paris 1962)

“Seninle ve senden sonraki torunlarınla, kuşaklarına göre, aramda ahdimi kuracağım. Bu ebedi bir sözleşme olacaktır. Bu ahit gereğince ben senin ve senden sonraki dölünün Tanrısı olacağım.” (Genese, 17/7)

Ey İsrail oğulları! Size sunduğum nimetlerimi, AHD’imi yerine getirin ki, bende AHD’imi yerine getireyim.” (Allah’ın, Kur’anı Kerim’de Muhammet Peygambere karşı direnen Yahudilere eski Ahdi anıltışı). (Bakara Suresi, 40. Ayet)

İskenderiye’de ünlü Deniz fenerini yaptıran Ptolemee II.Philadelphe, İ.Ö. (İsadan önce) 283-246 yılları, Eski Testament’i (Tevrat’ı), 72 İbrani bilgininin eliyle Grekçe’ye (Yunanca’ya) çevirtti. Bütün Batı dillerine yaygın, “PARADİS” sözcüğünün, tercüme edildiği İbranice aslına ne denli uygun düşeceği bunda anlaşılabilir.

Böylece Musa ve İsa dinlerindeki (Yahudilik ve Hıristiyanlık’taki) Cennet anlamının aynı İBRANİCE sözcük olduğu ikircilik götürmez.

Müslümanlığın Arapça “CENNET” sözcüğü nereden gelir?

Arapların da İbraniler gibi Semitti (Sam oğulları) ırkından geldikleri bir yana, İslam dini, bütün ana prensiplerini doğrudan doğruya İbrahim Peygamberden aldığını saklamadı. Buna en değerli
belge Kur’an’dır.

Onlar: Yahudi (Musa dininden) ve Nasrani (İsa dininden) olun, hidayet bulursunuz’ dediler. Sen onlara de ki: “Hayır biz temiz tek tanrıcı (muvahhid-i pâk) olan İbrahim dinine uymuşuzdur. İbrahim çoktanrılıktan (müşriklerden) değildir.” (Bakara Suresi, 135. Ayet)

Muhammed yalvaca, Musa ve İsa’nın tek tanrılı dinleri dururken, yeni bir İslam dini kurmaya niçin kalkıştığı çok sorulmuş olacak. Kuran durmadan karşılık verir.

“Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbah, Yahudi veya Nasrani mi idiler dersiniz?” (Bakara Suresi, 140. Ayet)

İbrahim, ne Yahudidir, ne Nasranidir, ama temiz tektanrıcı bir MÜSLÜM’dür.” (Al-i İmran Suresi, 67. Ayet)

İslamlık kendisine kaynak bildiği İbrahim geleneğinin, Tevrat ve İncil’den daha ilk ve orijinal olduğunu Yahudi ve Hristiyanlara muştular:

Ey Kitaplılar! İbrahim hakkında niye çene çalıp duruyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak İbrahim’den sonra indirilmiştir. Hala buna akıl erdiremiyorsunuz…” (Al-i İmran Suresi, 65. Ayet)

Kur’an, İbrahim’den sonraki katmaları, yazma, bozmaları hep kuşkuyla, hatta paylayarak karşılar:

Kitabı elleriyle yazıp da, karşılığında onu biraz pahayla satmak için: ‘Bu Allah tarafındandır’, diyenlerin vay haline!” (Bakara Suresi, 136 Ayet)

Yahudilik ve Hristiyanlık, çokça alış veriş yaptığı çökkün Mısır ve Irak, daha sonra Grek ve Roma medeniyetlerinin aşırı soysuzlaşmalarına bulaşmıştı. İslamlık, en basit çöl bedevisi İbrahimin İbrani geleneğini, içinde doğduğu Arabistan toplumlarının yapısına daha uygun buldu. Allah o ilk, saf geleneği tapşırıyordu:

“Biz İbrahim’e ondan önce iyilik (hayır) ve düzeltim (salah) yolunu vermiştik. Onun buna yeterli (ehil) olduğunu biliyorduk.” (Enbiya Suresi, 51. Ayet)

Muhammed dininin hemen bütün ekonomik (Zekat, vs.) ve sosyal (Namaz, vs.) davranışları İbrahim geleneğine dayanıyordu:

“Onları (İbrahim vs. yalvaçları) buyruğumuzla yola getirici kıldık; onlara iyilik işlerinde bulunmayı, Namazı dosdoğru kılmayı, zekat vermeyi vahyettik.” (Enbiya Suresi, 73. Ayet)

İslamlığın çıkmak üzere bulunduğu günlerde, Musa ve İsa dinlerinin çoktan içine düştükleri çıkmaza karşı da çıkacak yeni bir gidiş aranıyordu. Musa dini İsrail ülkesinde, İsa dini Bizans İmparatorluğunda, ununu elemiş, eleğini asmıştı. 7. yüzyıl başlarında en işlek Cihan Ticaret yolunun Hicaz’dan geçişi, öylesine yaman bir gelişim yaratmıştı ki, “Hanef” adını alan kişiler, adım başına hep o yeni yolu seçmeye çalışıyorlardı. Mekke ve Medine KENT (Cite)’leri o zamanki yeryüzünün en büyük kervan konakları olmuşlardı. Kur’an “Liîlâfi Kurayşin, îlâfihim rihleteş şitâi vessayf: Kureyş binleri, yaz kış kervan göçüren binler” diyordu. Bu
kervan göçü ve medeniyetler arası evrensel alışverişin rolüne en uygun gelenek, İbrahim peygamberinkiydi:

“Terah, oğlu İbrahim’i, torunu ve Haran’ın oğlu Lot’u ve oğlunun karısı olan gelini Sare’yi aldı. Birlikte Keldan’daki Ur’dan çıktılar. Ken’an ülkesine geldiler.” (Genese, 11/31)

“İbrahim, güneye doğru ilerliyerek yoluna devam etti.” (Genese, 12/9)

“Ülkede bir kıtlık oldu; ve İbrahim oturmak üzere Mısır’a indi.” (Genese, 12/10)

“İbrahim koyunlar, öküzler, eşekler, er hizmetçiler ve kadın hizmetçiler, kancık eşekler ve develer aldı.” (Genese, 12/16)

Abram Mısır’a, güneye doğru çıktı; karısı, kendisinin olan her şey ve Lot ile birlikte.” (Genese, 13/1)

Abram sürüce, gümüşçe, altınca pek zengin olmuştu. Gidişini güneyden Bethel’e dek, ilkin çadırının bulunduğu yere, Bethel ile Ay arasına dek yöneltti.” (Genese, 12/2 – 3)

Bu sosyal ve tarihsel parelellik Hicaz yollarında herkesi İbrahim geleneğine itiyordu:

“Bir çok rivayetlere göre Mekke ve Medine ahalisinden bir çokları, Hazreti İbrahim’in dinini yenilemeye kavuşturacak bir Yenilikçi (Müceddit)nin ortaya çıkmasına yaklaşıldığını söyleyerek Hz. İbrahim’in dinini arıyorlar idi.” (A. R., Genel Tarih, cilt 5, s.149)

“Welhausen, Allah sözcüğünün eskiden çeşitli tanrılıklara verildiği, sonraları Zat’ı Ecell’i Tealaye ait bir öz ad (has isim) olarak kullanıldığı sonucuna varıyor.” (A. R., Genel Tarih, cilt 5, s.14 )

Hatta, “İSLAM” sözcüğü, İbrahim’in kendisine tabi olmak anlamına geldi. Al-i İmran suresinin 67. ayetinde:

İbrahim’ü kane haniyfen, müsliman İbrahim.. HANİF (eğrilikten dönmüş) ve MÜSLİM (yaramazlıktan ırak, uysal, alçak gönüllü) idi.“denilişi de bunu gösterir.

Arabistan, hele Hicaz halkı, en eski çağlardan beri büyük kervancı İsmail oğullarından olmakla tanınır. Yakup oğulları, babalarından kıskandıkları Yusuf’u satmak istedikleri vakit, İsmailleri gördüler:

Gözlerini kaldırınca, Galaad’dan gelen bir İsmailliler kervanını gördüler; onların develeri, Mısır’a taşımakta oldukları ıtırlar, balsam ve mirsafi yüklü idi.” (Genese 37/20)

İsmail, Tevrat’a göre İbrahim’in Mısırlı cariyesi (“servante”: hizmetçi kadını) olan Hacer’den doğar. Mısır, Kadim Yunanistan’da Delf tapınağını kurmak için, Greklerin içine, siyah kadın misyonerler göndermişti. Hacer de, Hicaz’a ulaşmış öyle misyoner bir kadındır. İlk Kabe yerine kurduğu çardakta İsmail’i doğurdu. Semit geleneği Hacer’i İbrahim’e bağlıyor. Sonra, İbrahim’in öz karısı Sare’nin şerrinden çöle kaçmış gösteriyor:

Sare Hacer’i hırpaladı ve Hacer ondan uzağa kaçtı. Ezeli’nin meleği, Hacer’i çöldeki bir su kaynağı yanında, Schur yolu üzerindeki kaynağın yanında buldu… Ezeli’nin meleği ona dedi: İşte sen gebesin ve sen bir oğul doğuracaksın, o çocuğa İsmail adını vereceksin… İsmail bir yaban eşeği gibi olacaktır. Onun eli herkese karşı olacak ve herkesin eli ona karşı olacaktır. Ve o bütün erkardeşlerinin karşısında oturacaktır. Hacer, kendisiyle konuşmuş olan Ezeli’ye, “Atta-El-Roy” (Acep gördüm mü?) adını verdi; çünkü Hacer: O beni gördükten sonra, acaba ben bir şey gördüm mü? dedi. Onun için bu kuyulara “Lasay roy: Bir şey görmedim” kuyuları denildi. Bu kuyu Kadeş ile Bared arasındadır.” (Genese, 116/6 – 7 – 11 – 12 – 13 – 14)

Kadeş, Lut gölü ile Akabe körfezi arasındaki mesafenin orta yerine düşer. Sonradan “Abram” nasıl “Abraham” olacaksa, öylece ilkin “Saray” iken sonra “Sare” olan Sare, İbrahim’in hem karısı, hem kızkardeşi durumundadır. Sare, ilkin Mısır’da Firavun’un, sonra Kenan ülkesine dönünce Abi Melik’in koynuna girecektir. Hacer’i İbrahim’in koynuna sokan da o Sare’dir. Sare’nin kıskançlık çıkarması, bu gerçekler önünde, geleneğin İsmail’i İbrahim’e teyellemek ihtiyacından doğmuşa benziyor. Gene de, Tevrat Hacer’i tek başına çöle kaçırtıyor; ve Kadeş’ten pek aşağılara indirtmiyor.

İslam geleneği bu kadarla yetinmiyor. İbrahim, İsmail doğduktan sonra, Haceri oğluyla alıp, eliyle ta Mekke’ye dek getiriyor:

İbrahim Hacer’i tesarruf eyledi. Gebe olup, İsmail aleyhisselam doğdu… Hacer’le İsmail’i taş yanına (Mevzi’i Hacer’e) iletip indirdi. Ve evin yeri (“Mevzi’i Beyt”: Kabe’nin kurulacağı yer) bir kızıltepe idi.” (“Tarih-i Mekke-i Mükerreme” Bezmialem Sultan Yazması, s.9)

Bütün ayrıntılar gösteriyor ki, Hristiyanlıkta olduğu gibi, İslamlıkta da başlıca ilkeler: Genellikle Semit barbarların, özellikle İbrahim adına bağlanmış bulunan İbrani’lerin geleneklerinden çıkar. Dolayısıyla, her kutsal kavram ve eylem gibi Cennet sözcüğünün de, tek doğru aslı İbranice’den alınmadır. İlk İbranice’yle yazılı kılığa giren Tevrat geleneğinin, “Tekvin” bölümü şöyle der:

Ezeli Tanrı (Yahve) Edende bir bahçe ağaçlandırdı.” (Genese, 2/7)

Cennet, Fransızca’ya ,”Jardin d’Eden”, Almanca’ya “Edensche Garten” diye çevrilen o “Eden’deki Bahçe”dir. İbranice’de “EDEN” sözcüğü “Fruchtland: Meyva ülkesi”dir. (Das Kluge Alphabet, Berlin 1935, cilt: 5, s.72)

Cennet sözcüğünün harfi harfine karşılığı: “Meyva ülkesinde bahçe” demektir.

İsa’ya adanan “İNCİL”, yalnız İsa’nın başından geçenlerle doludur. Ahiret ve Cennet üzerine, Eski Testament’te (Tevrat’ta) yazılanlar olduğu gibi benimsenmekle yetinilir. Bugün Hıristiyanlığın kutsal kitabı: Hem İncil’i, hem Tevrat’ı rahatlıkla içine alan “BIBLE” adıyla ellerde dolaşır. Hristiyan Cenneti, Tevrat’ın “Eden Bahçesi”nden başkası olamaz.

İslam Cenneti’nin, aynı Tevrat’taki “EDEN” olduğunu, en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıkça ortaya koyan ve bu gerçeği, yedi Sure’de yedi kere tekrarlayan en büyük belge Kur’an-ı Kerim’dir.

“Aden cennetlerinde, temiz pak barınaklar adamıştır.” (Tövbe Suresi, 72. Ayet)
“Aden Cennetleri de vardır.” (Ra’d Suresi, 24. Ayet)
“Aden Cennetleri altında ırmaklar akar.” (Kehf Suresi, 31. Ayet)
“Adadığı Aden Cennetleridir.” (Meryem Suresi, 61. Ayet)
“Aden Cennetleri vardır.” (Taha Suresi, 74. Ayet)
“Aden Cennetlerine girecekler.” (Fatır Suresi, 33. Ayet)
“O da, Aden Cennetleridir.” (Sad Suresi, 50. Ayet)

Tevrat’taki ibranice “EDEN”, Arapça Kur’an’da: (ayın ile) “ADEN” diye söylenir. Tevrat’ta “Eden Bahçesi” bir tektir; Kur’an da birden çok “Aden Cennetleri” vardır.

CENNET NEDİR?

Musa ve İsa dinindeki Cennet, geçmişte yitirilmiş bir ideal yer gibi kalır. Muhammed dininde Cennet, gelecekte kazanılacak ülkü ülkesi olur. Kur’an’ın Cenneti anlatışı yüzde yüz pratik amaçlar güder. 113 suresinden 61’inde Cennet tam 99 kere anılır. Bu anılışların hepsi, Cenneti imrenilecek yer olarak göstermekle yetinir.

Tevrat’taki tek Cennete karşılık, Kur’an’da Cennet sınıflanmıştır. Kimisi “En yüksek Cennet” (Mü’min Suresi, 8-9. Ayet)’tir, kimisi daha alçaktadır. “Bu iki Cennetten başka iki Cennet daha vardır.” (Rahman Suresi, 62. Ayet)

Bu da, İbrahim zamanındaki sınıfsız toplum (Orta Barbarlık Konağı) için bir tek Cennet yettiği halde, İslamlıkta, Mekke ve Medine (Yukarı Barbarlık Konağı) Kentlerinden Medeniyete (Sınıflı Topluma) geçilirken, Cennetin de birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü “MEVKİ”lere ayrılması gerektiğini belirtir.

Hangi mevkii olursa olsun, Cennetlerin hepsinde aynı tema ve nitelik durmaksızın işlenir:

Cennetin niteliği şudur: Altından ırmaklar akar. Yiyecekleri de gölgeleri de bitmez, tükenmezdir.” (Ra’d Suresi, 23-24. Ayet)

Orada (insanlar) tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle bezenecekler, ince dibadan yeşil elbiseler giyeceklerdir.” (Kehf Suresi, 31. Ayet)

Onların giydikleri ipektendir.” (Hac Suresi, 23. Ayet)

İncilerle süsleneceklerdir.” (Fatır Suresi, 31. Ayet)

(Cennettekiler) “lezzet içindedirler… Gölgeler altında tahtlara yan gelirler.” (Yasin Suresi, 55. Ayet)

Pınarlardan dolu kadehlerle dolaşacaklar… Şarap dup duru… Sarhoş da olmayacaklar. Yanlarında yalnız güzel gözlü vardır. Onlar sanki örtülü bir devekuşu yumurtadırlar. (Saffat Suresi, 41-49. Ayet)

Yanlarında gözlerini dikmiş yaşıt kızlar vardır.” (Sad Suresi, 49-52. Ayet)

“Birbiri üzerine yapılmış çardaklar altından ırmaklar akar.” (Zümer Suresi, 20. Ayet)

“Altın tabaklar ve tepsiler içinde… pek çok mevyalar…” (Zuhruf Suresi, 71. Ayet)

“Pınarlar çevresinde ince atlaslar, sırmalı kuşaklar giyecekler… Kendilerine ahu gözlü, ak yüzlü kadınları da yoldaş yapacağız.” (Duhan Suresi, 51-57. Ayet)

(Cennettekiler) İlk ölümden başka ölüm acısı tatmayacaklar.” (Duhan Suresi, 51-57. Ayet)

Adanan Cennetin niteliği şudur: Orada bozulmamış su ırmakları, tadı değişmemiş süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları… her çeşit meyvalar… yarlığanma vardır.” (Muhammed Suresi, 15. Ayet)

Dokunulmamış kadınlar… Yakut, Mercan…” (Rahman Suresi, 137. Ayet)

Onlar koyu yeşil renkte karamtraktır.” (Rahman Suresi, 62 – 138. Ayet)

Hurma, nar…” Güzel huylu ve güzel yüzlü kadınlar, çadırlar içinde, perde ardında huriler vardır.””Yeşilyastıklara yaslanırlar.” (Rahman Suresi, 66, 70, 74 – 76. Ayet)

Altından örülmüş taht… Hep taze kalan çocuklar… Bir kaynaktan halis şarap dolu sürahiler, ibrikler, bardaklar… Kuş eti… İnci gibi, kara gözlü hüriler. Dikensiz Arabistan kirazı ağacı… Kat kat yüksek yataklar.” (Vakıa Suresi, 27 – 40. Ayet)

Kimi yüzler ter-ü taze olacak.” (Kıyamet Suresi, 22 – 25. Ayet)

“Ne güneş ne de sert soğuk görmeyecekler. Gümüşten şeffaf kaplar, sürahiler, selsebil adlı zencefil katılmış şarap… Her yerde taze çocuklar dolaşacaklar. Onları gördüğün zaman saçılmış inci gibi sanacaksın… Üzerlerinde ince ve kalın dibadan yeşil giysiler gümüşten bilezikler…” (İnsan Suresi, 19-20. Ayet)

İşte Kur’an’ı Kerim’de Cennet üzerine anlatılanlar bunlardır. Bu Cennet Bahçeleri yerde midir, gökte midir? Kur’an’da kesin hiç bir açıklama yapılmaz. Yalnız üç yerde şu üç gerçek belirtiliyor:

1- Cennet düzova değil, yayla gibi yüksek bir yerdir: “Mey vatan yakın olan yüksek bir Cennet…” (Hakka Suresi, 22. Ayet) denir.

2- Bu yükseklik göğün altındadır: “Onlara melekler inecekler.” (Fussulet Suresi, 30-32. Ayet) ayetinden bu anlaşılıyor.

3- Cennetin yeri bildiğimiz topraktır: “Cennete bölük bölük gönderildiler ve dediler: Hamdolsun Tanrı adadığını yerine getirdi ve bizi (Cennetin) toprağına mirasçı kıldı.” (Zumer Suresi, 73-139. Ayet)

Bu üç belirtiş, İslam ana kitabı Kur’anın, İbrani geleneğine ne kadar dürüstçe uyduğunu, Cenneti Tevrat’ta olduğundan başka türlü bir yer saymaya kalkışmadığını ortaya koyar. Yalnız o yeri, kendi çağının insanlarına daha çekici ayrıntılarla bezer.

O gelenek saygısı, Hıristiyan kilisesinde titizliğini yitirir. Tevrat’ın Ptolemee çağında İbranice’den Grekçe’ye çevrilen “Version des Septante“ı (Yetmişlerin metni) bile, İ.S. (İsa’dan sonra) 383 yılları Saint Jerome’un rötuşundan geçerek, Katolikliğin resmen öne sürdüğü “Vulgate” Tevrat biçime sokulmuştur. Yapılan haksız değişiklikler yüzünden, İsraillilerle Protestanlar Tevrat’ın “vulgate” çevirisini “apochryphe”: örtülü (aslına uygunsuz) bulurlar. Bununla birlikte, o “apokrif” metin dahi, Cennetin aslını açıklamakta oldukça aydınlıktır. Tevrat’ın Cennet tarifi, kısa ve özlüdür.

Ezeli tanrı (Tanrı Yahve), yerden, görülmesi hoş ve güzelce yenilecek her çeşit ağaçlar bitirdi“, (Genese 2/9) “Eden’den bir ırmak çıkıyordu ve oradan dört kola ayrılıyordu.” (Genese 2/10)

Kur’an, şiirli bezeyişleri dışında, Cenneti, her ağıza aldıkça, mutlaka Tevrat’ın o kestirme Özdeyişini:

Cennâtin tecrî min tahtihel enhâr: Altından ırmaklar akan Cennetler” lied-motifiyle değişmez klişe olarak hiç bıkmaksızın tekrarlar durur:

Altlarında ırmaklar akan Cennetler vardır.” “Gökler ve Yer kadar geniş olan Cennete çabuk olun!” “Altından ırmaklar akıp, daim kalacakları cennetine.” (Al-i İmran Suresi, 15, 133, 136. Ayet)

En kısa karşılaştırma, Cennet’in sözcüğü gibi niteliği de, hiç değilse Yakındoğu dinlerinde, hep Semit geleneklerini yazılı biçime aktarmış olan Tevrat’a, yahut doğrudan doğruya ağızdan aktarılmış mitolojiye dayandığını belli eder.

Homeros ve Hezyod’un mitolojileri: Yukarı Barbarlık konağını henüz yaşamamış olan Grek KENT (Cite)lerinin, nisbeten pek uzaktan ve dolayısıyla etkisi altında kaldıkları Irak-Mısır ana medeniyetleri ile olan ilişkilerini taslaklaştırır. Tevrat “Pentateuque”ü (Musa’nın beş kitabı): Henüz Orta Barbarlık Konağını aşamamış Semit Göçebelerinin pek yakından ve doğrudan doğruya etkisi altında kaldıkları Irak-Mısır ana medeniyetleriyle olan ilişkilerini anlatır.

Hıristiyanlığın dört İncil’i, Grek ve Roma medeniyetlerinin tarihcil mahşeri içinde, çöküş Cehennemiyle bunalmaktan, Cenneti düşünmeye vakit bulamaz. Kur’an İbrani geleneklerinden binlerce yıl sonra, kanıksanmış medeniyetlerin kutsal yazılar içine işledikleri bir çağda geldiği için, Cennetin objektif gerçekliğinden çok, prozelitizme (inanç propagandasına) daha elverişli düşen sübjektif çekiciliği üzerinde durmuştur.

O yüzden, Cennet konusunda biricik öz belge Tevrat’tır-. Testament’te kalabilmiş izler üzerine basa basa, Cennetin yoluna ve gerçekliğine ulaşılabilinir.

Eski Testament, “Eden bahçesi”nin yeryüzündeki semtini en ufak bir mistifikasyona kaçmaksızın, düpedüz ve açık seçik söyler:

Sonra Ezeli Tanrı (İbranicesi: Tanrı-Yahve) doğu yanında, Eden’de bir bahçe ağaçlandırdı ve oraya biçimlendirdiği insanı koydu.” “Bahçenin ortasında Hayat Ağacı ile Hayır ve Şer Bilgisi Ağacı vardı.” (Genese 2/8-9) İbrahim, Irak ile Mısır arasında dolaştığına göre, onun için “DOĞU”: Kharkhar dağlarıyla Ararat dağı arasında bir yerdir.

Bu yer neresi olabilir? Tevrat, onu da şaşılacak kadar net bir coğrafya sınırı olarak, çizer. Bu sınır, Eden Bahçesini sulamak üzere çıkan ırmağın dört kolu arasında bulunur. Dört ırmak ise, ikirciliğe
yer bırakmayacak adları ile bugün de herkesin tanıdığı yeryüzü akarsularıdır:

Birinci ırmağın adı Pishon’dur: Bu altın bulunan Havila ülkesinin tümünü kuşatan ırmaktır. O ülkenin altını saftır, orada bdellium onix (yeşim yakut) taşı da bulunur. İkinci ırmağın adı Guihondur; o bütün Gush ülkesini saran ırmaktır. Üçüncü ırmağın adı Hiddekel’dir: Bu Asurya’nın doğusuna akan ırmaktır. Dördüncü Irmak, Fırat’tır.” (Genese 2/11 – 14)

Barbar geleneği, sonra medenileşecek (yalancılaşacak) döllerin neler katabileceğini hiç düşünmeksizin bu kadar açık konuşur. Karanlık ilkçağ ve Ortaçağ insanlarını bir yana bırakalım, bugüne dek nice bilginlerin gözünü kırpmadan söylenmiş ve esirgenmemiş iliklerine kadar doğru Barbar sözüne inanmamakta direnişleri ibret alınacak bakarkörlüklerdendir. Örneğin, İspanya Kralının 14. yüzyıl başında (1403 yılı) Timurleng’e yolladığı elçi-casus Ruy Gonzales de Claviho’nun anılarını aktaran Victor Chklovski, kendinden pek emin olarak şunları yazar:

Arzingan (Erzincan) şehri, Fırat ırmağına yakın bir düz ovada yapılmıştı. Claviho, hiç tökezlemeksizin der ki: Fırat cennetten kaynak alıp çıkmış ırmaklardan birisidir.” (V. Chklovski, Le Voyace De Marco Polo, s. 94, Paris 1939)

Evet: Fırat’ın Cennetten çıktığını söylerken tökezleyecek ne var? Claviho’nun sözü şunu gösteriyor ki: İsa’dan binlerce yıl önce olduğu gibi, bin beşyüz yıl sonraları da, Fırat, Cennetten kaynak alan bir ırmak sayılmaktadır. Bugün Anayasası Tevrat ve İncile dayanamayan Sovyet ülkesinden bir bilgin çıkıyor:

1- Erzincan Kadim Kentini bir “ŞEHİR” sanıyor. (Kadim “KENT” ile, sonraki “ŞEHİR” arasındaki derin sosyal ve tarihsel farkı, hatta zıddiyeti önemsemiyor. Tarih kimyası henüz böylesine bir “Simya” bilimi durumundadır!)

2- O tersine Tarih kavrayışı, Fırat’ın Cennetten çıktığını belirten geleneğe inanmamak için, Cennetin mutlaka gökte bulunduğuna katlanıveriyor!

Yukarıki ırmak adlarına göre, Cennetin yerini bulmak güç olmasa gerektir. Fr. Delitzsch (Wo Lag das Paradies, 1881) eserinde Cenneti Irak’ın hemen doğusuna koyar.

M. Delitzch Cihon ile Pishon’u, Babil’in Shatt-en Nü ve Pallcopas adlı başlıca kanalları olarak kabul eder. Kendisi, Eden (Assur Edionou) deyince, bunun Ana ve Tekrit’ten Acem Körfezine dek uzanan Mezopotamya kısmı olduğunu seve seve belirtir.” (Oppert’in Göttingische Gelehrte anzegien, 1881, s. 801-851 eserindeki tenkite bakıla, G. Maspero, Histoire Ancienne Des Peoples De l’Orient, 1893, s. 145)

Cennetin Irak toprağında olması bütün tarihsel ve sosyal niteliklere uymadığı gibi, Delithzsch’in ırmak adlarında yanılmasından da belli olmuştur. Delitzsch’ten 33 yıl önce, pek dindarca disiplinle bir Tarihsel Coğrafya Atlası yayınlayan Houze, Cennetin yerini (“Eden”i) tam bugünkü Türkiye’nin Van gölü çevresine yerleştirmiştir. (A.Houze, Atlas Üniversel Historiqu at Geographique, Fransa Üniversitesinin büyük üstadı “Üniversite Konseyinde müzakerelerde bu eser üzerine olan raporu dinleyip, eseri kabul etti. 1 Haziran 1949” vs. kaydıyla)

Tevrat’ın tek cümlesinden başka hiç bir izahat vermeyerek, yalnız Harita üzerinde Eden’in yerini yeşille boyamakla yetinen Houze, 20. yüzyılın bilimsel araştırmalarıyla haklı çıkmıştır.

Dicle’nin ilk adı “İdigna” yahut “İdignou” idi. Semitler “İdigia”ya çevirdiler. Zamanla, sözcük “İdiglat”tan “Dikkaf’a döndü. İbranice’de “Hiddegel” oldu. Persler Dicle’ye “Ok” anlamına gelen “Tiygr” adını verdilerse de, Araplarda ırmağın ilk Semitçesi, “Dicla” olarak yaşadı.

Dicle için, A.Parrot: “Doğudan Asurya’ya akar”. (Andre Parrot, “Sumer” s. 38, Paris 1960) Diye tercüme yapar. Louis Segond’un, İbranice’den tercümesinde ise: “Doğudan Asrya’ya akar” (Louis Segond, La Sainte Bible, 2/14, Paris 1962) denir.

Fırat adı, Akkadca “Ulu Irmak”, yahut “Yüksek Kıyılı Irmak” anlamına gelen: Prahunu iken, Kaldeenler’de “Purat”, sonra, “Paratou” oldu. (C. P. Tiele, “Histoire Comparee des Ancienne Religions de l’Egypte et Des Peoples Semitiques“, s. 152, 157 Paris 1882). Cennetin Fırat ve Dicle ile münasebeti kimsece çürütülemez.

“Guihon” yahut “Gehon” Hazer denizine dökülen ARAS ırmağıdır. Tevrat’a göre, bu ırmağın “sarıp çevrelediği GUSCH” ülkesi: Ermenistan kuzeyindeki Gökçeçoban gölü ile, Azerbaycan güneyindeki Rumiye gölü arasındaki bölgedir. Houze atlasında bu yere “CHUS” adı verilir. (A. Houze, Atlas Carte no:1)

“Pishon” yahut “Pichon”, Eden Bahçesi’nden Semit geleneğinin çıkarttığı birinci ırmaktır. Fırat-Dicle-Aras ırmaklarının kaynak aldıkları bölgede çıkan Çoruh ırmağının adı tutmuyor. Batum’un kuzeyinde Karadeniz’e dökülen “Phasis, yahut “Phison” ırmağının adı “Pichon”u tutuyor. Kaynağı Kafkaslarda…

Tevrat’taki Pichon ırmağının: Saf altın, bdellum, yakut, yeşim bulunan “Havila” ülkesini “sarıp çevrelediği” yazıldığına göre, o değerli maden ve taşların Kafkas gibi sayılı bir dağda bulunacağı anlaşılabilir. Limet, Irak medeniyetinin Bakırı nerde bulduğunu ararken, şunu yazar: “Meluha, gerçeğe çok yakın olarak Necit yüksekliklerini, belki eski eski Bible’nin Havilah’ını temsil etse gerektir.” (Henri Limet, “Le Travail du Metal au pays de Sümer au temps de la IIl’eme Dynastie D’ur“, s. 92 Paris 1960)

Bu kanıya uyulsa, Cenneti Arabistan çölünün ortasına getirmek icap eder. Bu ise, gene Tevrat’ın tariflerine hiç sığmaz. “Havillah”ı Güney Kafkas eteklerine yerleştirmek, her bakımdan Cennet çevresinin niteliklerine uyar.

British Museum’da saklanan ve İ.Ö. 3 bininci yıllar ortasına ait olduğu bilinen “Cylindre de Tentation: İğfal Silindiri” adlı mühür Irak medeniyetinin örnek belgesidir. Bu mührün üstüne Adem’in kandırılış sahnesi işlenmiştir: Ortada dokunulması yasak edilen ağaç; iki yanında iskemlesi kareler üstüne karşılıklı ilişmiş “Adem” ile “Havva”; kadının arkasında kandırıcı şeytan yılan havaya doğru yükselmiştir… A. Parrot diyor ki:

“Tartışmayı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu 3. bin yılının şekilleştirmesi her hal ve kârda Mezopotamya (Irak) dünyasına tamamiyle uygundur.” “Orada insanlar, gölgelikler altında, alanlarını -hiç de korkunç veya tehlikeli görünmeyen-, hayvanlarla, kuşlarla paylaşarak, tanrılarla arkadaşça yaşarlar” ( A. Parrot, Sümer, s.38)

Arkeoloji buluşlarının son sözü gibi ileriye sunulan bu görüş, 1960 yılında bile, Öntarihle Tarih arasındaki ilişkinin ne kadar az kavranıldığını bir kere daha ispat eder. Çünkü:

1- “İmrenç Silindiri” (İğfal silindiri) elbet Irak’ta yapılmıştır. Ancak o silindirde anlatılan sahne, Irak’ta geçmiş olamaz. Irak türlü meyvalarla dolu Eden ağaçlığı değil, tüm çöl ortamıdır. Irak’ta ne dağ, ne de geleneğin anlattığı madenler ve taşlar (altın, yakut, yeşim) bulunur. Demek Sosyal ve Tarihsel ekonomiyi belirlendiren COĞRAFYA gerçeği, “iğfal” sahnesini ister istemez Irak dışında bırakır-.

2- İnsanlarla hayvanların ve Allahların arkadaş olmaları da, ne hayvanların o zaman tehlikesiz bulunmaları gibi bir “tabiat” olayıdır, ne de şakaya gelecek kadar önemsizdir. M.Parrot’nun takıldığı “hayvanlar”: Tabii değil, sosyal hayvanlardır. Toplum içinde ilk cinsel yasakların yaratığı sosyal bölünmelerin TOTEM’leri kadar ciddi sembollerdir. Onun için, hepsi aynı toplum yaratığı olan Allahlarla, insanlar ve hayvanlar öylesine senli benli, içli dışlı yaşarlar. Medeniyet (Sümer’ler) o Totemli Barbar toplumlarını Irak’ta bire dek yok etmekle yayılmıştır-. Aynı olay daha sonra Mısır’da tekerrür edecektir.

Bu olayı öğrenmek için, son arkeoloji buluşlarını beklemeye bile pek hacet yoktu. Yaratılış üzerine İlkin G. Smith’in bulup 1876 yılı Londra’da yayınladığı Kaldeen metinlere (Chaldoean Account of
Genesis) göre:

Apsu (sınırsız uçurum) ili Mam mou Tiamat (deniz mahşeri) birleştiler ve alelacayip çöl kuşu gövdeli savaşçılar, karga suratlı insanlar, insan başlı boğalar, dört gövdeli ve balık kuyruklu köpekler dünyaya geldi. Bu ucube döl, tanrıların etkisi altında ortadan kalktı.” (G. Maspero, age, s.144)

Buradaki “Tanrılar”, tıpkı daha sonra Mısır’ı fethedecek olan Byblos (Finike) asıllı Oziris tanrı gibi “medenileştirici kahraman”dırlar. “Alelacayip” yarı-hayvan insanlar ise, medenileştirici kahramanların boyunduruklayıp yok etmeye çalıştıkları Totemli barbarlardır.

Irak’ta medeniyet kurulduktan sonra, çevre barbarlarla uzun alışveriş ve savaş münasebetleri gelişti. En aktif barbar toplumlardan Semit’ler: “Sümerlerle bir çok kuşaklar boyunca ticaret ve savaş yaptılar.” (H.G.Wells, “Esquiesse de l’Histoire Üniverselle“, s. 76 Paris, 1948)

Semitler, henüz Avcılık (Aşağı Barbarlık Konağı) toplumlarıyla, yaşadıkları cennet ülkeden Irak medeniyetine ucuz hammadde ve iş eli sağlayan kaynak oldular. Semitlerin ülkesini, 19’uncu yüzyılda bile, çoğu bilginler Eden bahçesi yönünde buluyorlardı:

“O acayip ulusun (Sümerlerin) yanıbaşında, anıtlar bize, mizacı ve eğginlikleri bambaşka olan bir başka ırk tanıtıyor. O ırkın konuştuğu dil İbraniceyle, Arapçayla ve öteki Semitik lehçelerle pek yakın akrabadır. Bilginlerin çoğu (Lenorment, Hommel, Sayce) bu ırkın kuzeyden ve doğudan kaynak aldıklarına inanıyorlar ve onu ilkin Ermenistan’da, Ararat dağının eteğinde, Dicle Kyros (Kurab, İren ırmağı) ve Fırat’ın yukarı mecraları arasında yerleşmiş gösteriyorlar; başka bilginlerse, (Sprenger, Schrader) bu ırkın ilkel oturduğu yeri Arabistan yarımadası içinde güneylere doğru koyuyorlar. En eski anıtlar, bu ırkın, Dicle, Fırat ve Acem körfezi üzerine yerleşmiş gösteriyor. En önemli kısmı, iki ırmak arasındaki mesafede, ülkenin ilk sahipleriyle yanyana yaşıyordu. Sonra Kaldeen nüfusunun üstün elemanı oldu.” (G. Maspero, age, s.137,138)

Genese” : Adem’den Nuh Tevrat’ına kadar 1654 yıl geçtiğini yazar. Semitlerin atası Sem, Adem’den sonraki 1656 yılında doğmuş gösterilir. Anlatılanların masal karanlığından tarihsel kişiliğe doğru gelişmesi, Adem’den sonra 1956 yılı dünyaya geldiği belirtilen Abram (sonra kutsallaşınca: “Abraham”, İslamlıkta: “İbrahim”) ile başlar. Abram Irak’taki UR kenti ile Mısır arasına gidip gelen bir göçebe örneğidir. Yolu üstünde gözüne kestirdiği Ken’anlılar ile Farizyen’lerin toprağında, yeğeni Lot (Lut) ile arası açılınca, kardeş kanı dökülmemesi için:

“Avram, çadırlarını kaldırdı, Mamre meşeleri arasında oturmaya geldi.” (Genese, 13/18)

İbrahim Aleyhisselam zamanında, oğul kurban etme yerine, koyun kurban etme başlar. Bu, İbrani’lerin artık Avcılık (Aşağı Barbarlık Konağı) kıtlığından, Çobanlık (Orta Barbarlık Konağı) bolluğuna geçtiklerini gösterir. İşte o Aşağı ve Orta Barbar Semit ulusları, eski Sümer medeniyetini dört yanından çevreleyip, Cennetin dört ırmağı gibi sarmıştır. Karşılıklı etki ve tepkiler, barbar Semitlerle Sümer medeniyetini, tıpkı Cennetteki Barbar Adem’le, Şeytan Medeniyet kılığında karşılaştırmıştır. Göreceğiz: “Yılan” bütün Barbar uluslarda Tarım ekonomisi başlarken Bereket (yani toprak verimi) sembolüdür. Aşağı ve Orta Barbarlık Cennetinde yaşıyan Semit Ademi, o güzelim yaylalardan Tarım bereketine dayanmış Irak çöl ovalarına çeken şeytan o “yılan”dır.

“Yılan”a (Tarım bereketine) kanarak Van yaylalarından (Cennetten) Mezopotamya’ya (Çifte ırmak arasına) inen Semitler, Fırat ve Dicle boyunca yeni yeni Kentler kurarak “Yukarı Barbarlık Konağı”na geçince, Sümer medeniyetinin artı, eksi bütün etkilerini ta içlerinde buldular. Eskiden beri medenileşmiş Sümer Kentlerinde, ilkin “Damgar” adlı bezirganlar: “Tapınakların hizmetinde idiler” (H. Limet, age, s.77). Sonra, Devlet koltuğunda müteahhitlikle sivrilen modern bezirganlar gibi: “Damgarlar iyice ayrı seci bir sosyal sınıf teşkil ettiler.” (H. Limet, keza)

Ulusun ortak malı olan Tapınak zenginliklerini çapul ettikçe: Fakir-Zengin, Köle-Efendi, Borçlu-Alacaklı ve ilh., kutuplaşmaları ve çekişmeleri, Sümer medeniyetini içinden çürüttü. Sümer, çevresini saran taze Semit Kentleri için, iç tezatlarla koflaşmış Sümer medeniyeti, elini uzatsan kolayca alabileceğin olgun bir meyvaya benziyordu. Tevrat’ın anlattığı “Hayır ve Şer Ağacı” o çürümüş Medeniyetti.

Tevrat buradaki büyük Tarihsel dilemmi (ikilemi) tertemiz ve dupduru anlatıyor.

“Ezeli Tanrı insanı aldı ve onu eksin ve korusun diye Eden Bahçesinin içine koydu. Ezeli tanrı insana şu buyruğu verdi: Sen bahçenin bütün ağaçlarından yiyebilirsin; ama Hayır ve Şer Bilgisi Ağacından yemeyeceksin, çünkü onu yediğin gün öleceksin.”(Genese, 2/15 – 16 – 17)

Kimi geri kalmış ülkelerde “Batılılaşmak” sloganı ortaya atıldığı zaman, tıpkı medenileşmeye bakan Semit’e Ezeli Yahve’nin buyruğunu andıran tartışmalar olmuştur: “Batılılaşalım ama Batının iyi yanlarını alıp, kötü yanlarını atalım!” Semit Barbar kendi kandaş toplumunun eşit kardeşlik düzenini bozmaksızın medenileşebilir miydi? “Ezeli Yahve”, Barbar Semite onu buyuruyordu. Damgar soygunu ile kardeşi kardeşe, babayı oğula düşüren, insanları züğürt-zengin, köle-efendi, iyi-kötü diye zıt kutuplara bölen “Hayır ve Şer Ağacından sakın yeme, ölürsün!”

Semit geleneği Barbarlıktan Medeniyete geçişini böyle gördü.

Gılgameş Destanı: “En eski Babil yazması… Hammurabi zamanında (1800 yıllarında) meydana getirilmiştir.” (Ord. Prof. Landsberger, Giriş, Gılgameş Destanı. s.6)

“12 tablet ise, İsa’dan önce takriben 2 bin yılında yazılmış olan Sümerce bir metnin sadık tercümesidir.” (Keza, s.85, not)

İmrenç Silindiri, bu her iki metinden en az 500 yıl daha öncelere düşer. Gerçek tarihte, taze Semit kentlerinin bütün Barbar Semitleri de peşine takarak, Sümer Medeniyeti’ni “Tufan”a boğduğu yıllar, aşağı yukarı “Sargon öncesi” denen yıllardaki, İ.Ö. 3 bininci yıllardaki gelişimin sonucudur. İ.Ö. 2750, Sargon adlı bir su yolcunun oğlu Semit, Basra körfezinden Akdeniz’e dek işlenmiş ülkelerin birliğini gerçekleştirdi. “Akkad-Sümer İmparatorluğu” adı verilen yeni medeniyet devletini kurdu.

“Bu yeni-Sümer devri, en sonunda İ.Ö 3000 yılına doğru başlamış bulunan endüstri, medeniyetinin apojesini (son haddini) markalar.” (H. Limet, age, s.78)

İbrahim İ.Ö. 2366 yılı UR Kentinden göçer (Houze).

Tevrat’ın insanlığa aktardığı gelenek, uydurma değildir. Semit geleneğinde Cennet Özlemi, bu tarihsel durumlarda doğmuştur. Adem’in (ilk Semit Ata’nın) dört ırmak kaynağı Van golü çevrelerinde yaşadığı mutluluk, medenileşen Semit’in gözünde tütmüştür. Çünkü, Semit Barbarın “Medeniyete Giriş’i, hem maddi (Coğrafya), hem manevi (sosyal) bakımdan tam bir “Cennetten kovuluş” olmuştur.

1- MADDÎ COĞRAFYA bakımından: Meyvelik ve sulak Doğu Anadolu yaylaları, kızgın kum çölü Irak ovası yanında gerçekten bir Cennet iklimdi. O yüksek yayla Cennetinden, güney aşağılara Cehennem gibi zift kaynıyan sıcak petrol toprağı Irak düzüne inmek, göklerdeki Cennetten katı yere düşmekten acıydı. Semit insan, başına gelenleri bu iklim farkından daha güzel maddeleştirecek sembol bulamazdı.

2- MANEVİ-SOSYAL bakımdan: Barbarların bir türlü unutamadığı, boyuna dönüp dolaşıp tekrar yaşadığı öntarih toplumu, ne kadar ilkel ve geri bir ekonomi düzeni olursa olsun, sosyal insan münasebetleri yönünce, medeniyetle kıyaslanamayacak kertede temiz ve yüksek bir kardeş rejimi, kankardeşliği sosyalizmi idi. Barbarlıkta medeniyetin imrendirici maddi zenginlikleri yoktu. Ama medeniyetteki korkunç sınıf uçurumları, Kölelik-Efendilik rezillikleri de yoktu. İlkel sosyalizmin eşit kardeşlik Cennetinden çıkıp, petrollu Irak’ın katran kazanları gibi kaynayan medeniyet tezatları içine girmek, göklerdeki Cennetten “Hayır ve Şer Bilgisi Ağacı”nın kazığı ile kazıklanmaktan ayırtsızdı. Bugün en basit çocuk Ansiklopedileri bile: “Cennet” sözcüğünün karşılığını şöyle yazar: “İlk insan çiftinin suçsuzluk (masumluk) ve şenlik (neşe) içinde yaşadığı yer. (Maxime Petit, “Histoire Generale des Peoples” cilt. 1 s.16/2 Libr. Larusse, Paris)

Van gölü yaylasının coğrafya niteliği, ilkel Sosyalizmin Toplum niteliği ile parelel düştüğü için, insan oğlu Semit, geride ve yukarı yaylada bıraktığı sosyal-coğrafik hayatını, ideal Cennet hayatı olarak dinmez bir nostalji (sıla acısı) ile andı. O hayattan ayrılmayı ne aklına, ne mantığına sığdıramadığı için, olsa olsa bir, “Şeytan iğvası” sayar. Medeniyet Bereketi gibi bir “Yılan”a kanıp uyduğunu, kendi kendine asla affedemediği için, Hıristiyan dininde büyük bir dogma olan “Peche originele” (aslında günahkarlık) geleneğini kuşaktan kuşağa kutsallaştırır.

Böylece en kutsal geleneklerin ısrarla deyimlendirdikleri Cennet’in yeri: Semitlerin Ergenekon’u, eski Ermenistan adlı bölgeden başkası olamaz. Türkiye’nin Adana bölgesi olan eski Kapodakya’da bu çerçeveye girer mi? Orada, bugün Seyhan, Ceyhan adlı ırmaklar Tevrat’taki Gihon, Pişon adlarını andırabilir. Seyhan: Eski Sarus’tur, Ceyhan: Eski Pyranüs’tür. Orta Asya’dan oralara gelmiş göçebeler, anayurt Türkistan’daki Seyhun ve Ceyhun kardeş ırmakların adlarını yeni yurtlarındaki benzerlerine vermiş olabilirler. Nitekim Tevrat’taki Gihon ırmağının sonradan Aras olması da, gene Türkistan’taki Seyhun (Siriderya) ırmağının eski adı “Arax” tan bu mekanizma ile çıkmış olsa gerektir. Seyhun ve Ceyhun’un, Pişon, Gihon’la karıştırılması, Cenneti, Türkistan gibi bütün ideal sürü hayvanlarının kaynağı olan ve insanlığın, Engels’çe Avcılıktan Çobanlığa geçişinde önemli rol oynayan bir bölgeye de götürebilirdi. Fakat, Seyhun ve Ceyhun, Aral gölünden çıkmazlar, tersine oraya dökülürler. Maden zenginliği ancak Kafkaslarla Toros ve Antitoroslar semtinde bulunur.

Bütün bu söylediklerimiz ve Cennetin Kutsal kitaplarda tarifi, dört ırmağın belirli adlarıyla çıktığı ve en zengin bakır ve kıymetli taş madenlerinin bulunduğu, yemiş ağaçlarıyla dolu sulak yeşillikler dünyası Van gölü havzasından başka yer uygun gelemez.

CENNETİN GÖĞE ÇIKIŞI

İlkin, basit bir yeryüzü meyvalığı olarak bilinen ve kutsal kitaba da öylece geçirilen CENNET, nasıl olmuş da gökyüzüne çıkmıştır?

Bu yukarıya çıkış, göklere yükseliş prosesi: Yalnız Cennet için değil, hemen bütün insan üstü anlayış, inanç ve dinler için de doğrudur. İlkin tapınılanlarda da, tapanlar gibi yerdedir. Sonra tapılanlar yerden yükselirler:

Babil dini, en kadim biçiminde, lokal (mahalli) tapınçlar ve tabiat tapıncı (kültü) idi.. Daha sonra, üçtanrılık evreni paylaştılar: Anu gökte, Ehil atmosferle yerde, Fa, en ilk okyanus suları üzerinde
egemendi.
” (Maxime Petit, age)

Modern çağda “Vahşi” adıyla anılan (gerçekte Aşağı Barbarlık Konağını henüz aşamamış olan) toplumlar üzerine yapılan araştırmalar da, ilk inanç ve tapınçları yercil biçimlerde bulur:

Vahşi, kendisiyle şu dünyada var olan öteki şeyler arasına bir sınır işareti çizisini çekmez.” “Bu büyü ve sihirbazlığa inanç… ölümden sonra ruhun daha bir zaman var olduğuna inanır… Ruhî ölümden sonra çoğu daha kötüleşir.” (Onlara göre) “Bir kimsenin gücü veya ruhu böbreklerinin içyağı veya yüreği içinde, yahut da saçlarının bir lülesinde oturur… Kimi bir kuş veya başka hayvan biçiminde vücudundan ayrılıp serbestçe dolaşır.” (A. Lang, “Mythes, Cultes et Religions”, s.4, Paris.)

Yerdeki ruhların göğe çıkıp Tanrılaşması, insanüstü olması, insanın üstüne insan çıkması ile başlar. Irak’ta olanların tersine, Mısır’da hiç değilse üstün inancın doğrudan doğruya Ra Tanrı ile başlaması, Mısır’a medenileştirici kahramanın dışardan geldiğini ispat eder. Medenileştirici Kahraman, geri Totem inançlı Barbara her zaman göklere kadar yüksek Tanrı gibi görünmüştür.

Küba valisi Velazquez, Meksika uluslarını boyunduruklamayı, genç muavinlerinden biri olan Hernan Cortez’e havale etti. Beriki 1519 yılı başlar başlamaz seferini düzüp batıya doğru yelken açtı. Sonra Meksika kıyısı boyunca Cullua’ya (Fransızların Saint-Jean-d’Ulloa’sına) kadar uzanıp, yaylada yerleşik Aztek’lerin hükümdarı Montezuma ile münasebetlere geçti. Montezuma, Tanrısı Guetzalacoalt’ın Cortez de kişileştiğini görerek Cortez’e şerefler ve sunular sunmaya koşuştu.” (M. Petit, age, cilt. 2, s.14/1) Cennetin göğe çıkışı da, biraz değişik şartlarla, aşağı yukarı bu mekanizmaya uydu. Mısır geleneği, dışarıdan gelme “Medenileştirici Kahraman Tanrıların bile, ilkin yerde, insanlarla senli benli olduklarını anlatır:

“Tanrılar insanların eğitimini üzerlerine aldılar ve birbiri ardından yeryüzünde gözüktüler. Egemenlikleri binlerce yıl sürdü ve halef selef oluşları tanrısal sülaleleri meydana getirdi.” (G. Maspero, “Hist. Anc. des Peuples d’Orient“, s.33)

Tanrıların yeryüzünde bulundukları bir çağda, Cennetin de başka yerde olamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Cennetin sonradan göklere çıkarılmasındaki sosyal ve tarihsel mekanizma, tanrıların sonradan yerden göğe çıkışlarına benzer. Fakat bu çıkış veya çıkarılışta, başka bir çok teknik ve geleneksel gerçekler de bulunur.

Arapçada “El-Cenne” sözcüğü iki enteresan anlama gelir:
1- “Bahçe ve bostan”
2- “Kümbet derler” (M.Ş.K., “Ahteri-i Kebir“, s.237)

Bu iki anlam yan yana, daha doğru içiçe ve organik bağlantılı olarak insan kafasında yerleşince, İbrani geleneğinden Arap geleneğine geçerken, Cennet sözcüğünün “Kümbet Bahçe” anlamına girmesi kendiliğinden olabilir. “Kümbet”, Acemcede “Kubbe, tersine tas biçiminde yapı” demektir.

İlk Kaldeenler dünyayı altı oyuk ve tersine devrilmiş bir kayık biçiminde tasavvur ederlerdi. Bu kayık, asrımızda kullanılan söbe [oval] kayıklardan değildi. Kabartmaların bize gösterdikleri ve aşağı Fırat oymaklarının bugün hala kullandıkları türden, yusyuvarlak bir tekneydi. Kalde (Keldan ülkesi), dünyanın göbeği (merkezi) sayılıyordu. Dicle’nin epey uzağında, yerle göğü birleştiren ülkelerin Dağı: Kharsay Kalamma, kutsal dağ, Tanrıların dağı dikiliyordu. Anna denilen gök, kocaman bir yarım küre biçimi külahtı. Alt kısımları, okyanus ırmağı ötesinde yer kayığının kıyılarına dayanıyordu.” (G. Maspero, age, s. 134)

Üç, dört bin yıl yeri göğü tersine dönmüş bir kayık gözüyle gören gelenek için, Medeniyet çevresinde görülmeyen yeşil Cenneti yalana sapmaksızın gök kubbede saymak güç olamazdı. Hicaz gibi ilk Irak Medeniyeti de, çöl ortasındaydı. Yemiş ağaçlı Dağ: Medeniyet tekinliği için ölüm kalım elemanı olan Taş ve madenin çıktığı kutsal kaynaktı. Irak’ta:

Ağaçsız milli (balçıklı) topraklar, ırmakların iki yanlarında kilometreler boyu uzanıyordu. Gerçi kalker tepecikler kuartzit ile kötü kaliteli bir yapı taşı sunuyordu; ama orada büyük miktarda iyi sileks (çakmak taşı) bulmak imkansızdı. Onun için yalnız (palmiye gövdeleri dışında) keresteyi değil, iyi kalitede yapı taşını değil, en basit aygıtların yapılması için gereken malzemeyi de dışardan içeriye sokmak zaruri idi.” (V. Gordon Childe, “L’Orient Prehistorique“, s.124, Paris 1935.)

Aşağı Irak’ın lahki toprağında hiç bir maden izi yoktu. Demek metali dış bölgelerden getirmek gerekiyordu.“(H. Limet, “Le Travail du Metale etc…“, s.77, Paris 1960)

Bu eksiklikler nereden tamamlanabilirdi? Irak dışı yüksekliklerden:

Dicle’nin doğusunda Zağros dağlarının vadileri ile İran yaylası, kuzeyde Kürdistan ve Ermenistan, vadilere taşmaya eğgin, dölü bol bir nüfusu besleyecek kadar bereketli bölgelerdir.” (V. G. Childe, age, s.124)

“Bakır: Doğudan, kuzeyden; altın: Güneyden ve Arabistan’dan; Kurşun: “Ancak kuzeyden ve kuzey-doğudan gelebilirdi.” “Kalay: belki batı menşeli kabul edilecek, ama daha doğruya yakın olarak Kafkas ve İran yaylasından gelir.” (H. Limet, age, s.99)

Bu maddelerden en değerli kullanım sağlayanı Kalay, geldiği dağlara ve ilgili insanlara adını verecek kertede çağını damgalamıştır:

“Hrozny, Grekçe kalay demeye gelen “KASSlTEROS”un Kassit’lerden gelmişe benzediğini” söyler, “Ona göre Kassiteros’lar, Irak’ın kuzeydoğusunda yerleşik olup, Kafkas asıllı idiler. Ermenistan’da da kalay jizmanları hala bulunmaktadır.” (H. Limet, age, s.98) “Öyle görünüyor ki, seyrek bulunduğu için pahalı olan kalayla yüzde yüz kâr eden Kapadokyalılar (Konya civarlılar), pek de uzak olmayan karayollarıyla ulaşılabilir Semitlerden tedarikte bulunurlar. Şüphesiz, Sümer “DAMGAR”ı için de bu böyle idi.” (H. Limet, age, s.97) Kapodokya’nın bugün dahi tanınmış şehri TARSUS, besbelli adını kalaydan almıştır:

“İncil, metal ticaretinin ve bu arada kalayın (tersis), yani İspanya ile yapılan bir alışveriş olduğunu bize bildiriyor. Pline de bu ayrıntıyı teyid ediyor… W.FAlbright (1914)’e göre, Tarsis Finikece bir sözcük olup “MİNE” (maden filizi) veya “FONDERIE” (dökümhane) anlamına gelir. Bu sözcüğün biçimi: Tafil: Taraisu: Rasasu “fondre:Izabe: maden eritme” “etre coule: döküm yapılmak” demektir. Arapça Rass: bir akıcının akması anlamına gelir” (H. Limet, age, s.9) Ahteri-i Kebir’e göre, “Rass”: “Binayı muhkem etmek ve birbirine darlık götürmek ve bazısını bazısına ulaştırmak” (bitiştirip kaynaştırmak); Er-rassa (yahut Risas): Kalay’dır.”

Yakındoğu toplumlarında bütün medeniyet münasebetlerine bu kertede işlemiş olan madenlerin başlıca kaynakları yüksek (Iraklı için “yerle göğün birleştiği”) dağlardır. Ekonomi temelindeki bu önem, toplumun en üst yapı münasebetlerinde yankı yapacaktı. Hele, Sümer medeniyetine baskın yapan bütün üstün gelmiş barbarların, hep o yüksek dağlardan inme oluşları, ister istemez bütün insanüstü inançları Irak toprağından yukarılara çıkarttı. Bunu tapınakların yapılışında görüyoruz:

“Yeni gelenler fatih bir azınlığı teşkil ediyorlarsa, gelişleri büyük işler için gereken sermayenin birikişini şımartmış bulunmalıdır.” “XII. Erech çağında, yurttaşlar balçıktan yapma bir çıkıntıyı yükseltmeyi tasarladılar. Bu çıkıntının üzerine tanrı Anu yahut hakkında henüz pek az açık bir fikir besledikleri (Anu’nun) selefi inebilirdi. Babil’in bellibaşlı sanktüerlerinin (en kutsal tapınak yerlerinin) ve hatta Asur sanktüerlerinin bütün tarihsel devre esnasında bağlı bulundukları bu ZİKKURAT’ın ilk tipi artık 12 metre yükseklikteydi.” “Ak tapınak, 17 Üstüne 22 metrelik bir sanktüerdi. İri balçık tuğlalardan yapılmış, kireçle badanalanmıştı. Zikkurat’ın tepesindeki platformun yarısından azını işgal ediyordu.” (V. G. Childe, “L’Orient Prehistorique“, s.140, 141, 142)

Ondan sonra gelen bütün medeniyetler, kaynak aldıkları Irak medeniyetinin bu geleneğini olduğu gibi ele aldılar: Tanrılar “Yerle göğü birleştiren” dağ yüksekliklerinde temsil edildiler. “Bütün Allahlar dağ tepelerinde toplaştırıldılar. Yeryüzünden her medeniyet ayağı basan toprağa Ana Irak’ın damgasını vuran silindir mühürlerde tanrı kişiler, hep üst üste konulmuş yuvarlak taş yığınları ile temsil edilen sembolik dağlar arasında gözüktüler. Sümer tanrısı Samas iki tepe arasında idi.” (A. Parrot, “Sumer“, s.2)

“Girit mühüründe yaban keçileri (Totem tanrılar), tıpkı Sümer mühüründeki tepe sembolü olan, yalnız bu sefer bir tek kayalık üstünde gözüktüler.” (C. W. Cream, “L’Aventure de I’Archeologie“, s.78, Londra 1957, Köln 1958)

Dağın kutsallığı, geleneklerin inip kitaplaşması ile kitaplara da geçmiş görünür. Sümerce, “KUR”: Maden, “KUR AN NA”: Maden dağı, demektir. (H. Limet, “Le Travail etc…”, s.98).

İslamlığın kutsal kitabı “KUR’AN” dır. İlkin daha çok ezberlemekle saklanan, hurma dalına yahut kabuğuna, deriye, kürek kemiğine, taşa çizilen “vahiy”ler Kur’an adını taşır. Ancak Peygamber Muhammet öldükten sonra, Yemame savaşmasında 70 “KRRA” (Kur’an ezbercisi) ölünce, Hz. Ebubekir’in peygambere vahiy katipliği ve tercümanlık etmiş bulunan Zeyd İbn-i Sabit-ül-Ensari’ye derlettiği kitaba “bir isim koymak” gerekmiş, İbn’i Mes’ut teklifi üzerine toplantıda ve danışmayla; “Habeş’te olduğu gibi MUSAF ismi” konmuştu. Ahteri-i Kebir Kur’an sözcüğüne: “Cemetmek ve kıraet manasına da gelür” der. Oysa, “cem” edilmeden önceki vahiyler nasıl “KUR’AN” idi? O bakımdan KUR’AN sözcüğünün aslının unutulmuş “MADEN DAGI”ndan gelmesi düşünülebilir. Nitekim, Kur’an içindeki en kesin bölümlere verilen “SURE” adı, Ahteri-i Kebir‘ce: “şiddet ve kesret”tir. İzmirli İsmail Hakkı’ya göre:

“SURE adlandırmasına gelince, bunda muhtelif izah vardır: YÜKSEK MENZİL manasına veya şeref ve şan manasına veya alamet manasının gelen “SU” veya memleketin etrafına çevrilen hisar manasına gelen “SUR” münasebeti gözetilerek tesmiye olunmuştur.” (İzmirli İsmail Hakkı, “Türkçe KUR’AN-I KERİM Tercümesi“, s.928, 929, 932, 933, İstanbul 1932)

KUR’AN sözcüğünün, Irak medeniyetindeki en eski kültür diliyle ilgisi düşünülebilir mi? İslamlıktan hemen önceki çağda, kendilerine “ARAP” denilen iki Barbar toplum, Arabistan’ın kuzeyinde iki sınır devletçiği kurmuştu. Suriye’deki Araplara Gassanoğulları deniyordu. Gassanlılar: “Güney Arabistan ahalisinden Ezd kabilesine mensuptular.” Irak’taki Araplara Münziroğulları deniyordu. Onların kurdukları ve Roma’ya karşı Acem şahlarının öncülüğünü yapan “Hiyre”liler de “Güney Arabistan ahalisindendiler… Bir kısmı Tihan ye Bahreyn yanlarına yerleşmiş, bir kısmı da KÜFE’den 3 mil mesafede “HİYRE” şehrini kurmuşlardı.” (A. R., “Genel Tarih“, cilt.5, s.11).

İşte, Kur’an, bu Hiyre’lilerin yazısı ile yazılmıştır:

İslamın zuhurunda Araplarda Nebati yazı ile, sonraları Kufi yazı adını alan Hiyri yazı vardı. Bu yazılarda nokta yoktu. Kur’an’ı Kerim ve dini naslar Hiyri yazı ile, bildiri ve mektuplar gibi bayağı yazılar Nebati yazı ile yazılırdı.” (İzmirli İsmail Hakkı, “Türkçe KUR’AN“, s.939)

Münziroğullarının kurdukları “Hiyre” ile İslam Arapların kurdukları “Kufe”nin, hemen hemen tam en eski “BABÎL” kenti toprakları üzerinde kurulmuş bulundukları göz önünde tutulursa, Keldan medeniyetinde “KUR’AN NA” sözcüğüne ortadan kesintili söylenişine dek tıpkı benziyen “KUR’AN” sözcüğü için, bu tıpkılık bir tesadüf sayılmaz. Keldanca gibi Arapçada da, Kalay sözcüğünün “RASSAS” oluşu da, 3 bin yıl önceki Semit’lerle, 3 bin yıl sonraki Araplar arasındaki dil ve kültür akrabalığını belirtir.

Ancak, bütün medeniyetler tarihinde hemen hiç aksamayan bir olay vardır: Medeniyetin bir konağında maddi üretim aracı olan şeyler, üretim alanındaki görevleri eski önemini yitirince, kültür aracı durumuna gelişirler. (Okla yayın gitgide bütün telli çalgılara prototip oluşu gibi). İlk “Maden dağı: KUR’AN NA sözcüğü de, zamanla kutsallaşıp Kadim Kültürünün özü olan, “Zikkurat” yapma dağının tepesine kondurulmuş Tanrı “ANU” sözcüğüne dönmüştür. Bu bakımdan İslam Araplara dek aktarılan en eski maddi üretim kaynağı “Maden dağı: KUR’AN NA” nın, 3 bin yıl kullanıla kullanıla büyük medeniyetler geleneğinin manevi kutsal kültür anıtlarına ad olması, ilkin sanılabileceği kadar fonetik yakıştırması olmasa gerekir.

İlk Irak medeniyeti, maden filizlerini kervanla Sümer Kentlerine dek taşımaktansa, madenin bulunduğu yerde, Dağ’da dökümhaneler açmayı, zamanla daha ekonomik buldu. Bu işletmeler, Medeniyet Şeytanını çevre barbarların içine yılan gibi sokturdu. Semit geleneği: Cennet, Adem, Havva, Şeytan, Yılan hikayesi ile bu gerçek olayları sembolleştirir. İsa’dan sonraki 20. yüzyılda, kapitalizmin sömürgelerde karşılaştığı ayaklanmalar gibi ama onlardan bambaşka nitelikte Barbar uyanış ve gelişmeleri, Irak düzünde iç bunaltılarla çürüyen medeniyeti, ‘TUFAN”ı andırır akınlarla kapladı. Sümer medeniyeti yerine Akkad medeniyeti böyle geçti.

Basit yeniden üretimli bezirgan ekonomisi çerçevesini bir türlü yaramayan “kadim” insanlık için bu gidiş (modern kapitalizmin ekonomik, politik krizleri gibi, onlardan gene bambaşka nitelikte), devir devir gelen Tarihsel Devrimler zinciri biçiminde, “Fesat Çemberi” olarak gittikçe büyüdü ve tarihsel helezon çizisi ile yeryüzünde yayılarak, “Tarih bir tekerrürdür” kanısına yol açtı. Bütün o hengameler ortasında, en yersel alçaklıkta aşağı, “Chtonien: Yılansal” denilen yerde sürüngen seviyesinden en şahikalaşmış yücesine doğru: DAĞ KÜLTÜ, basamak basamak GÖK KÜLTÜ’ne yükseldi.

Dinlerin yerden göğe çıkış basamakları şöyle özetlenebilir:
1- Dağ: Irak düzündeki Medeniyet için yerle göğü birleştirir.
2- Önce gelişen medeniyetin can damarı: Maden-kereste Dağdan gelir.
3- Sonra iç tezatla çürüyen medeniyete üstün gelen Barbar Dağdan iner.
4- Fatih barbar yendiği insanlara üstün geldiği için “İNSANÜSTÜ” sayıldı. Bu görünüşüyle medeniyette tapmaya hazır bulduğu inançlara uyarak “BEY”, “EFENDİ”, “TANRI” oldu.
5- Beliren TANRI’nın (Rab, Sahib, Efendi, Bey) sıfatlarıyla insanüstü olduğunu anlatmak için, düz Irak ovasında bile, öteki insanlardan ayrı ve yüksek yapma DAĞ: “ZİKKURAT” üstündeki tanrı evine, “TAPINAĞA” yerleştirilmesi gerekti.
6- Ondan sonra Medeniyete uyan bütün Barbarların mitoloji denilen atadan toruna aktarma geleneklerden dağ tepeleri “OLİMP’ler. Tanrıların gökyüzüne çıkışlarında ezeli durakları oldu.
7- Bütün Peygamberler DAĞ üstlerinde doğrudan doğruya Allahla yahut Tanrı elçisi ile buluştular. (İbrahim: Bethel doğusundaki dağda, Musa: Tu’u Sina’da tanrıyla konuştu; İsa Şeytanın onu götürdüğü “Pek yüksek dağ” da sınavını kazandı; Buda Magadha’da, Hz. Muhammed Hara dağında ilk vahyi aldı.)
8- Geleneklerce bütün kitap ve sayfalar, GÖK’ten indi.

İBRAHİM: “More dağ zincirine dek yol aldı. Ezeli, Abrama göründü… Abram Ezeli’ye bir mihrap kurdu.. Oradan Bethel’in doğusundaki dağa taşındı… Orada da Ezeli’ye bir mihrap kurdu.” (Genese, XII/6, 7, 8)

MUSA: “Dağa çıktı ve bulut dağı örttü. Ezelinin şanı Sina dağının üstüne yerleşti… Ezeli şanın görünüşü, çocukların gözüne dağın üstünde her şeyi yutan bir ateş gibi göründü.” (Exode, XXIV/15,16,17) “Ezeli Musa ile konuşup dedi: İsrail çocuklarına söyle.” “İsrail oğulları bana sanktüer yapacaklar ve ben onların arasında barınacağım.” (Exode, XXV/1, 2-8)

İSA’yı, Şeytan gene pek çok yüksek bir dağın üstüne götürdü. Ona bütün dünyanın krallıklarını gösterdi. İsa ona: Çekil Şeytan! dedi. Çünkü yazılmıştır: Sen Beye (Tanrına) tapacaksın ve yalnız ona hizmet edeceksin.

“O zaman şeytan onu bıraktı. Bir de ne görsün: Melekler İsa’nın yanına gelip ona hizmet ediyorlar.” (İncil, Mathieu, IV/8, 9, 10, 11)

BUDA’nın doğduğu yer, “Nepal Teraii’nde yıkıntıları bulunan Kadilavastu”dur. Buda “Gezginliği ve inzivaları sırasında Gaya’ye yakın. Magadha’da, bir Pippala incir ağacı altında iken, KANUN ona vahyolundu.” (G. Courtillier, “Les Anciennes Civilisations de I’Inde“, s.91, Paris 1930)

MUHAMMED: “Hazret her yıl ailesiyle, Mekke’ye 3 mil mesafedeki Hara dağına çekilirdi. Bir gece Hara ortasında murakabeye dalınca: “Ya Muhammed: Sen Tanrı elçisisin, ben de cebrailim” denildi. Hatice’nin amcası “Varakat-İbni Nevfil “Dinleri incelemeleriyle Mekke’de büyük ün yapmıştı, “Varaka: Musa’ya inen Cebrail’in Hz. Muhammed’e de indiğini, demek, Muhammed’in bu millete Peygamber olduğunu haber vermişti,” (A. R., “Genel Tarih“, cilt. V, s.30)

Bu klasik örnekler, DAĞ’ın Irak medeniyeti ile Semit toplumları ve dinleri içinde taşıdığı özel önemi, Dağda yükselişin Tanrı ile münasebet kurma anlamına geldiğini, bu yoldan tanrılığın yavaş yavaş insanlar arasından gökyüzüne çıkış mekanizmasını belirtir. Tabii aynı prose (gidiş) ile, Tanrı buyruğundaki Cennet de, aslında yayla meyvalığı ve Dağ havası olarak, kendiliğinden Tanrılar katına, göğe çıkmamazlık edemezdi.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir