Hasan Sabbah ve Alamut

PDF İzle & KaydetYazdır

“Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Orta çağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir… Hatta, 16.
yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur… Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değişti rmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır…”
(Friedrich Engels / Köylüler)

‘’Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik beli / Gören bizi sanır deli / Usludan yeğdir delimiz’’ (Muhyiddin Abdal)

Tarih, ona baktığınız pencereye göre değişkenlik gösterir. Bu değişkenlik, öznel bir bakışın herhangi bir tarafına eklemlenmekten ziyade gerçek ile yalan arasındaki konumlanıştan kaynaklanır. Bu iki zıt konumlanışın tarihe bakışındaki en temel fark ise bir tarafın tarihe egemenlerin penceresinden diğer tarafın ise ezilenlerin penceresinden bakmasıdır. Bir tarafın bakış açısında zulüm ve sömürü kurumlarının çarpıtmalı yansımaları vardır, diğer tarafta ise eşitliği, adaleti ve özgürlüğü isteyen kesimlerin haklı taleplerinin yansımaları vardır. Bu iki bakış açısından ilkinde sarayların ve saltanatların çarpıtmalarını, ikincisinde ise ezilmişlerin çığlıklarını görürsünüz.

Tarihe sarayların penceresinden bakıldığında katillerin ‘’kahraman’’ kahramanların da ‘’katil’’ olduğu görülür. Çünkü ‘tarih, kahramanlar tarafından değil; kahramanları asanlar yani krallar tarafından’ yazılır. Egemenler, sömürgen bozuk düzenlerine başkaldıran düşünceleri, insanları ve hareketleri sadece bedenen katletmekle kalmaz aynı zamanda bilinçli çarpıtmalar, karalamalar ve yalanlar yoluyla da ruhen katlederek gelecek kuşaklara aktarırlar. Egemen tarih yazımının bu çarpıtmaları, yazıcı öznenin ezilenlerden yana yer alan politik tutumu temelinde resmi tarihin tersten okunması yöntemiyle aşılabilir. Böylesi durumlarda ‘’terörist’’, ‘’zındık’’, ‘’batıl’’, ‘’sapkın’’ ve ‘’katil’’ tanımları yer değiştirir.

Resmi tarih anlayışının karalamalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisi de hiç şüphesiz filozof, ilahiyatçı, astronom, örgütçü, stratejist, mütefekkir ve bilim insanı olan Hasan Sabbah’tır. İbriğini bir cariyenin, havlusunu da başka bir cariyenin tuttuğu resmi tarih yazıcılarının iddia ettiği gibi Hasan Sabbah ve refikleri (yoldaş) ne ‘terörist’ ne de ‘haşhaşi’dir. Hasan Sabbah ve refiklerinin egemenlere ve onların sömürgen düzenlerine korku salan eşitlik ve adalet mücadelesi, haşhaş kullanıp bilinçlerini kaybederek değil; Kerbela ve İmam Hüseyin bayraktarlığında yükselen, Muhtar-ül Sakafi’yle vücut bulan ve Karmatiler ile zirveye ulaşan, senkretik din tandanslı, kurtarıcı karakterli ve felsefi temelli eşitlikçi ihtilal hareketlerinin mirasına olan sadık inanç ve bilinçlerinden kaynaklanmaktaydı. Amaçları üstü örtülmüş yalan ve aslı olmayan hikâyelerle dolu kötü bir dünyayı değiştirip, yerine adil ve eşitlikçi bir düzen kurmaktı. Bunu da o dönem ezilen kitlelerin kendilerini ifade biçimi olan İsmaililik adı altında yaptılar. Teolojik olarak İsmaililik, altıncı İmam Cafer-i Sadık’ın ardından imametin Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’e geçtiğine ve İsmail’in vefatının (Cafer-i Sadık’tan önce vefat etti.) ardından da imametin onun oğlu Muhammed bin İsmail’e geçtiğine inanlara verilen isimdir. İsmaililik araştırmacısı Farhad Daftary, İsmaililiği şu şekilde tanımlar:

‘’İsmaililik, İslam dünyasında iktidarın, özgürlükten ve zenginlikten uzak kalan, İslam adına kutsanan ve tanrısal iradeyle açıklanan düzenin kendi zararlarına işlediğini gören bir Müslüman kesimin, ‘Allah’ın yarattığı ve yönettiği’ bir dünyada mahrum konumlarını ve düzene yönelik eleştirilerini, Allah’ın kudretine helal getirmeksizin ortaya koyma yönünde giriştiği büyük ve uzun soluklu bir çabadır.’’

1050’lerin başlarında Hımyer kabilesine mensup 12 İmam Şiiliği’ni benimseyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hasan Sabbah, Yemen’den Kufe’ye, Kufe’den Kum’a, Kumdan’dan da Rey’e yerleşen bir ailenin çocuğudur. Hasan Sabbah kendi hayat hikâyesini Sergüzeşt-i Seyyidina’da şöyle anlatıyor:

‘’Çocukluğumdan yani yedi yaşına bastığımdan beri, çeşitli ilimleri öğrenme merakıyla yanıp tutuşuyordum. Din âlimi olmak istiyordum. 17 yaşına kadar ilim peşinde koştum. Ben ilk başta atalarımın mezhebi olan Şia mezhebinin 12 İmam kolundandım. Rey’de Mısır Fatımileri’nin mezhebinden Emire Zarrab adlı bir kişi vardı. Onunla mezheplerimiz hakkında tartışma yapardık. (İsnaaşeriyye ve İsmaililik – Y.N.) O daima benim görüşlerimi çürütür, mezhebimi küçük düşürürdü. İslam inancım şek ve şüphe götürmezdi; Allah’a, peygambere, İmam’a, cennet ile cehenneme, haram ile helale imanım tamdı. Şia’nın (İsnaaşeriyye – Y.N.) gerçek din ve akideyi benimsediklerini düşünüyor ve İslam ışında hakkı arama gereği hiç duymuyordum. İsmaili fırkaları felsefe, Mısır’daki halifeleri de filozof olarak düşünüyordum. Emire Zerrab’ın İsmaililik hakkında söylediklerine karşı koymama rağmen onun sözleri kalbimde yer ediyordu. Kendi kendime onun mezhebinin daha doğru olduğunu söyledim. Fakat 12 İmam Şiiliği’ne aşırı bağlılığım yüzünden bu düşüncemi kimseye açıklayamıyordum. Emire Zerrab bana ‘’Gece yatağında düşünürken, bu söylediklerime ikna olacaksın.’’ dedi. Bu kararsızlık ortamında tehlikeli bir hastalığa yakalandım (Burada Hasan Sabbah, yoğun felsefi ve teolojik tartışmaların ardından kendi çelişkilerini gördüğünü ve bir iç hesaplaşmadan geçtiğini belirtiyor). ‘’Allah onun etini ve kanını daha iyisiyle değiştirdi’’ sözü üzerimde tatbik ediliyormuş gibi geldi bana. Kendi kendime ‘’Eğer, Allah geçinden versin, ecel gelirse hakikate ulaşmadan öleceğim.’’ dedim. Nihayetinde kimsenin müdahalesi olmadan o hastalığı atlattım. Bu sırada Necm Sarrac adlı birisinden İsmaililik hakkında bilgi istedim. O bana ayrıntılı izah ve açıklamalarda bulunduktan sonra o mezhebin sırlarını öğrendim. Abdü’l- Melik Ataş’ın mezhebe davette bulunmaya izin verdiği Mu’min adındaki birinden benim biat yeminimi kabul etmesini istemem üzerine o, ‘’Hasan olan senin, Mu’min olan benden mezhepteki rütben daha üstündür. Ben senin yeminini nasıl kabul eder, İmam’ın yapabileceği bir işi nasıl yaparım?’’ dedi. Sözün kısası Mu’min, Hasan-ı Sabbah’ın ısrarına dayanamayarak ondan biat ve bağlılık yemini aldı. Hicri 464/1072 senesinde Irak’ta dai olan Abdü’l-Melik Ataş Rey’e geldi. Beni beğenerek dailik naipliğine (yardımcılığı) tayin ettikten sonra ‘’Artık Hazret’in huzuruna varmanın zamanıdır.’’ dedi ve Mısır’a halifeyi görmem için gitmem gerektiğini söyledi. O sırada halife Mustansır idi. Mısır’a gitmeye karar verdim. Nihayet Sefer 474/Ağustos 1078 yılında Mısır’a ulaştım.’’ (Hasan Sabbah’ın Mısır’a yolculuğu 1076’da İsfahan’dan başlayarak sırasıyla Azerbaycan, Silvan, Musul, Şam’Beyrut, Sayda, Sur ve Akka’dan geçtikten sonra deniz yoluyla Kahire’ye ulaşmasıyla tamamlandı. Bu yolculuk sırasında çeşitli bölgelerdeki Sünni Ulema ile İsmaililik temelli teolojik ve felsefi tartışmalar yaptı.)

Hasan Sabbah Mısır’da bulunduğu süre zarfında İsmaililik konusunda bilgisini derinleştirdi. Mısır’da kaldığı süre boyunca yönetimde resmi olarak Halife Müstansir Billâh yer alsa da fiili söz sahibi olan kişi vezir Bedrü’l-Cemâlî’ydi. 1052 ile 1072 yılları arasında Mısır’da büyük kıtlık ve veba salgını baş gösterdi. Nil Nehri’nin sularının çekilmesi mahsul elde edememeye sebep verdi. Bu dönemde Halife Mustansir Billah’ın
ailesi dahi ülkeden çıkıp Suriye ve Irak’a gitmek istedi. Bu büyük sosyo-ekonomik buhran dönemi tarihe “eş-Şiddetü’l-Uzmâ” (Büyük Felaket) olarak geçti. Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki insanlar cesetleri tek tek defnetmek yerine toplu mezarlara gömüyorlardı. İbnü’l-Cevzî’ye göre Mısır’da her gün 10 bin insan can veriyordu. İnsanlar açlıktan ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Hayvan leşi ve kitap ciltlerini yemenin yanında mezarlıkları açıp insan eti de yemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında tedirginlik yaşayan bazı insanlar tövbe edip mallarını infâk ederek ölüme hazırlanıyorlardı. Bu büyük sosyo-ekonomik buhranın Fatımi Devleti’ni faturası oldukça ağır oldu. Halife Mustansir Billâh bu durumdan kurtulmak için eli mahkûm bir şekilde o dönem Suriye’de başarılı bir askeri yönetim sergileyen Akka valisi Bedrü’l-Cemâlî’ye vezirlik teklifinde bulundu. Bedrü’l Cemali’nin tüm tekliflerini kabul eden Halife Mustansir Billah onu geniş yetkilerle donattı ve oğlu Ahmed’i Cemali’nin kızıyla evlendirdi. Fatimiler’de Bedrü’l Cemali’ye kadar vezirler, tenfîz veziri (Yetkileri sınırlı vezirlik) idi. Bedrü’l Cemali’yle beraber vezirlik tefvîz vezirliğine (Tam yetkili vezir) dönüştü. Bu dönüşümden sonra vezirlik hilafet makamının yerine geçti ve bu makamdakilere ‘’Emirü’l- Cuyuş’’ denildi. Bu değişimle beraber vezirlik makamı kalem ehlinden, kılıç ehline geçmiş oldu. Fatimi Devlet yönetimindeki Türkmenlere karşı bir politika izleyen Emirü’l- Cuyuş, Fatimi ekonomisini düze çıkardı, Mekke’deki Cuma hutbeleri tekrardan Fatimi Halifesi adına okunmaya başlandı. Bedrü’l Cemali’nin bu kadar güçlü olduğu dönemde Mısır’a giden Hasan Sabbah, Bedrü’l Cemali’yle sorunlar yaşadı. Hasan Sabbah’a karşı düşmanlık besleyen vezir Bedrü’l Cemali kimi rivayetlere göre Hasan Sabbah’ı Kahire’de hapsetti. Bu konudaki rivayet tartışmalı olmakla beraber Hasan Sabbah’ı Mısır’dan sürgün ettiği kesindir. Hasan Sabbah bu olayı şöyle anlatmaktadır:

‘’O sırada yönetimde Emirü’l Cüyuş vardı. Ben de daha önce anlatıldığı üzere, mezhebin usul ve kaidelerine uyarak Nizar’ın adına davette bulunuyordum. Bu yüzden Emirü’l Cuyuş’un benimle arası iyi değildi. Hayatıma kastetmek için tetikte bekliyordu. Sonunda beni zorla Frenklerden bir grupla gemiye bindirip Magrib (Afrika’ya sürülmüş geminin kaza yapmasından kaynaklı Suriye’ye gitmiştir.) tarafına yola çıkardılar.’’

Hasan Sabbah’ın Emirü’l Cuyuş ile arasının bozuk olmasının temel sebebi, Emirü’l Cuyuş’un Halife Müstansır’dan sonra hilafette Mustansır Billah’ın büyük oğlu Nizar’ı değil, damadı Ahmed’i istemesiydi. İsmailiyye nazariyesine göre de imamet babadan büyük oğula geçiyordu. Nizar’ın adı halef olarak sikkelerde yer aldı. Hatta Müstansır Billah ölümünden önce büyük oğlu Nizar için devlet ricalinden biat almak istedi. Bu isteği Bedrü’l Cemali çeşitli ayak oyunları yaparak erteletti. Zayıf bir rivayete göre Müstansır kendinden sonra hilafetin Nizar’da olacağını Hasan Sabbah’a açıklamıştı. İsmaili imamet aktarım anlayışını ve Bedrü’l Cemali’nin niyetini bilen Hasan Sabbah, başından beri Nizar’ı destekledi ve Bedrü’l Cemali’nin yönetimindeki iktidarın icraatlarını eleştirdi.

Gemi kazasından dolayı Suriye’ye sürgün olan Hasan Sabbah, sırasıyla Halep, Bağdat ve Huzistan’dan geçip 1081’de İsfahan’a vardı. İsfahan’dan Kirman ve Yezd bölgelerine giderek İsmaili propaganda ve örgütleme çalışmaları yaptı. Daha sonra üç yıl kalacağı Damgan’a geçti. Damgan’daki üssünden İran’ın kuzey yaylaları, Hazar vilayetleri ve Alamut kalesinin de içinde bulunduğu Deylem bölgesine çok sayıda dai gönderdi. Hasan Sabbah yaklaşık 9 yıllık propaganda faaliyeti sırasında İran’ın orta ve batı bölgelerinde yoğun Selçuklu otoritesini görmüş, propaganda çalışmaları sırasında zorluklarla karşılaşmış ve takibatlardan zor kurtulmuştu. 9 yıllık propaganda faaliyeti sonucunda devlet tarafından takibe alınan Hasan Sabbah artık merkezi bölgelerde propaganda ve örgütleme çalışması imkânı kalmadığını anlayınca ‘’Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.’’ edasıyla gözünü dağlık bölgelere dikti. Bölgeye gönderdiği dialer ve kendi keşifleri sonucunda hem güçlü mevzisi, hem hâkim bir konumu hem de bölgenin demografik yapısından dolayı ‘’Aluh amut’’ kelimelerinden meydana gelmiş olan ve kartal yuvası manasına gelen Alamut’ta karar kıldı.

İsmaili propaganda çalışmalarından haberi olan ve bundan büyük rahatsızlık duyan Selçuklu veziri Nizamül-Mülk, Hasan Sabbah’ın yakalanmasını emretti. Hasan Sabbah bu durumu ve Alamut’a varan gizli yolculuğunu şu şekilde anlatıyor:

“Nizamü’l Mülk’ün bu Müslim Razi’ye beni yakalamak için emir vermesi üzerine, o her yerde büyük bir gayretle beni aramaya başladı. Ondan dolayı Rey’e gitmedim. Daha önce dailer gönderdiğim Deylaman’a gitmek istiyordum. Bunun için önce Sarf ye oradan da Dundabevend ve Rey’in bir kasabası olan Huvar yolundan Kazvin’e vardım ve böylece Rey’den uzaklaşmış oldum. Kazvin’den Deyleman’a, oradan Aşvakar bölgesine oradan da Alamut’a bitişik olan Encirud’a gittim. Orada bir süre ikamet ettim.”

Deylem baç dailiğine atanan Hasan Sabbah bölgede İsmaili propagandayı yeniden canlandırdı ve kendisine çok sayıda refik buldu. Zeydiliğin merkezi durumunda olan Deylem bölgesi geçmişten o zamana kadar içerisinde senkretik din anlayışına ait birçok unsuru içersinde barındırıyordu. Bölge Zerdüştlük, Mani ve Mazdekçiliğin önemli merkezlerinden birisiydi. Hasan Sabbah daha önceden Alamut’a gönderdiği dailerin uzun süren propaganda çalışmaları aracılığıyla kaleyi içten fetheder hale geldi. Hasan Sabbah son planlamalarını yapıp dailer aracılığıyla kaledeki birçok kişiyi İsmaili davaya kattıktan sonra 4 Eylül 1090 tarihinde kılık değiştirip kendisini ‘’Dehhuda’’ adlı bir öğretmen şeklinde tanıtarak kaleye girdi. Kaleye girdiği esnada kalenin sahibi ve yönetici Mehdi isimli bir Zeydi’deydi. Mehdi’nin en yakın adamları Hasan Sabbah’ın Alamut’a gönderdiği Hüseyin Kaini tarafından İsmaili yapılmıştı. Dehhuda adlı kişinin Hasan Sabbah olduğunu öğrenen Mehdi kaleden ayrılmaya karar verdi. Hasan Sabbah Mehdi’ye daha sonra Girdkuh ve Damgan valisi olacak olan Reis Muzaffer Mustavfi’ye iletmek üzere bir mektup verdi. Mektupta Mehdi’ye kalenin bedeli olarak 3 bin altın dinar ödenmesi gerektiği yazıyordu. Muzaffer Mustavfi mektubu alır almaz parayı hemen ödedi. Mektup şöyle:

‘’Reis- Allah onu korusun-, Alamut’un bedeli olarak 3 bin dinar altını Alevi-yi Mehdi’ye ödesin. Selam peygamberlerin en seçkinine ve onun evladına olsun. Allah bize yeter. O ne güzel Vekil’dir.’’

Alamut’u bir üs haline getiren Hasan Sabbah Mısır, Suriye, Azerbaycan ve diğer bölgelere İsmaili propagandayı yaymak için çok sayıda dai gönderdi. Bu dailer kent ve kasabalarda İsmaili hücreler oluşturdu. Bu hücreler darü’l-hicre şeklinde kullanıldı.

Alamut’un Hasan Sabbah tarafından ele geçirildiği öğrenen Melikşah ve veziri Nizamül-Mülk bundan hayli rahatsızlık duydu ve Hasan Sabbah’ı ortadan kaldırmak için planlar yapmaya başladılar. Öncelikle Hasan Sabbah’a bir heyet gönderen ve kendisine biat etmesini isteyen Melikşah’a Hasan Sabbah’ın cevabı ise şöyle oldu:

‘’Biz imamızdan başka birilerinin emirlerine boyun eğmeyiz. Sultanların maddi ihtişamı bizi etkileyemez. Sultanınıza söyleyin, bıraksın bizi hücremizde barış içinde yaşayalım. Eğer rahatsız edilirsek, ellerimize silahlarımızı almak zorunda kalacağız.’’ dedi. Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere Hasan Sabbah, kendilerine saldırmayan hiç kimseye saldırı düzenlemedi. Nitekim Hasan Sabbah Alamut’a henüz yerleşmişken ilk saldırı Rudhar bölgesi valisi Yorun Taş’ın kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri tarafından yapıldı.

Yorun Taş, sık sık Alamut eteklerini saldırı düzenlemeye başladı, Hasan Sabbah’ın davetini kabul eden bölge halkını öldürüp mallarını yağma etti. Bu saldırılar esnasında Alamut civarında yaşayan halk erzak sıkıntısına bağlı olarak açlık çekmeye başladı ve umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu doğurdu. Hasan Sabbah bu durumu dönemin Mısır Fatimi halifesi Mustansir Billah’ı devreye sokarak çözdü. Halka Mustansir Billah’ın kendilerine yardım göndereceğini ve yakında başarıya ulaşacağını anlattı. Halk bu haberden sonra aldığı motivasyonla saldırılara direndi. Bundan dolayı oraya ‘’belde-i ikbal’’ yani iyi talih/başarı kenti dendi. Yorun Taş’ın ani ölümüyle beraber kuşatma son buldu. Oldukça büyük düşman saldırısına maruz kalan Hasan Sabbah mecburen savunma pozisyonuna geçti. Yorun Taş’ın başarısız olduğu haberi duyan Melik Şah küplere bindi. Nizamül-Mülk ile beraber yeni kuşatma planları yaptı. Tarihler Haziran 1092’yi gösterdiğinde Hasan Sabbah ve yoldaşlarını ortadan kaldırmak için Rudbar ve Kuhistan’a Arslan Taş ve Kızıl Sarık komutasında iki ordu gönderdi. Bu iki güç Rudbar ve Kuhistan üzerinden Alamut’u kuşatma planı yaptı. Kuşatma yaklaşık 4 ay sürdü. Arslan Taş komutasındaki ordu da Alamut’u kuşattı. Kuşatma esnasında Alamut Kalesi’nde Hasan Sabbah’la beraber yetmiş kişi vardı. Erzak yollarının kesilmesinden dolayı erzak tükenme noktasına geldi. Hasan Sabbah Kuşatmayı kırmak için bölgedeki davetçilere acil haber saldı. Dai Dihdar Abu Ali Kazvin bölgesinden yaklaşık 300 kadar kişiyi, silahı ve erzağı Alamut kalesine getirdi. Tarihler Eylül-Ekim 1092’yi gösterdiğinde yeni gelen savaşcılar çevredeki halk orduyu saldırı düzenledi ve bozguna uğrattı. Kızıl Sarık komutasındaki güçler ise Kuhistan’da başarılı olup İsmaililier’in yaşadığı Dara Kalesi’nin ele geçirmek üzereyken Hasan Sabbah ve yoldaşları ilk eylemlerini yaptılar.

Tarihler 16 Ekim 1092’yi gösterdiğinde azılı bir Şii düşmanı olan ve iftirada oldukça usta olan Nizamül-Mülk, sufi kılığına giren Tahir Arrani isimli bir fedai tarafından öldürüldü. Nizamül-Mülk’ün ölümünden 35 gün sonra da Melikşah öldü. Bu haberi alan ordu tüm güçlerini geri çekti. Bu eylemle aynı zamanda sadece İsmaili davet yaptığı için Nizamül-Mülk’ün emriyle acımasızca katledilen dai Tahir El Neccar’ın da intikamı alınmış oldu. Tam bu sıralarda İsmaililikte de büyük iç çatışmalar yaşanmaya başladı. Dönemin İsmaili imamı ve Fatimi Halifesi Müstansır vefat etince vezir Efdal (Bedrü’l Cemali ölünce yerine oğlu Efdal vezir tayin edildi.) hızlı davranıp Müstansır’ın küçük oğlu Ahmedi namıdiğer Müstali’yi tahta oturdu. Oysa İsmaili imamet anlayışına göre imamet Müstansır’ın büyük oğlu Nizarda’ydı. Bu durumun farkında olan İran, Irak ve Suriye İsmailileri Müstali’nin imametini kabul etmedi ve imametin gasp edildiğini düşündü. Hasan Sabbah, Nizar’ın gasp edilmiş imam olduğunu söyledi ve Mısır’daki Fatimi Karargahıyla tüm bağını kopararak bağımsız bir Nizari İsmaili Devleti kurmuş oldu. Bu ayrışmanın ardından İsmaililer Nizariler ve Mustaaliler (Mustaliler de daha sonra Tayyibiye ve Hafıziyye olarak bölündü.) olarak ikiye ayrıldı. Nizar’ın ölümünden sonra Hasan Sabbah hüccet oldu. Hüccet, imamın gizlilik döneminde ki temsilcilerine verilen isimdir. İmam değil, imama zemin hazırlayan kişidir. Nitekim Hasan Sabbah kendisini hiçbir zaman imam olarak tanımlamadı hatta vefat etmeden önce vasiyetinde ‘’İmam ülkesine geldiğinde, onun yanında yer alın.’’ dedi.

Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti on yılı aşkın sürecek olan taht savaşlarına sahne oldu. Melikşah’ın oğlu Berkyaruk ile Muhammed arasında çıkan kavgalardan dolayı devlet otoritesi zayıfladı. Bu durum Hasan Sabbah’ın İsmaili propagandayı ilerletebilmesine katkı sundu. Bu süreçte çok sayıda kale ele geçirildi ve İsmaili davaya insan kazandırıldı. Berkyaruk iktidarda kaldığı müddetçe İsmaililer’e karşı herhangi bir savaş yapmadı. Berkyarık 1105’te ölünce yerine kardeşi Muhammed Tapar geçti. Muhammed Tapar iktidarı alır almaz Alamut’a küçük seferler düzenletti. Alamut’un tek seferde büyük bir orduyla alınamayacağının farkında olan Tapar, yıpratma taktiğiyle Alamut’taki direnişi zayıflatacağını düşündü. Muhammed Tapar Alamut’a yönelik ilk büyük saldırıyı 1107’de yaptı. İlk olarak Kuhistan’daki Şahdiz Kalesi’ne saldırı düzenleyen Selçuklu kuvvetleri kaleyi işgal etti. İsmaililer büyük bir direniş göstermelerine rağmen hem sayıca az olmaları hem de karşı tarafın teknik üstünlüklerinden dolayı acımasızca öldürdüler. Kalenin sorumlusu Dai Ahmet bin Abdülmelik’i tutuklayıp, Isfahan’ın sokaklarında teşhir ettikten sonra taşa tutup derisini yüzerek katlettiler.

Şahdiz Kalesi’nin işgal edilmesinden hemen sonra Alamut’a yönelik toplamda 8 yıl sürecek kuşatma başladı. Kuşatma boyunca bölgedeki tüm ekinler yakıldı, ambarlar yağmalandı. Alamut’ta yaşayanlar büyük kıtlıkla karşı karşıya kalmalarına rağmen tüm güçleriyle direndiler. Kuşatma sürecinde kalede yaşayan birinin günlük yiyeceği bir ekmek ve üç tane cevizdi. Tarihler Haziran 1117’yi gösterdiğinde Muhammed Tapar, kalelere mancınıkla ateş edilmesi emri verdi. Şiddetli çarpışmalar yaşanırken Mart 1118’de Sultan Muhammed Tapar’ın ölüm haberi gelince ordu geri çekildi. Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra tekrar taht kavgaları başladı. Kavgaların sonucunda Sultan Sancar egemenliği eline aldı. Sultan Sancar tahta oturunca tıpkı ataları gibi İsmaililer’e düşmanlık besledi. İlk başta Kuhistan’a ardından da Alamut’a hareket etti. Durumdan haberdar olan Hasan Sabbah, Sultan Sencer’e barış için elçi gönderdi. Gönderilen tüm elçiler Sultan Sancar tarafından reddedildi. Hasan Sabbah, Sultan Sancar’ın barış tekliflerine yanaşmadığını anlayıp saldırılardan vazgeçmediğini görünce sultanın yatağına kabzasına kağıt sarılı olan bir hançer koydurttu. Kağıtta şunlar yazılıydı:

‘’Senden çok uzakta Alamut kayalığı üzerinde yattığım seni aldatmasın, çünkü en yakın kimselerin benim buyruğumdadır ve benimle beraber hareket ederler. Yatağına bu hançeri koyabilen biri onu yumuşak göğsüne de saplayabilirdi. Bu sana ihtar olsun.’’ Sultan Sancar bunun üzerine hemen kuşatmayı kaldırttı ve 1123 yılında Nizari İsmaili devletini tanıyan bir barış antlaşması yaptı. Anlaşmayla beraber çeşitli bölgelerden vergi ve kervanlardan geçiş parası alma hakkını İsmaililere verdi. Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut’a giren ve oradaki kütüphaneden çeşitli kitapları alan Moğol vakanüvis Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Alamut Kütüphanesi’nde Sultan Sancar’a ait barış fermanlarının olduğunu yazar. Hasan Sabbah Mayıs 1124’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince kendinden sonra devletin, propagandanın ve ordunun başına geçmesi için 3 kişiyi görevlendirdi. Bozorg Ümid’i kendinden sonraki halefi tayin etti. Propaganda işlerini Dihdar Abu Ali Ardistani’ye askeri işleri de Hasan-ı Âdem-i Kasrani’ye verdi. Onlara ‘’Eğer bir gün imam gelir ve devletin başına geçerse onun yanında yer alın.’’ vasiyetini yaptıktan sonra 23 Mayıs 1124 Cuma günü vefat etti. Naaşı için Rudbar’da türbe yapıldı. Bu türbe Moğollar tarafından yıkılana kadar Nizari İsmailileri için en önemli ziyaretgâhlardan birisi oldu. Nizariler Hasan Sabbah’a ölümünden sonra da büyük saygı duydular ona Seyyidina yani ‘’efendimiz’’ dediler. Hasan Sabbah’ın vefatından 1256’ye kadar Nizari İsmaili devleti varlığını sürdürdü. Rükneddin Hürşah yönetimindeki Alamut Kalesi, son dönem yöneticilerinin gerek düşünsel anlamda yozlaşma ve Sünniliğe kayışından gerekse de direnişin yerini uzlaşma isteklerinin almasından ötürü 1256 yılında işgal edildi, yağmalandı ve yakıldı. Ondan ve onun dışında kalan kalelerden sadece birkaçı kalıntılarıyla günümüze ulaştı.

Nizari İsmaili Devleti döneminde bölgenin sosyo-ekonomik durumu

Hasan Sabbah’ın Nizari İsmaili Devleti’ni kurduğu dönemde, İran toprakları Selçuklu egemenliği altındaydı. Sünni İslam’ın koyu bir savunuculuğu yapan Selçuklu rejimi bölgede Şii karşıtı propaganda örgütlüyordu. İran’da, Gazneli ve Karahanlı hanedanlıklarıyla başlayıp Selçuklu döneminde zirve noktaya ulaşan Türk ve Sünni egemenliği, İran yerleşik kültür ve kimliğiyle ciddi uyuşmazlıklar yaşıyordu. Bölgede asırlardır süren Arap ve Türk egemenliğine rağmen, İran kimlik ve kültürü halkların kolektif belleklerinde korunmaktaydı. Bu ulusal kolektif bellek, sınıfsal çelişkilerle de birleşince bölgede ciddi isyanlar ve başkaldırılar patlak vermeye başladı.

Hasan Sabbah en büyük desteği, kırsal alanda yaşayan topraksız köylüler, esnaf ve sanatkârlar ile yaylacılar gibi alt sınıflardan gelen mülksüz insanlardan aldı. Alt sınıflardan gelen bu insanlar, ikta sisteminden dolayı Selçuklu emirlerinin ve yabancı Türklerin boyunduruğu altındaydı. Kuhistan ve Deylem başta olmak üzere çeşitli bölgelerdeki Selçuklu Emirleri sultan adına toprakları ikta olarak elinde tutuyordu. Toprakları işleyen halka ağır vergi yükü getiriyor, gerektiğinde de toprağı işleyen köylüden sultana yardım etmek için yerel ordu oluşturuyordu. Alt sınıflar, Orta Asya’dan gelen Türk akınlarıyla bölgeye gelen askerlerin kasaba ve köylerdeki talanlarından, Selçuklu’nun asimilasyon politikaları ile ağır vergi yüküne dayanan baskıcı ve sömürücü politikalarından oldukça rahatsızdı. Buna karşın İsmaililer tarafından alınan topraklarda daha adil ve eşit muamele vardı. Selçuklu egemenliğindeki topraklarda yaşayan halk, İsmaili topraklarda yaşayan halka ve düzene imreniyordu.

İsmaililer’in sahip olduğu topraklarda büyük uçurumlara yol açacak sınıf farklılıkları yoktu. Seferler sonucu elde edilen ganimet, bölgede yaşayan tüm halka eşit bir şekilde dağıtılıyordu. Bununla beraber İsmaililer de kolektif bilinç oldukça yaygındı. Belirli bölgelerdeki sulama işlerini yapmak, arazileri ıslah etmek ve kaleleri onarmak bir kamu işi olarak görülüyor ve herkes yeteneği oranında bu işlere gönüllü bir şekilde katkı sunuyordu. Hangi sınıftan olursa olsun yetenekleri elveren kişi bir kalenin valisi ya da daisi olabiliyordu. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes birbirine yoldaş anlamına gelen refik diye hitap ediyordu. Bununla beraber Nizari liderlerin yaşamı da halk üzerinde büyük etki bıraktı. Selçuklu sultanlarına göre oldukça münzevi ve sade bir hayat yaşayan Nizari liderler halkta büyük sempati uyandırmıştı. Tüm bu sosyo-ekonomik etkenler, Nizari İsmaililerin bölgede hızla genişlemesine ve başarısına sebep oldu.

Alamut’ta yaşam, “cennet bahçeleri ve haşhaşi” yalanları

Hasan Sabbah, Alamut’u ele geçirdikten vefat edinceye kadar odasından sadece iki defa çıkmıştır. Ömrü boyunca ezilenlerin kurtuluş mücadelesine katkı sunmak ve ezen ile ezilen çelişkisinin olmadığı bir dünyayı kurmak için okumuş, yazmış, çalışmış ve yeni daveti (Muktedir Billah’ın ölümünden sonra meşru imamın Must’ali olduğunu savunanların propagandasına ‘’ed- Da’vetü’l-kaime / eski davet’’, imametin Nizar’da olduğuna inananlar ve bunu propaganda edenler de davetlerine ‘’ed- Da’vetü’l-cedide/yeni davet/Talim öğretisi’’ denilmiştir.) yaymıştır. Hasan Sabbah’ın yazdıklarının çoğu yakılmıştır. Bugün bazı bölümleri kaybolmuş olsa da ondan geriye kendi otobiyografisi ‘’Sergüzeşt-i Seyyidina’’, mezhebin esaslarının anlatıldığı ‘’el-Fusulü’l-erba’a’’, ve Sultan Melikşah’a yazdığı söylenen mektup ‘’Cevab-ı Hasan Sabbah be-Rika’a-i Sultan Celaleddin Melikşah-ı Selcuki ve Münacat’’tır. Bu eserlerin orijinalleri bir bütün olarak günümüze ulaşmamıştır.

Hasan Sabbah, tüm ikbali reddederek sade ve münzevi bir hayat yaşamıştır. Alamut’ta yaşadığı süre boyunca en yakınları dahi olmak üzere hiç kimseyi kayırmamış, herkese adil ve eşit davranmıştır. Hasan Sabbah’ın adilliğini ve hakkaniyetini ona düşman konumda bulunan vakanüvisler bile söylemişlerdir. Hasan Sabbah oldukça da katı ve kuralcı bir insandı. Böyle olması da gerekiyordu. Çünkü düşmanın amansız saldırıları karşısında, zevke, sefaya ve eğlenceye değil; düşünmeye, yazmaya, strateji geliştirmeye ve savaşmaya ihtiyaç vardı. Hasan Sabbah ve yoldaşları bu etmenlerden dolayı bırakın haşhaş kullanmayı, Alamut’ta müzik aleti çalmayı ve içki içmeyi de yasakladı. (Güncel bir örnekten yola çıkarsak; Gezi Direnişi döneminde polis saldırıları karşısında alkol kullanımının direnişi zayıflatacağı düşünülerek direniş alanında alkol alınmaması kararlaştırıldı.) Bu konu, Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut Kalesi’ne giren ve oradaki gözlemlerini anlatan ve bu konuyla ilgili ilk ve birincil kaynak olan Cüveyni’nin Tarih-i Cihan Güşası’nda şöyle geçmektedir:

‘’Hasan-ı Sabbah’ın, koyu sofuluk, nefse hâkimiyet, doğruluktan şaşmama, hatadan uzak durma gibi esaslar üzerine bina ettiği kanunlar ve nizamlar yüzünden, Alamut’ta ikamet ettiği 35 yıl zarfında hiç kimse açıktan şarap içemedi ve şarap küpünün yanına dahi yanaşamadı. Çok sıkı bir düzen kurdu. Mesela kalede ney çalan birini kalenin dışına attırdı ve onun bir daha kaleye girmesine izin vermedi.’’

Hasan Sabbah’ın bir eşi, iki kızı, Hüseyin ve Muhammed adında da iki oğlu vardı. Eşini ve iki kızını halktan kopmamaları ve kendi emekleriyle geçinmeleri için Girdkuh yöneticisi Muzaffer’e ‘’Davamıza yardımcı olmaları için bu kadınlara ip eğirt. Yaptıkları işin karşılığı olarak onlara ücretlerini öde.’’ mektubunu yazarak Girdkuh’a gönderdi. Bir oğlunun içki içtiği haberini alan ve bununla ilgili Alamut halkının ‘’Sen bize içki içmeyi yasakladın, kendi oğlun içki içiyor.’’ şikayetleri üzerine oğlu Muhammed’i öldürdü. Diğer oğlu Hüseyin’i ise bir cinayete karıştığından dolayı öldürdü.

Alamut’ta yaşadığı süre boyunca sınıf intiharının, zühd yaşamının ve ‘’ölümden önce ölme’’nin bir sembolü olan dikişsiz beyaz bir elbiseyle dolaşan Hasan Sabbah, Alamut’u sağlam bir askeri üs ve uzun süreli yaşam alanı yapmak için büyük mühendislik çalışmalarına imza attı. Su kanalları açtı, meyve ve sebze yetiştirebileceği bahçeler ve tahıl ambarları oluşturdu. Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçeleri, resmi tarih yazıcıları tarafından ‘’Mum söndü’’ iftirasında olduğu gibi daha sonraki süreçte “Huri gibi kızlarla afyonkeş fedailerin aşk ve meşk yaptıkları sahte cennet” kurgusu üzerinden karalama kampanyasının aracı yapıldı. Hasan Sabbah ve refiklerinin Alamut’ta haşhaş kullandığına ve huri gibi kızlarla cennet hayatı yaşadığına dair bir bilgi ilk dönem ve birincil kaynakların hiç birisinde geçmez. Hasan Sabbah’a oldukça fazla düşmanlık beslemesine rağmen o dönem yaşamış ve Alamut’u görmüş tarihçilerden birisi olan Cüveyni, kitabında bu tarz karalamalara yer vermez. Cüveyni kendi gözleriyle gördüğü Alamut Kalesi’ni şöyle tasvir eder:

‘’… Kütüphaneyi görme istediği padişaha arz ettikten sonra ona ‘’Oradaki nefis kitapları ziyan etmemek gerekir.’’ dedim. Bu teklifim, padişahın hoşuna gitti. Emri üzerine oraya gidip Kur’an-ı Kerimler’den ve faydalı kitaplardan elime geçenleri çıkardım, kürsilerden (Usturlabın bir parçası) rasat aletlerini, zatu’l halak (Yıldız gözetleme aleti) ve tam usturabları (Yıldızların yükseklik derecesini bulmaya yarayan alet) ve bunun gibileri aldım. O kale çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile o duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç kullanarak büyük hacimli su depoları yapmışlar. ‘’Kayadan evler yonttuğumuz’’ ayetinin dediğini yerine getirmişlerdir. Bunun dışında çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenler inşa etmişler. O kale yağma edilip yiyecekler çıkarılırken yağmacının biri, bal deposunu su havuzu sanmış ve yunus balığı gibi oraya dalmıştı. Bahru ırmağından kalenin dibine kadar bir su yolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının önünü taşla kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında denizi andıran, taştan havuzlar vardı. Kaleden inen su depolanmak için orada birikir, fazlası dışarı atılırdı. Ta Hasan-ı Sabbah’ın zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı sıvı ve katı yiyecekler, oradaki depolarda bozulmadan kalabilmişti. ‘’

Hasan Sabbah Alamut’a yerleştikten sonra şöyle bir hutbe verdiği rivayet edilir:

“Ey Alamut halkı! bizim hakim olduğumuz beldelerde bugünden gayri kölelik, cariyelik yasaklanmıştır. Kimse köle ve cariye alıp satamaz. Anne ve babalar artık oğullarının köle ve kızlarının cariye olmasından korkmayacak. Ey Alamut halkı! bundan sonra bizim hakim olduğumuz yerlerde topraklar herkes arasında eşit paylaşılacak. Nizamül-Mülk gibi binlerce köyü ve toprağı olup da, o köylerde yaşayanlar gibi aç, fakir ve yoksun bizim topraklarımızda kalmayacak.”

Alamut’ta dönemin şartları içinde oldukça gelişmiş olan bir haberleşme ve iletişim ağı bulunmaktaydı. Bu haberleşme kimi zaman kaleler arası aynalarla kimi zamanda güvercinler aracılığıyla yapılmaktaydı.

Alamut aynı zamanda bir düşünce ve felsefe okuluydu. Kale içinde bulunan kütüphane arkeologların tespitlerine göre İskenderiye kütüphanesinden daha büyüktü. Bu kütüphane Moğol orduları tarafından tahrip edilmiş, günümüze sadece Cüveyni’nin kurtarabildiği kitaplar ulaşmıştır.

Fatımiler, Suriye Nizarileri için 1123 yılında çıkan Nizari İsmaili karşıtı risalede ‘’Hashishiyya’’ kavramanı kullansa da bu kullanımın iktidar kavgası veren Ortodoks Şii Fatimileri’nin, Nizari İsmaililer’I için ‘’din sapkınlığı’’ anlamında kullandığı tarihsel ve teolojik bir gerçektir. Bir bütün olarak Hasan Sabbah ve refikleri için ‘’haşhaşi ve cennet bahçeleri’’ kavramlarının nasıl ortaya çıktığıyla ilgili hem filolojik hem de tarihsel olarak çeşitli izahlar olsa da bu tanımları, günümüzdeki bağlamıyla ilk olarak kullananların batılılar olduğu bir gerçektir.

‘’Haşhaşiler” tanımı, İsmaili savaşçıların haşhaş kullanıp eylem yapmaları sebebiyle değil; dinin özünü esasını benimseyenler anlamına gelen esasiyun deyiminin tahrif edilerek “haşşaşiyun”a (afyonkeşler) dönüştürülmesiyle icat edilmiştir. İsmaililer, Kudüs’ü bir Müslüman toprağı olarak gördükleri için dönemin Kudüs kralı Conrad of Montferrad’ı suikastla öldürmüşlerdir. Bu suikastın ardından haçlılar büyük bir paniğe kapılmış, bu savaşçıları assassin olarak tanımış ve bunların bu eylemleri bu kadar fedakârca ver korkusuz yapabilmelerinin afyon çekmeden olmayacağını düşünerek bunlara ‘’Haşhaşiler’’ demişlerdir. ‘’Esasiyun’’ yani dinin esaslarına bağlı kalanlar kelimesi de dönüşerek haşhaşiyun adını almıştır. Oysa ki savaşçılar, bu gücü inançlarından almaktaydılar. Samir Amin’in dediği gibi: ‘’Eylemci Haşhaşilerin tutucu ve net bir imandan başka uyuşturucuları yoktu ve olamazdı.’’

Son derece stratejik ve zor hedeflere siyasi amaçlı suikast düzenleyen savaşçıların, esrara ve kadına düşkün olmaları mümkün değildir. Cüveyni bile İsmaili yöneticilerin yanlarına asla kadın yaklaştırmadıklarını belirtir. Hedeflerini gerçekleştirmek için her türlü kılığa giren ve bunun için düşman saflarında uzun süre ajan şeklinde bulunan savaşçıların hedeflerine ulaşabilmeleri için aklı örten her türlü maddeden uzak durmaları gerekmektedir. Bu maddeleri alan birisinin stratejik hedeflere suikast düzenlemesi mümkün değildir. Aklı örten içki, uyuşturucu vb. maddelerin yasak olması, İsmaililer de yaygın görülen bir uygulamadır. Devrimci İsmaililik, aynı zamanda bir eğitim, kültür ve istihbarat hareketi olduğu için insanı oyalayan ve onun düşünmesini engelleyen her türden madde yasaklanmıştır. 1000’li yıllarda Bahreyn Karmatileri’ni ziyaret eden İsmaili seyyah Nasır-ı Hüsrev, Karmatiler’de de içkinin tüketilmediğini Sefername adlı eserinde yazmaktadır.

Hasan Sabbah ve refikleriyle ilgili bugün gündemde olan karamaların neredeyse tamamı İtalyan seyyah Marco Polo’nun yalanları ve bilinçli çarpıtmalarına dayanmaktır. Marco Polo, Hasan Sabbah’tan yaklaşık 200 yıl sonra Alamut’tan 300 km uzakta olan İpek Yolu’ndan geçerken Hasan Sabbah ve Fedailer hakkında bölgedeki dedikodulardan ve İtalya’da hapishanede kaldığı dönemlerde esir denizcilerin anlattığı egzotik hikâyelerden bir kurgulama yapmış ve bu kurguyu ‘’gerçek’’ diye lanse etmiştir.

Marco Polo, Alamut kalesini görmeden Alamut ve İsmaililik hakkında yazan ve bölgedeki Ortodoks Sünni anlatının karalamalarından etkilenerek Hasan Sabbah’ı bilimsel değil; kendi kurgularından yola çıkarak anlatan bir seyyahtır. Marco Polo, Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçelerini bir kurgu ile ‘’Hurilerle seks partilerinin yapıldığı cennet bahçelerine” çevirmiş, ezilenlerin kurtuluş mücadelesine olan sarsılmaz inançları ve bu inançlarından dolayı dönemin sömürgenlerine karşı korkusuz ve teslim olmayan bir feda mantığıyla gerçekleştirilen eylemleri de ‘’haşhaş içerek eylem yapıyorlar.’’ diye kurgulamıştır.

İlk dönem İslam Tarihi kaynaklarının hiçbirisinde geçmeyen bu kavramlar, cennet deyince aklına huriden başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın mal bulmuş magribi gibi saldırmasıyla da çok sonraki dönem İslam Tarihi kitaplarına geçmiştir. O döneme kadar tüm İslam Tarihi kaynaklarında sadece ‘’Batıniler’’, ‘’Talimiler’’ ve ‘’Mülhidler’’ şeklinde tanımlanmışlardır.

Hasan Sabbah ve refikleri aynı zamanda bugünkü karşılığı antiemperyalist olan bir duruşa sahiptiler. Haçlı saldırıları sırasında Şam’ı savunan ve ünlü tarihçi İbnü’l Kalanisi tarafından “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar” olarak adlandırılan bu kişiler aynı zamanda da Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’ye altın tepside sunmuşlardır.

Hasan Sabbah ve refikleri kendisinden olmayanların derilerini yüzüp içine saman dolduran Selçuklu despotik yönetime karşı ezilenlerin devrimci şiddetini uygulamışlardır. Bu savaşçılar, hiçbir zaman sivil ve masum halka saldırmamış, tam tersine onları sömüren ve zulmeden yöneticilere karşı suikast düzenlemişlerdir.

Genel değerlendirme ve sonuç

Köleci ve feodal toplum aşamalarının devrimci duruşları olarak ortaya çıkan tek Tanrılı dinler, iktidarlaşma süreci ve tarihsel koşulların etkisiyle karşı devrime uğrayıp gericileşmiştirler. Çıkışı itibarıyla kurulu düzene bir isyan dili olan dinler, daha sonraki süreçlerde isyanları bastırmakta en önemli araçlar haline gelmiştir. Her din isyanla başlamış, her isyan da dinle bastırılmıştır. Tecrübe odur ki, hakikati savunanlar her zaman azınlıkta kalmıştır. İsyanların tarafında olanlar mağlup gibi gözükse de onurlu duruşlarıyla ezilenlerin zihin dünyasında yerlerini almışlardır.

Yaşadığımız topraklar, tek tanrılı dinlerin de doğduğu topraklardır. Bu topraklarda zulme karşı kılıç kuşananlar sadece devletin ‘’terörist’’ tanımından değil, aynı zamanda da devletli din adamlarının ‘’zındık, sapkın ve haşhaşi’’ yaftalarından nasibini alır ve almaya da devam etmektedir. Bu topraklardaki iktidar sahipleri, kendi bekası için dini kullanmış, iktidarının bekası ile dinin bekasını eş tutmuş, resmi din anlayışını ‘’hak’’ diğerlerini ise ‘’batıl’’ görmüştür. Bu bağlamıyla Tanrı devlet ve ‘’Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ sultan anlayışının hüküm sürdüğü bu topraklarda, sömürgen bozuk düzene karşı çıkanlar aynı zamanda Allah’a da karşı çıkıyormuş gibi görülmüştür. Tarihten günümüzde değin verilen ‘’Zındıklık, mülhidlik ve mürtedlik’’ fetvalarının neredeyse tamamı dini değil, siyasi sebeplidir. Bu algı yönetimlerinin ve gösteri toplumunun figüranlığını yapan menfaatperestler, gösteriyi bitiren gongu çalıncaya ve aslanlar da kendi tarihini yazıncaya kadar var olacaktır. Düzen böyle işliyorken düzenin çarklarına çomak sokan insanlar elbette çıkmış ve çıkmaya devam edecektir. Düzenin çarklarına çomak sokanları, tarihin sayfalarında ‘’mülhidler kılıçtan geçirildi.’’ şeklinde görürken modern zamanlarda da ‘’operasyonlarda ölü ele geçirilenler’’ olarak görürüz. Ezilenler, sömürünün olmadığı yeni bir dünya için yapılan eylemlerle yeni moral değerler kazanırken, egemenler o eylemleri yapanları katlederek bu moral değerleri yerle yeksan etmekten geri durmazlar. Egemenler, sadece katletmekle kalmaz aynı zamanda psikolojik savaş yöntemlerine de başvurarak amansız bir mücadele sürdürürler. Bu bazen bir tarih kitabında olur bazen de bir haber bülteninde. Adanmışların, atanmışlar üzerinde yarattığı gerilim oldukça sıkıntı verici olduğundan onları sadece günümüzde değil, tarihin sayfalarında da yalanlar ve çarpıtmalarla mahkûm etmeye devam ederler.

Hiç şüphesiz resmi tarihin çarpıtmalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisidir Hasan Sabbah. Böyle olması da doğaldır doğal olmasına çünkü sömürgecileri, kendi korunaklı kalelerinde hançerletmiştir. Hasan Sabbah düşmanlarına (Sünni Bağdat halifeleri, Haçlılar, Moğollar, Selçuklu Sultanları) öncelikle barış teklif etmiş ama tüm teklifleri geri çevrilmiş ve kendisine saldırılmıştır. Evet, silahlıdır ama kendisine saldırmayanlara ve masumlara karşı hiçbir zaman silah kullanmamıştır. Tarihte, zorun rolünün başarısı ve gerçekliği aşikardır. Yeryüzünde şiddet olmadan kurulmuş tek bir uygarlık dahi yoktur. Esas olan şiddetin niteliği ve yöneldiği hedeftir. Bu bağlamıyla Hasan Sabbah ve yoldaşlarının tüm eylemleri bölge halklarına zulmeden ve onları sömüren yöneticilere karşı olmuştur.

Hasan Sabbah ve yoldaşlarına yönelik ‘’Haşhaşi’’ egemen karalamalarının aksine onlarda oldukça güçlü bir grup, dayanışma ve ideolojik bağlılık duygusu vardır. Egemenler bu gerçeği bilmelerine rağmen tıpkı modern zamanda olduğu gibi bir insanın ulvi değerler uğruna ölümü göze alabileceğine asla inanmak istememişlerdir. Modern zamanlarda feda eylemlerini bir türlü anlamlandıramayan, dünyasını kendi dar dünyalarından ibaret sanan, bireyciliği ve hazcılığı savunanlar, feda eylemleri yapanlar için günümüzde nasıl ‘’beyni yıkanmışlar’’ diyorsa o zamanlar da benzer eylemleri yapanlar için ‘’haşhaş kullananlar’’ demişlerdir.

Hasan Sabbah ve yoldaşları hem içten sızma şeklindeki eylemleriyle hem gizlilikleriyle, hem ajitasyon-propaganda faaliyetleriyle ve en önemlisi de insanın insanı sömürmediği adil ve eşitlikçi bir dünya görüşü benimsediklerinden dolayı oldukça fazla ‘’tehlikeli’’ olmuşturlar. Tarihin sınıf kavgalarından ibaret olduğu bir gerçektir. Hasan Sabbah ve yoldaşları da tam bu sınıf kavgalarının göbeğinde doğmuş, ezilenlerin saflarında çarpışmışlardır.

Kendi dönemleri içerisinde oldukça ilerici ve eşitlikçi bir anlayışa sahip olan Hasan Sabbah’ın ne günümüz radikal İslamcı örgütleriyle ne de ‘FETÖ’yle ne ideolojik ne de pratik anlamda ortak yanı yoktur. Nizari İsmailileri bu örgütlerden, ilim ehli olmaları, komünal, özgürlükçü ve adil bir toplum modeli anlayışlarından ötürü hem ideolojik hem ekonomi-politik, hem de eylemlerinin yöneldiği hedefler anlamında ayrılırlar.

Hasan Sabbah ve yoldaşlarını bu örgütlerle eş tutmak tarihi bir pot değil, bilinçli bir çarpıtmadır. Hasan Sabbah’ın yapmaya çalıştığı, Mazdek’in, İmam Cafer-i Sadık’ın, Farabi’nin ve İhvan-ı Safa mensuplarının özlemini kurduğu, ezen ve ezilen çelişkisinin bulunmadığı asırların ütopyası olan yeryüzü cennetiydi. Cennet deyince aklına huriden ve uçkurundan başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın Hasan Sabbah’ın oluşturmaya çalıştığı yeryüzü cenneti modelini de bu tarz karalama kampanyalarına feda etmesi şaşılacak bir durum değildir.

Hasan Sabbah ve yoldaşları davalarına oldukça sadık bir duruş sergilemişler, asla teslim olmamış ve son ana kadar savaşmışlardır. Onların kaybedecekleri ayaklarındaki zincir, kazanacakları ise yeni bir dünya vardı. 1256’da belki Alamut düşmüştür ama gerek örgütlenme biçimleriyle gerekse de ideolojik anlayışlarıyla gelecek kuşaklara önemli miras bırakmıştır. Partilerin olmadığı dönemde sınıf mücadelelerinin din/mezhep kisvesi altında ütopik sosyalist hareketlerle yürütüldüğü bir gerçektir. Bu gerçekliği, günümüz dünyasında bilimsel sosyalizm almıştır. Hasan Sabbah ve yoldaşlarının açtığı yol bugün sosyalist mücadele de hala diri olarak yaşamaktadır. Alamut’un düşüşünün ardından İsmaili dava gizli dervişler aracılığıyla sürmüştür. Bu dervişler aracılığıyla devam eden miras gerek Melamilik gerekse de Hurufilik gibi çeşitli tasavvufi akımlarla devam ettiği gibi bugün Nizari İsmaililiği’nin değişime uğramış şekliyle olan ‘’Ağahanlık’’ anlayışıyla da çeşitli bölgelerde etkisini kısmen devam ettirmektedir. Hasan Sabbah, Öteki İslam Tarihi’nin en önemli fikir ve eylem insanlarından birisidir. Özlemi sınırsız ve sınıfsız bir toplumdur. Tıpkı Thomas Müntzer’de, Babek Hürremi’de, Zenc Hareketi’nde, Karmatiler’de, Şeyh Bedreddin’de, Celaliler’de, Mahir’de, Deniz’de ve diğer tüm devrimcilerde olduğu gibi…

İstanbul’dan Emre

Kaynakça:
1- Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Türk Tarih Kurumu, Çeviren: Mürsel Öztürk, Ankara, 2013.
2- Reşidüddin Fazlullah, Camiu’t-Tevarih (İlhanlılar Kısmı), Türk Tarih Kurumu, Çevirenler: İsmail Aka, Mehmet Ersan, Ahmad Hesamipour Khelejani, Ankara, 2013.
3- İbnü’l Esir, El Kamil Fi’t Tarih, Bahar Yayınları, Çeviren: Abdullah Köse, İstanbul, 1989.
4- Şehristani, El-Milel Ve’n-Nihal, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 2015.
5- Daftary, Farhad, İsmaililer, Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2017.
6- Kaygusuz, İsmail, Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2012.
7- Bulut, Faik, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yayınları, İstanbul, 2010. 8- Çelik, Aydın, Fatımiler Devlet Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2018.
9- Karakuş, Nadir, Haçlı Seferlerinde Haşhaşiler, Mana Yayınları, İstanbul, 2018.
10- Duri, Abdülaziz, İslam İktisat Tarihine Giriş, İnsan Yayınları, Çeviren: Sabrı Orman, İstanbul, 2014.
11- Altungök, Ahmet, Eski İran’da Din ve Toplum, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2015.
12- Ballı, Hasan Hüseyin, Hurufiliğin Doğuşu ve Fazlullah Hurufi, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2013.
13- Engels, Friedrich, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları, Ankara, 1999.
14- Bartol, Vladimir, Fedailerin Kalesi Alamut, Koridor Yayınları, İstanbul, 2016.
15- Alican, Mustafa, Fatımi Halifesi El-Müstansır Billah Döneminde Mısır’da Yaşanan Sosyo-Ekonomik ve Siyasi Buhran Üzerine İnceleme, Tarih Dergisi, Sayı 59, İstanbul, 2014.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir