Hikmet Kıvılcımlı – Tarih’in Bilimsel Kanunları ve Mr. Toynbee’nin “Elit”i

PDF İzle & KaydetYazdır

Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor

Bu makale, Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü arşivlerinin 373 numaralı dosyasında yer almakta.

Tarihi, en canlı içsel ilişkileri içinde, olduğu gibi yeniden kurmak çok büyük bir iştir. Onun genel ortak ruhu hakkında basit bir fikir verebilmek için, bazı noktalarda, bizim yayınlanmamış araştırma sonuçlarımız ile Mr. A. Toynbee’nin ciltler dolusu çalışmalarını karşılaştırma yoluna gittik.

Mr. A.Toynbee, bir yandan “kendi yeni biliminden” söz ediyor, (A.Tonybee, “Ce Que J’ai Essayé De Faire”, Yapmaya Çalıştığım Şey, s.12) öte yandan ise: “İnsan işi”, “bilimsel kanunlara tabi değildir” şeklinde bir sonuca varıyor. “Mister” Toynbee için, her şey “Mystères (yani Sırdır)” ve bu yüzden Tarihte herhangi bir determinizm mevcut değildir.

Oysa, fazla önyargılı olarak düşünülmediği zaman ve önsel (a priori) olarak, insan olaylarında, Doğanın gelişimiyle Medeniyetlerin doğuşu arasında şaşırtıcı derecede paralelliğe sahip bir determinizm görmemek mümkün değildir. Medeniyetlerin zincirleme birbirini izleyişi, tıpkı tektonik kanunların etkisi altında yer kabuğunun jeolojik çökelme hareketlerine tabi jeomorfolojik dönemler gibi gelişmiştir. En yüksek noktalarıyla kıtalar, kelimenin tam anlamıyla en gelişmiş dönemini yaşayan Medeniyetlere, okyanuslar ise, tarihte her defasında bu Medeniyetlerin çevresini kuşatmış ve onların sınırlarını belirlemiş olan Barbar yığınlarına tekabül eder. Yine de her Medeniyet ile dünyanın geri kalanı arasında, oldukça istikrarlı evrim dönemlerinde olduğu gibi, zaman zaman bütün dünya haritasını değiştiren devrimci yıkımlar ile kesintiye uğradığı dönemlerde de, karşılıklı ve yakın bir etki-tepki işleyişi vardır ve bu durum o derece ve o kadar ısrarlı bir determinizm ile bir takım neden-sonuç ilişkilerine bağlıdır ki, sonunda bu dramatik ritim, sık sık şu meşhur “Tarihin Tekerrürü” kavramıyla karıştırılmaya varmaktadır!

Konuyu sonsuza kadar yayarak tarihi manişeizmin en bulanık kaosuna baş aşağı dalmamak için, Mr.Toynbee’nin, hem dünya gerçekleri tarafından uzun zamandan beri aşılmış olan sözde güncel
siyasi öğütlerini, hem de son dönemdeki arkeolojik araştırmalar tarafından kökten çürütülmüş olan (Bakınız, Bay Robert Heine-Geldern’in değerli makalesi) Tarihöncesi toplumlar üzerine dile getirdiği saçma teorileri bir kenara bırakalım ve biz asıl TARİHTE: Medeniyetlerin yazılı tarihinde kalalım.

(Mr. A.T.’nin ilham aldığı) Batının Thucydide’inden ve (Mr. A.T. tarafından hiç anlaşılmamış olan) Doğunun İbni Haldun’undan itibaren, hayatımızın canlı romanı: somut Tarih, pratikte ve teoride
şimdiye kadarki en büyük gelişimini sağladı. Ve özellikle de XIX. yüzyılın ikinci yarısından beri üst üste yığılmış pek çok tarihi belge, tarih bilgimizdeki bütün boşlukları yeterince doldurmuş bulunuyor ve böylece bizim sübjektif kaçamaklarımızın dokusunu teşkil eden eski metafizik varsayımlarımızın hiçbir varlık nedeni kalmıyor.

Bugün, bizim için ne malzeme, ne de yöntem eksikliği söz konusudur. Tarih bilgimiz, yeni bir biçim kazanabilir ve kazanmalı, Niceliksel bilim (Engels’in tabiriyle “Birikim” bilimi) durumundan, Niteliksel bilim (Engels’in tabiriyle “Tasnif” bilimi) durumuna sıçrama yapabilir ve yapmalıdır. Okullarda okutulan rastgele klasik kitaplar bile, çok kaba bir şekilde tahrifat içermediği zaman, hiç değilse içinde bizim için, sonuçta tek bir tane olan ve aynı zamanda da 7.000 yıldan beri, peş peşe o muhteşem ve acımasız kalbin çarpıntılı kasılmaları tarafından, o kadar onurlandırılmış ve aşağılanmış, o kadar üst üste yığılmış ve parçalanmış Havva ve Adem’in çocuklarının alınyazısını birleştiren, o derece çok bağlanılan ve adına MEDENİYET denilen Evrensel Tarih’in bir sentezinin ortaya konmasına imkan sağlayabilecek yeterince malzeme saklıyor

[Medeniyetin] KÖKENİNDEN…

İtiraz edilemeyecek bir gerçeklik var. Laik ve dini mitolojilerden son arkeolojik kanıtlara kadar bütün tarihsel müktesebatımız, medeniyetin kökeninin yeri ve zamanı konusunda neredeyse hemfikirdir: Yakın-Doğu.

“Kuşkusuz, İ.Ö. dördüncü binyılda Yakın-Doğu’da var olan şartlar içinde, medeniyetin meydana gelip gelişmesi pratik olarak kaçınılmazdı.” (Robert Heine-Geldern, “Eski Medeniyetlerin Kökeni, vs.“, s.125).

Bu şartlar nelerdi?

Bay R. H.-Geldern’in altını çizdiği iki unsur: “ekilebilir bitkiler” ve “sürekli mübadele”, Tarihöncesinde insanlığın, otomatik bir biçimde, direkt olarak “Tarih“e, zımni olarak da medeniyete geçmesini açıklayamaz. Bizzat bu unsurların rolünü iyice anlamak için, İnsanlık Tarihi’nin iki kutbunu: Bir yandan jeofizik ortamı, öte yandan da sosyal ortamı, birlikte ele almamız ve bunu da soyut olarak değil, fakat aralarındaki karşılıklı ve sürekli ilişkiyi göz önünde bulundurarak yapmamız gerekir. Medeniyetin doğabilmesi için, Doğa ve Toplum arasında, -deyim yerindeyse- karşılıklı bir “kavrayış” gerekecektir. Eğer kendi gelişmişlik derecesiyle, bizzat kendi ilerlemesi için gerekli olan unsurları sahiplenebilecek yetenekte bir toplum biçimi, aynı yerde ve aynı zamanda yok ise, en elverişli doğa tek başına hiçbir şey doğuramaz.

Medeniyetin en göze çarpan belirgin karakteri, toplumun iç ve düzenli bir fonksiyonu olarak Ticaretin kurumsallaşması ve bu göreve dayanan bir tüccar sınıfının ortaya çıkması olmuştur. Para ve yazı, aynı ticari doğumdan dünyaya gelen iki ikiz kız kardeşten başka bir şey değildir. Medeniyetten önceki iki büyük sosyal işbölümünün temeli üzerinde, hem tüccar sınıfı ile ticaretin gerekliliği, hem de medeniyetin o iyi bilinen bütün sosyal-politik üstyapısı yükselmiştir.

Demek ki, ilkel toplum, medeniyet dönemine ulaşmadan önce, bu iki büyük sosyal işbölümünden geçmek zorundaydı. Birincisi, göçebe ve yerleşik kavimler arasındaki işbölümü: DIŞ MÜBADELE. İkincisi ise, genel olarak tarım ve sanayi, özel olarak da bütün üretim dalları arasındaki işbölümü: İÇ MÜBADELE.

Birinci işbölümü, hayvan sürülerinin oluşturulmasını kapsar (Orta Barbarlık dönemi). İkinci işbölümü ise Demir’in keşfini kapsar ki, bu sayede bakir ormanlar yok edilebilmiş (balta), tarlalar açılıp ekilebilmiş (saban), çeşitli zenginlikler, kıtalar, köle işgücü fethedilebilmiş (kılıç), vs., vs. (Yukarı Barbarlık dönemi)… Ancak gerçek anlamıyla tarımın gelişmesinden sonradır ki, (Toynbee tarafından küçümsenen) “yığın”dan ayrı bir sosyal sınıf, birbirlerini tanımayan ve birbirinden kopuk üreticilerin ürettiklerinin mübadelesiyle geçinebilmeye başlamış ve o özünde zorlayıcı ve o güne dek görülmemiş DEVLET kurumunu kurarak onu kendi tekeli altına almayı başarabilmiştir!

Birinci kilometre taşı: Yerküremiz üzerinde, coğrafya olarak tarıma en elverişli bölgeler, büyük sübtropikal ırmak boylarıdır: Amerika’da Missisipi nehri, Çin’de Sarı ve Mavi nehirler, Hindistan’da Sind ve Ganj akarsuları, Yakın-Doğu’da Şattülarap ve Nil nehirlerinin bulunduğu bölgeler. Fakat tek başına sübtropikal alüvyon, yalnızca Çömlekçiliği teşvik eder (Aşağı Barbarlık dönemi) ki o da ancak, şayet o toplumda Ateş keşfedilmişse (Vahşet döneminden Barbarlık dönemine geçiş) mümkün olur.

Bunun en inandırıcı kanıtı Kolomb öncesi Amerika’da mevcut sosyal durumdur. Yeni dünyanın hiçbir Kızılderili kabilesi hiçbir zaman Orta Barbarlık döneminin ötesine geçememiştir. Niçin? Engels’in “Ailenin vs. Kökeni” eserinde bunu gösterdiği gibi, birinci büyük işbölümünün bilinçsiz gerçekleştiricileri olan göçebe barbarlara beklenmedik bir servet sağlayan evcilleştirilebilir türden hayvanlar -Lama hariç- Amerika’da yoktu. Tam tersine, Orta Asya’nın steplerinde, özellikle de Hazar Denizi ve Aral Denizi arasında yer alan Amu-Derya ve Sri-Derya vadilerinde bu tür hayvanlar bol miktarda mevcuttu.

İkinci kilometre taşı: Yerküremiz üzerinde, yalnızca Yakın- Doğu bölgesi, Orta Barbarlık döneminden bir yukarı aşamaya geçilmesi için kaderi önceden belirlenmiş gibiydi. Peki niçin Çin veya Hindistan değil? Çünkü bu kara parçaları, dünyanın en aşılamaz dağlarının ardında, Orta Asya’ya doğru neredeyse sımsıkı kapalı bir konumda bulunmaktaydı. Buna karşılık, Orta Asya hemen hemen doğal olarak doğruca Yakın-Doğu’ya açılıyordu. Onun için, Pan-Babilci olmayı reddeden Bay R.H.-Geldern şu hususları belirtirken “Pan-Mısırcı” Sir G. Elliot Smith’den daha haklıdır:

“Belki ancak Uruk döneminde, yeni uyarıcı unsurların ortaya çıkıp hakimiyet kurmaları nedeniyle, yani’tarihsel bir kaza’ denebilecek bir şey nedeniyledir ki, belirleyici dönemeci ilk geçen Mısır veya Suriye değil, Babil olmuştur. Fakat iş Babil’de gerçekleşmiş ve dünyanın bütün öteki medeniyetleri, belli bir ölçüde, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, o medeniyetten türemiştir.” (R.H-G., age, s.125).

Eklenecek tek şey şudur ki, bu “yeni uyarıcı unsurlar” öyle şans eseri ve tesadüfi “bir kazanın” değil, bir takım üst üste birikmiş elverişli durumlar ve koşullarla birbirlerine duyurularak Tabiatın ve İnsan Tanrıların seçtiği o zorunlu yerde oluşan inkâr edilemez bir iktisadi-coğrafi determinizmin sonucudur. Mazdeizmin ölümsüz Ateş’i (Petrol), göksel bir en büyük güç haline gelmeden önce geçmişte, Ortadoğu’nun mitolojik ırmaklarının alüvyonlarını yakarak (Seramik) ve zekanın besleyici ürünlerini aydınlatarak (Hayvan sürüsü), Yakın-Doğu’da toplumun temelini oluşturan üçlü maddeyi, üçlü-tabanı, bize gösteren dünyevi bir üretim aracından başka bir şey değildi ve bu tabanda şu olaylar oluyordu: “Bir büyük tarihi hareketlilik veya daha doğrusu birbirlerine zincirleme bağlı bir hareketler silsilesi“, Babil’in “yazı öncesi medeniyetinin öncesinde oluşan” “bir takım kültürlerin karşılıklı ilişkileri.” (R.H-G., age, s.124-125).

Birkaç yüzyıl içinde, Eridu’nun [Abu Sharia] avcı oymakları (Metal, İ.Ö. 4000), Uruk’un ikinci dönemine ve Cemdet-nasr [Asurlular zamanı Kiş] dönemine geçmişti bile. (Evcilleştirme ve Yazı, İ.Ö. 3900)

…GELİŞİMİNE

Medenileşen hücre, artık bir defa oluştuktan sonra, içinde doğduğu alüvyonlara gömülüp kalmamıştır. Hatta onun ilk kalıntıları kumlar altında gömülü olduğu zaman bile, Medeniyetin daima yeniden dirilen canı, -tıpkı kutsal tarihin Adem’i gibi-, yerden yere, aşama aşama dünyayı devrimle sarsarak, birbiri ardından yenmek ve yenilmek için tehlikeli bir geziye başlamıştır. Bu kesintili aşamalardan her birisi, coğrafi olarak sınırlı bir ad almış ve bu yüzden de o aşamalar, tek bir insanlık tarihinde, tıpkı hayvan ve bitki türlerine benzer, her biri ötekilerden tamamen bağımsız bir takım “türler” gibi görülmeye varılmıştır-.

Kuşkusuz türlerin evrimi ile eski medeniyetlerin evrimi arasında inkâr edilemez bir benzerlik vardır. Onların doğuş kanunlarında, aynı zamanda hem birlik, hem de çeşitlilik hüküm sürer. Birlik: genel olarak hayatın, özel olarak da toplumun birliğidir. Çeşitlilik: genel olarak türlerin, özel olarak da medeniyetlerin çeşitliliğidir.

Eğer olayların diyalektiği ciddiye alınmazsa, bile bile aynı olayın sadece şu veya bu yüzüne kapılıp gidilir. Medeniyetlerin “Birliği” veya “Çeşitliliği” ya da “Şemaları” üzerine tek taraflı ve söze dayanan tartışmalar asla kuruyup gitmeyecektir. Örneğin:

“Bay Toynbee, tarih sahnesinde tam gelişmiş yirmi bir tane toplum veya medeniyet, onun yanında yaklaşık altı yüz elli kadar da hakkında bir takım verilere sahip olduğumuz kavim şeklinde toplum tespit ediyor.” (Lewis Mumford, “Une étude de l’histoire”, p. 23 – Tarih Üzerine Bir Araştırma, s.23)

“Tarihin sap şeklindeki bu şeması yerine, biz kendimiz için ağaç şeklinde bir şema oluşturuyoruz, vs..” (Arnold Toynbee, 1. c. p.12)

Derin bilginler arası tartışmalarda sistematik olarak unutulan şey, Tarih’in, “sapı” veya ” ağacı” keyfi olarak “kendimiz için oluşturulacak” bir “şema” değil, fakat aslına sadık kalarak nasılsa öyle gözlemlenmesi ve objektif olarak açıklanması gereken “kendiliğinden” gelişmiş canlı bir süreç olduğudur. Tarihin inkar edilemez gelişimi, dümdüz bir hat çizmemiş, tam tersine, devresel eğriler halinde doruklar ve uçurumlar çizmiştir.

Her medeniyet bir kez gelişti mi, -tıpkı “tümevarım yoluyla” olduğu gibi-, kendi tarafında bizzat kendisine zıt bir başka medeniyet doğurtur. Birbirine bağlı bu iki medeniyet arasında kurulan ve her şeyden önce Göçebe barbarların düzenli olarak araya girmesiyle gerçekleşen maddi ve manevi ilişkiler, zamanla bir dizi bitmez tükenmez savaşa yol açar. Biri olmaksızın ötekisi var olamayan bu iki zıt Medeniyet, hassas bir “struggle for life” [“Yaşam mücadelesi”] içinde iki bağdaşmaz hasım haline gelir. O zaman, onların boşu boşuna boğazlaşmaları, onların “Gordion düğümü”, Barbarların arkaik [eski tarz] kahramanlığından başka bir şey olmayan İskender’in hareketini bekler. Bu barbarlar, elde kılıç, sırası gelen kendi medenileştirici rollerini yerine getirmek için Tarihin saflarına atılırlar. “Çin Seddi” onların ağırlığı altında çöker.
“Tufan” başlar. Eski medeniyetin muhteşem dorukları yıkılır. Uçurum açılır.. Fakat sonsuza kadar değil…

Bütün eski medeniyetlerin ortak alınyazısı olan bu trajik sona biz çok yalın bir şekilde: modern Sosyal Devrimin tersine TARİHCİL DEVRİM adını veriyoruz. Her çelişkide olduğu gibi iki terim kendi arasında her zaman pek yakın bir ilişkiyi kapsar; bu iki türden DEVRİMLERİN adlandırma karşıtlığı, onların aralarındaki çok sıkı tarihi bağımlılığı ve sosyal kökeninin bir olduğunu görmemizi engellememelidir. Yoksa TARİHCİL Devrim, eğer deyim yerindeyse, SOSYAL Devrimin “Ersatz”ıdır [bu deyim başka bir malın yerini alabilen mal için kullanılır], onun yokluğunda onun yerini alır, onun ikamesi, yeniden değerlendirilmesidir.

Bizzat DEVRİM, kendi tanımı itibariyle, “EVET”ini de içeren bir “HAYIR”dır. Ne TARİHCİL devrim, ne de SOSYAL devrim mutlak bir sondur. Onlar birtakım başlangıçların başıdır. Her devrim, hangisi olursa olsun, bir insan probleminin sadece kaba bir çözümüdür. Sosyal Devrimde, o güne kadar egemen konumda olan bir sınıf, yerini bir başka sınıfa bırakmak üzere ortadan yok olur. Tarihcil devrimde ise bu defa -eğer deyim yerindeyse- o güne kadar egemen konumda olan bir “ırk” [Burada “Irk”, -söylemek bile gerekmez- sürüp giden ve kusursuz sayılan faşist bir tabu değil, fakat tamamen tarihsel bir coğrafi-sosyal gerçekliktir.] eski medeniyete yabancı, bir başka ırk tarafından yeri doldurulmak üzere ortadan yok olur.

Her iki devrim olayında da, kanlı alt üstlüğün belirleyici gücü, kaynağını her zaman medeni toplumun iç çelişkilerinden alır. İkisi arasında var olan tek fark şurada bulunur: Sosyal Devrimde çelişkilerin düğümü iç güçler tarafından çözülür, oysa Tarihcil Devrimlerde keskin kılıç dışarıdan getirilmek zorundadır.

Sosyal devrimler, Modern Çağa özgüdürler. Çünkü modern toplum, hayati çatışmalarını çözmek için, reel ve yeterli güçleri bizzat kendi iç organları içinde bulabilmektedir. Fakat Tarihöncesi ile Modern Çağ arasında insanlık, ister istemez, ileri sıçrayışlarını başka bir biçimde, tükenmiş medeniyete sosyal olarak yabancı güçler tarafından gerçekleştirilen şaşırtıcı TARİHCİL Devrimlerle yapmak zorundaydı.

TARİHCİL DEVRİMLERİN DERİN SEBEPLERİ NELERDİR?

Büyük medeniyetler arasında aracılık yapan o evcil hayvan çobanlarının ve terbiye edilemez ruhların papazlarının ürünü olan ve üstün vasıflı tüccar barbarlar tarafından icat edilen tek tanrılı dinler, tarihsel felaketlerde, sapkın medenilerin aşırılıklarını cezalandıran bir ilahi alınyazısından başka bir şey görmüyordu. Sosyolojinin dahi müjdecisi İbni Haldun, kendi doğulu tarihçiler topluluğu tarafından dizginlenmiş bir halde, medeniyetlerin durmadan tekrarlanan ölüm nedeni olarak “Devletlerin” “doğal hayatını” gösteriyordu.

Bay A. Toynbee’nin söylediğine inanılırsa, tarih sahnesi yalnızca bir oyun masasıdır ve onun üzerinde: “başlangıçta, toplumun önder kısmı olan elit, yığınları zorla değil ama onların serbest rızasıyla, peşinden sürükleme yeteneği gösterdi.”

Bu Rousseau’cu safça “Sosyal Anlaşma” hikayesi gerçek mi? Ve gerçekse niçin? Sanki burada, tesadüfen veya şans eseri “elit” kazanıyor. Ve daha sonra: “Bir an geliyor, artık yığın elitin güdümünü takip etmez oluyor.” Bu beklenmedik, umulmayan dik kafalılık nerden geliyor? Bilinmez. Yine tesadüfen ve bu anlaşılmaz dik kafalılığın mantıksal sonucu olarak: “Yaratıcı azınlık baskıya başvurmaya mecbur kalıyor”. “Toplum, biri egemen öteki ezilen, birbirine düşman sınıflara bölünmüş oluyor.”

Yani, yığınların direnişini ve dolayısıyla “zora başvurmayı” doğuran neden, toplumun sınıflara bölünmüş olması ve egemen sınıfın son derecede şiddetli sömürüsü değil, fakat saygıdeğer Bay Toynbee’ye göre tam tersi: Durgun yığınların belli bir sebebe dayanmayan düşüncesizce direnişi, “yaratıcı azınlığın” “zora başvurmasını” haklı kılıyor ve “toplumun sınıflara bölünmesini” gerektiriyor! O zaman da : “Artık kendisine yapılan meydan okumalara karşılık verme yeteneği kalmayan ve çaresi bulunmayan bir çöküş içine giren medeniyetin bünyesinde mukadder bir kopuş -Breakdown- meydana geliyor.” (Jacques Madaule, “Une Interprétation Biologique et Mystique de l’Histoire”: “Tarihin Biyolojik ve Mistik bir Yorumu“, c.13, s.48).

Şeyleri “mukadder bir şekilde” tersine çevirip baş aşağı koyan bu görüş, düzinelerce ciltlerden derleme ıvır zıvır ile tıka basa doldurulmuş yüzyılımızın entelektüel sürmenajında, sırf tesadüfçü bir izahtan da öte, aynı zamanda dünyanın en emperyalist misyonerliğine soyunmuş bir dönek ve emperyalizmin en maneviyatçı bir eski hizmetkarı tarafından, bilime karşı yapılan kinci bir “meydan okuma” değil midir?

Her şeyden önce, Mr. Toynbee’nin en göze batan hatasının, iki çeşit insan devrimini birbirine karıştırma temeli üzerine oturduğunu apaçık görüyoruz. O, tarihcil devrim ile sosyal devrim arasında hiçbir fark görmüyor. Dolayısıyla da, doğaüstü efsanelerin alacakaranlık bulutlarında eski çağ ile modern zamanı tamamen birbirine karıştırıyor. Bu yüzden, bize, başında saygıdeğer Papa Hazretlerinin ve Mr. Arnold Toynbee’nin ulu muammalarının ışık halesinin bulunduğu, mükemmel bir din devri getireceğini söylediği
Ortaçağın yeniden bir dirilişini bekliyor. Bizi, kendi yarı tarihsel mucizeleriyle bulutlara yükselterek, eski çağın doğaüstü tekerrür delillerinin tehdidi altında Toynbee’ci itibarlı gerçek inanca çağıracak. (İşe bakın, kaprisli bir tesadüf ile isminin Türkçe anlamı şudur: TOY=Yeniyetme, NEBİ = Peygamber!)

Halbuki bir tek evrensel medeniyet altında kesin olarak birleşmiş gezegenimizde, medenileşmiş dünyamızı bir vuruşta istila edecek ve meşhur “Breakdown”ı [Kıyamet-Tufan] yerine getirebilecek bir “Dış Proletarya” (Barbarlar) “yığını” bulmak mümkün değildir. “İç Proletarya“ya gelince, o, yoksul durumuna rağmen, son derece duru bir bilinç ile kendi elleriyle kurduğu medeniyete yabancı ve düşman bir barbar yığını değildir.

Avrupa’nın Ortaçağından beri, -ne kadar medeniyet varsa o kadar da Ortaçağ vardır-, “Breakdowns”lar [“Tufan-Kıyamet”ler], artık mümkün değildir. Çünkü sanayi devrimi ve sınıf ilişkisinin ve bilincinin aydınlanması sayesinde, sosyal devrim, sadece mümkün olmakla kalmamış, aynı zamanda kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur. Diğer yandan, gerçek tarih bize, “zorlamanın”, duruma göre, somut bir medeniyetin bazen boğazlayıcısı [cellâdı], bazen de doğurtucusu [ebesi] olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Oldukça uzakta kalmış olan Zagros ve Babil barbarları arasındaki, Hixos ve Mısır barbarları arasındaki ilişkiler üzerine tartışmaları bir yana bırakalım.

Onların “mare nostrum”undan, bizim ana denizimiz Akdeniz’e doğru, rol sıralarına göre, peş peşe tarih üzerine çullanmış, medeniyetimize en yakın-akraba olan, bize en yakın “elitler”i: Yunanlıları,
Romalıları, müslüman Arapları ele alalım. Birbiri ardından gelen bu medeniyetlerin doğuşu ve yükselişi esnasında, onların “elitleri”, bu son derece kahraman yukarı barbarlar, kesici İngres kemanlarını, zorlu-kılıçlarını oldukça kabaca çalmadılar mı?

Kuşkusuz, onların ilkel ve soylu barbar atılımlarında, içeride ve dışarıda yenilmiş olanlara, ister istemez, kendi anlayışlarını belli bir ölçüde zorla benimsetmeleri vardır. Fakat, hangi güven ve hangi mekanizma ile, verili bir toplumda, “tüccar azınlık” geride kalan çoğunluğa zorla tahakküm edebilir?.. “Kapasite (Yetenek)
ile” diyor Mr. Toynbee. Peki o zaman, ufak ufak buharlaşan “elit”in bu öncelikli kapasitesi nereden geliyor? Acaba bir defa daha, sadece mutlak surette bireysel, sübjektif ve psikolojik bir allama pullama ile yetinebilir miyiz?

Biz, tarihte medeniyetlerin doğuşunu hem çok somut, hem de genelleştirerek iki çeşide ayırdık:

1- Antik SİTE içinden KENDİLİĞİNDEN veya “ENDÜKSİYON TÜMEVARIM YOLUYLA” doğan medeniyet;
2- Bir barbar akını üzerine İKİNCİL olarak veya “ZOR YOLUYLA” gelişen medeniyet.

Birinci durumda, bir tüccar sınıfının şahsında somutlaşan dağınık küçük üretim anarşisinin yarattığı mübadele ilişkileri, bir sınıfın egemenliğinin şartlarını hazırlar, haklı gösterir ve sağlar ve hemen hemen kimsenin haberi olmadan, olup bitti yoluyla ve hissettirmeden, ancak çoğunlukta bulunan “yığının” çıkarlarını savunmak için içinde hiçbir özel teşkilatın bulunmadığı bir toplumda yaratılabilecek bu müthiş devlet politik aracının yaratılmasına katkı vererek, “elitler”in ekonomik-sosyal durumunu sağlamlaştırır…
Burada, “zorlama” (Devlet) kaçınılmaz ekonomik, sosyal ve politik gerekliliklerin altında gizlenmiştir.

İkinci durumda ise, zorlama, Barbarların iki yüzü keskin kılıcı şeklinde, olayların görünen yüzündeki yerini alır. Fakat ekonomik ve sosyal gereklilikler de, olayların tarihsel özünü oluşturmaktan geri kalmaz. Ancak, bu şartlar, özellikle de ekonomik şartlar, görünürdeki zorlamanın altında çok iyi gizlenmiş bulunur. Bu görünüş altında, aynı tüccar etkisi inanılmaz derecede ağırlıklı bir rol oynar. Bu konuda en azından çok yaygın olan bir tarihi tavrı, Babil ve Mısır arasında gidip gelen Barbar Semitlerin uğradığı etki ve tepkileri,
Uzak-Doğu ve Yakın-Doğu arasında gidip gelen Türk-Moğol kavimlerin uğradığı etki ve tepkileri örnek olarak hatırlayalım.

Adem’den İbrahim’e kadar Yakın-Doğu dinlerinin kutsal ve ortak tarihi, -Musa’nın, İsa’nın, Muhammet’in bilinen kaynaklarına göre- göçebe Semitlerin ve onların tarihi kervan-toplumlarının, üreye üreye çoğalan Yakın-Doğu medeniyetlerinin iki kutbunu (harekete geçirici ve harekete geçirilen): Mezopotamya ve Mısır’ı
birbirine bağlayan eski çağın ticaret yolları üzerinde savaş başarılarının sürekli bir hikâyesidir.

Cengiz Han ve Timur, Uzak ve Yakın-Doğu’nun eski önemli medeniyetleri üzerine gaddarca atıldıkları zaman, acımasız kararlarının değişmez gerekçesi, sadece o medeniyetleri yönetenlerin Moğol tüccarlara karşı gösterdikleri kötü davranışlara dayanıyordu. Onların istila yolları, hiç şaşmadan adım adım aynı yönü, İpek Yolu’nu ve Zağrosluların, Hiksosların, Asurluların, Hititlerin, Sartların, Perslerin vs., vs., en azından 6 [altı] bin yıldan beri aralıksız olarak Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya, üzerinde vızır vızır gidip geldiği Yakın-Doğu kervanlarının geleneksel anayolunu izliyordu. Timur, İzmir’e hücuma hazırlanırken, Fransa kralına: “Dünya ancak tüccarlar sayesinde müreffeh ve medeni (abad) olur” diye yazıyordu.

Bu olgular ve binlerce daha başka örnek, sosyoekonomik konjonktür (eski çağda ticari konjonktür) imdada yetişmediği zaman, gerek Mr. Toynbee’nin “kanı”sının, gerekse de “elit”in zora başvurmasının, herhangi bir azınlığa hiçbir “kapasite” veremediğini tartışmasız bir biçimde kanıtlamaktadır-.

Son olarak, Mr. Toynbee için bir başka bilinmezlik veya “muamma” şudur: Tarihin hangi şakasıyla aynı “elit”, daha önce o kadar “yetenekli” iken, bir gün hangi talihsiz kaderle “çaresi olmayan bir çöküş içine giriyor”, “yeteneksiz” hale geliyor ve hatta ilk yıllarında kendisine bağlı “yığın” önünde suçlu hale düşüyor?

“Bencillik, budalalık veya metanet eksikliği yüzünden” diyor Mr.Toynbee (Cilt VI). Bir kere daha, soyut kişisel küçük psikolojik anlayış, tarihin büyük kanunlarının yerine konuyor. Ama boşu boşuna. Çünkü, aynı adamlar veya onların yakın kuşakları, nasıl onmayacak kertede “egoist-benci” iken başkalarını düşünen insanlar haline gelebildiler, lanetlenmiş bozguncu iken kendilerini “yaratıcı” insanlara dönüştürebildiler? Hiç nedensiz, objektif bir gerekçe yokken mi?

Mr. Toynbee’nin bizzat kendisi çöküşün sebebini budalalığa mal etmemeliydi. Çünkü o, tarihte Yunanlı bilge kişiler tarafından bir imparatorluk birliğinin gerekliliği üzerine hiç duyulmamış, dahiyane öğütler gibi birçok olağanüstü akıllılık örneklerini sayıp döküyor. Bu örnekler, tarihin gelişiminde en bilinçli dahileri strese sokan ezici bir şeylerin var olduğunu gösteriyor. Bu bir şeyler pençeleriyle doğal olarak kişilerin ruhlarını da biçimlendiriyorlar, fakat bu pençeleri bir uydurma psikolojik laf ebeliği ile açıklayamayız.

Antik medeniyetin “elit”i, tıpkı belirttiğimiz gibi, “yürüyen” kişiden çok “tüccar” kişiydi. O, kendisinin üretmediği malları satmak için insan kervanının önünde yürüyordu. Bu şartlar altında, kendisi kelimenin maddi anlamıyla “yaratıcı” değildi. Antik medeniyetlerin gerçek yaratımı, onların üretimi, esas olarak toprak üzerine dayanıyordu. Tarihöncesinin antik sitesinde, toprak, eşit yurttaşlar arasında, hakkaniyetli olarak bölüşülmüştü. Antik medeniyetin “Zwillingbruder” (“İkiz kardeşleri”) -Ticari sermaye ve Tefeci sermaye- ancak bu hür ve eşit küçük üreticileri borçlandırarak ve iflas ettirerek gelişebilirdi. Daha Yukarı Barbarlık döneminde başlayan bu süreç, medeniyet dönemi içinde şeytani bir hal ve hız aldı.

İlkel para sermayesinin gitgide büyüyerek birikimi sonsuza dek nakit para halinde kalmadı. Geçmiş zamanın tarım toplumunun maddi ve manevi mıknatısı olan toprak, hem insanları, hem parayı, hem de şerefi ısrarla kendisi üzerine çekti. Bu arada topraksız eski tüccar ve asiller sınıfına mensup olmayan tefeci, -tıpkı Roma ve Osmanlı plepleri gibi- önce toprak sahibi, daha sonra da büyük toprak ve mülk sahibi haline geldi ve kendi politik ve sosyal iktidarı ile birlikte, iflas etmiş küçük üreticilerin mülklerini hiç zaman tanımadan amansızca ellerinden alarak topraklarının sınırlarını genişletti. “Gırtlağına kadar” borçlanmış olanlar, borçlarını ödemek için ellerinde kendi canlı bedenlerinden başka satacak şey bulamayanlar, dürüstlüklerinin zoruyla kesilip biçilmeye ve tepe tepe kullanmaya elverişli köleler haline geldi.

“Elit”in refahı, “tırnaklarına” ve beynine kadar silahsızlandırılmış “yığın”ın sürekli yoksulluğu ile ters orantılı olarak arttı. Yoksullar ile onların zengin efendileri arasındaki gerilim, Site devletleri arasında her zaman tüten düşmanlığı alevlendirdi. Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışma, özel mülkiyet için
ve özel mülkiyete karşı amansız mücadeleler, bir dizi iç ve dış savaşlar doğurarak, bütün bireysel ve sosyal ve Site devletlerinin kendileri arasındaki şartları zehirleyerek berbat etti. Toplumda ve bilinçlerde, bir “kör dövüşü” şiddetlenip çığırından çıktı. “Fetiş haline getirilmiş” ve tanrısallaştırılmış Para tapınaklarda, eski çağın “ilahi noksanlıklarında” hazine şeklinde birikirken, (tıpkı eskiye ait bütün kutsallıklar gibi) bütün erdemlerin lanetli ve kutsal sembolü haline geldi. Sermaye, daima daha doğrudan doğruya ve geri dönmeksizin toprağa yönelerek eski canlı toplumsal zenginlikleri taşlaştırdı ve Dünyayı ve Gökyüzünü bütünüyle derebeylileştirdi.

İşte böylece, yeryüzünün en unutulmuş meselesi olan toprak, eski medeniyetlerin bütün ululuğunun ve çöküşünün büyük bir problemi haline geldi.

İLKEL KOMÜN İNSANININ YÜKSEK İNSANİ VASIFLARI ÜZERİNE

Çökmekte olan böyle bir medeniyetin ölümü, doğal bir ölüm olamaz, fakat hemen hemen her zaman kaza eseri bir ölüm olur. “Kaza”, gene daima umut kırıcı bir tekdüzelikle çevre barbarlar tarafından gelir ve onlar, iyice hak edilmiş olan bu vuruşu, öldürücü darbeyi var gücüyle gerçekleştirir.

Niçin? Çünkü her şeyden önce, antik toplum, bir geniş yeniden üretim biçimine sahip değildi, sanki bu geniş yeniden üretim biçimi, bütün evreleri itibariyle modern medeniyet içinmiş gibiydi. O [antik toplumun basit-dar yeniden üretimi], çarçabuk dış ve iç sarsıntılarla parçalanmış, dayanıksız bir üstyapı ile durgun ve
hatta gerileyen bir ekonomi sunuyordu. Yetersiz bir maddi temel üzerine dayanan ve elle tutulur ileri bir sentez oluşturulmasına yol açamayan muğlak, köksüz ve korkudan titreyen bir üstyapının iç karartıcı labirentlerinde yolunu şaşırmış olan sınıflar savaşı, “kaçınılmaz olarak” kısır ve bitkin bir hale geliyordu. Pratik ve ideolojik girişimler, en dahiyane emeller gibi en kahramanca hareketler, toplumsal taban yokluğu yüzünden, tıpkı Rönesans dönemlerinde ve Fransız devriminin papaz ve asiller sınıfına mensup olmayan halkın devrimci hareketleri ve çağdaş proletarya için olduğu gibi ne bilinçli ve sonuç veren bir harekete ne de kitleler için net ve kurtarıcı bir ideale ulaşıyordu.

Bu çökkün toplumun mevcut çerçevesi içinde kendi yerli güçleri vasıtasıyla hiçbir şey çözümlenemiyordu. Artık kimse, var olan bunalımı ve eli kulağında bir sosyal felaketi, çaresiz alınyazısı saymaktan başka bir şey ne yapabiliyor, ne de hatta yapılmasını tasavvur etmeyi istiyordu. İşleri tasfiye etmek için, -çünkü insanlığın gelişimi daima her çıkmazda ve doğal olarak kendi tarzında bir tasfiye dayatır,- dünyada ancak bir tek güç vardı: Medeniyete yabancı ve dış güç olarak çoğunluktaki barbar insanlık…

Nitekim barbarlar, özellikle de göçebe barbarlar, bu tasfiye görevi için teşvik edilen bir topluluk oluşturuyordu. Onlar medeniyetin eşiğine gelmişler ve hatta bazı noktalarda bu eşiği yapay olarak aşmışlardı. Aynı eşiği kesin olarak aşmak için, medeniyet cephesinden sadece bir işaret bekliyorlardı. Ve medeniyetin bizzat kendisi de bu zayıflığının işaretini, yabancı barbarları paralı asker olarak alma zaafıyla çoktan vermişti, zira egemen sınıfın, (Mr.Toynbee’nin “elit”inin) ne kendi maiyetindeki adamlara, ne de bizzat kendine bir güveni kalmıştı. Böylece, olayların akışı içinde, barbar insan, medeniyete boyun eğip onun kölesi olduğu zaman bile, önceki medeniyetin kısa hayatı üzerinde, hiç bilmeden önce askeri daha sonra da sosyal ve politik bakımdan, gitgide artan tehlikeli bir nüfuza sahip olmuştur.

Aslında, barbar insan sadece kaba bir güç değildir.

O, son derece enerjik ve kusursuz bir savaşçıydı. O, demirden ve kandan oluşan destanının taşkın kahramanlık çağını yaşıyordu. O katıksız fedakârlığa ve saf zafere tutkun bir doğuştan idealistti. Ve aynı zamanda da, medeniyetin büyük problemlerine mükemmel surette çözüm getiren iki üstün karaktere sahipti: O, 1- Sınıfsız, 2- Toprak üzerinde özel mülkiyet olmayan bir topluluktan geliyordu.

SINIFSIZ demek, onun topluluğu içinde: eşitsizliğin olmaması, korkunun olmaması, yalanın olmaması, haksızlığın olmaması, baskının olmaması demektir.

MÜLKİYETSİZ demek: Bütün zenginlikleri yalnız kendisi için sahiplenmeyi ve fethedilen toprakları kendi elleri arasında tekelleştirmeyi henüz bilmiyor demektir. O, bütün bunları, son ganimet parçasına kadar, gönüllü olarak, kendi adamları arasında ve hatta fethettiği kimseler arasında, hiçbir art niyet taşımadan, hayranlık uyandırıcı bir hakkaniyetle dağıtır.

İşte, gayrı ahlaki ve kötü emeller besleyerek biriktirilen varlıkların peşinde koşan, aşırılık ve parazitlikle dejenere olan medeni efendilere kıyasla barbarların maddi ve manevi eşsiz üstünlükleri bunlardır… İlkel Komün insanının yüksek insani vasıfları konusunda, bütün tarafsız eski tarihçiler ve modern etnograflar şaşılacak derecede hemfikirdir.

İşte ölme noktasına gelen medeniyete saldıranlar bu insanlardır.

Medeniyeti paramparça ediyorlar (Mr. Toynbee’nin Breakdown’ı). Onun tozunu savuruyorlar. Her yerde ve herkes için hükmünü yürüten bu kanun, hala hem de en medenileşmiş milletlerde bile ağır basan savaş kanunudur, ne istiyorsunuz?.. Böylece, onun çağdaşları tarafından inanıldığı gibi “örneği olmayan” değil, tasvir edilemez bir kaos önünde kalınır. Bu, genel olarak medeniyetin asla kesin sonunu getirmeyen, tam tersine… İslamiyet’in belirttiği “Kıyametlerden (Dünyanın nihai olarak yıkılması) sadece biridir. Toplumun toptan bir geri çekilmesidir bu. Homo sapiens insan tarafından bir başka bölgede daha dev bir başka adım atılması için, dünyanın sırası gelmiş yerinde, geriye doğru atılmış dev bir adımıdır.

Kıyamet, -Breakdown-, yani felaket, bize barbar madalyonunun yalnızca olumsuz yüzünü, bütün klasik sübjektivist tarihçileri şaşkına çeviren dehşet verici çehresini gösterir.

Biz onun öteki yüzünü çevirelim: Barbar insan, şunu bir daha tekrar edelim, sevginin manevî anlamında hemen ateş alabilen ve büyük ölçüde patlayıcı bir idealisttir. O, bireyin (Çıkarın) korunmasının, komün topluluğunun korunmasını (Sevgi) yüz kademe geriden izlediği bir toplumdan geliyor. Güce duyulan sevgi (asalet taşımayan zayıflıklardan tiksinme), sadeliğe duyulan sevgi (Gordion düğümlerinin kesilip atılması), dünyevi aşk (çağın etkili aşk hikayeleri), semavi aşk (ilk gelen her dine hemencecik inanıp.. kitle halinde katılma), hayata duyulan sevgi (her şeye coşkun atılış), ölüme duyulan sevgi (hiç uğruna şehit olma), deyim yerindeyse,
kısaca aşk için aşk.

Açgözlülük ve fedakârlık, fanatizm ve tolerans gibi barbar insandaki bütün bu benzeri psikolojik ve manevi çelişkiler, olgulara bağı kötülük (kişisel güdüler) değil, doğuştan gelen ve hayali olmayan telakkilerle bağlantılı olmayan, tam aksine doğuştan yaratılmanın özü olarak doğuş halinde bırakılan erdemlerdir (toplumsal içgüdü).

Barbar insan, insanlığın çocukluk ve kahramanlık çağının gönül yüceliğini kendinde taşır. O, kolayca inanır ve en boş inançları için bile yine daha da kolayca ölür. Topraklar üzerinde bir o yana, bir bu yana başıboş dolaşır, kendisi için değil de, mutlak tanrı, sonsuz adalet adına ve en üstün derecede yüceleştirilmiş iyimser bir altrüizm [başkalarını düşünen özgecilik] için. O, Türklerin “Alp”i ya da “İlb”i, Arapların “Gazi”si, Batılıların “Şövalye”sidir.. Gülünçlüğe katlanamayan ölümsüz Don Kişot’tur.

Savaşını kazandığı zaman, genelde alışıldığı gibi tanrı olmak için şişinmez ve bütün ulu ermişler önünde sofuca eğilir. Eski işleticiler tarafından değeri kötülenen toprakları ve Aksak Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ın Timurtaş Paşa’sının hazineleri önünde dediği gibi, “boşuna” biriktirilmiş ve kendisini büyük hayrete düşüren değerleri yeniden paylaştırır. Bizzat kendisi kaçınılmaz bir şekilde derebeyi haline gelmeden önce, eski medeniyetin tembel derebeyleri tarafından tıkanmış, kendi çağının ticaret yollarını açar. Görünüşte kendisinin yıkıcı araçlarına ve şimşekler çaktıran askeri güçlerine, gerçekte ise kimliği belirsiz tüccarların sonu gelmeyen kervanlarına yol açmak için yeni kral yolları yaptırır… Bütün bunlar, cehennem gibi sorunlar için beklenmedik basitlikte çözümler ve tarihsel çıkmaz için bir çare, bir çıkış yoludur. Yeni bir devir başlar.

Dinler ve tarihçilerin çoğu tarafından mistik özellik atfedilen TARİHCİL DEVRİMLER’in somut ve unutulmaz görünümü kısaca böyledir. Mr. A. Toynbee, bu heyecan verici olayları görmezlikten gelmemeliydi. Ama kendisi, tarihcil devrimlerin öncelikle sadece olumsuz ve pek üzücü karamsar özelliklerine bakmakla kalmıyor; fakat orada durmayarak, tarihcil devrimlerin olumsuz yanlarını genelleştiriyor ve sonra da bu genelleştirmeyi istismarcı bir şekilde insanlık tarihinin sonsuzluğuna ve modern zamanlara teşmil ediyor; halbuki bir toplumda felakete yol açan bir kaos, tarihin belki uzun süren ama esas olarak özel bir dönemine ait bir gerçekliktir ve hiçbir zaman ne Tarihöncesine ne de modern zamana yansıtılmalıdır-.

Bizim modern çağımızın, XIV. yüzyıldan beri, ulusal planda ve dünya çapında kanlı vahşi savaşlara rağmen, artık bir daha Breakdown’a (Tarihcil Devrime) ihtiyacı yoktur. Bunun nedeni basittir, şöyle ki XIV. yüzyıldan beri, hepimize ait olan olan toplumumuz, Avrupa’da, medenileşmiş olan ve olmayan insanların sayılamayacak kadar çok deneyimleri ile hazırlanmış bir platform üzerinde kuluçkaya yatmış ve beş kıta insanlığının aktif yahut pasif katkıları sayesinde mükemmel bir açılım sağlamış ve böylece, gittikçe genişleyen bir yeniden üretim tarzı temelinde modern üretim biçimini gerçekleştirebilmiştir. Dolayısıyla da, sınıf ilişkilerinin ve modern zamana ait insan, nesne ve fikir ilişkilerinin, çok daha basit ve açık olması ve de anlaşılması, toplumun sağlam ve kalıcı temeline göre göreceliliğinin bilincinde olarak toplumsal resim parçalarının [puzzles] uygun bir şekilde birleştirilmesine imkan sağlamıştır.

Böylece insanlığın çoğunluğu, kendi alınyazısının ve diğer şeylerin az çok farkında olan “yığın”, gerçeküstü bir doğaüstü kaderin etkisiyle, bütün Gordion düğümlerine, ruhsal ve bedeni olarak ölünceye kadar boyun eğmek yerine, kendi medeni özellikleriyle inandırıcı bir çözüm bulmak istedi, bu çözümü aradı ve bulabildi. 1748’de, 1789’da, 1848’de vs., miadı dolmuş bir toplum biçiminin kabuklarını yardı ve halen de yarmaya devam ediyor. Modern toplumumuzun ileri güçleri, son medeniyetimizi bütünüyle yok etmek (buharlaştırmak) yerine, insanların çoğunluğunun arkasında abrakadabra “meydan okumalar” yapmak yerine, daha ılımlı ve daha mantıklı hareket ediyor; onlar “meydan okumayı” sadece tembel ve lüzumsuz, aynı zamanda da çekilmez hale gelen bir “azınlığa” karşı, donmuş ve boğucu ilişkilere karşı, abuk sabuk yahut saçma sapan fikirlere karşı, kendi siyasi partileri vasıtasıyla, Toynbee’ciler tarafından son derece hor görülen “yığının” katkısıyla, mevcut tepkiye karşı gerekli ve kaçınılmaz değişiklikleri yaparak, net planlar ve somut programlar belirliyor ve bilinçli ya da bilinçsiz “Breakdown”cı kadercilere zevk vermemek için SOSYAL DEVRİMİ gerçekleştiriyor.

TARİHCİL DEVRİMLER çağı yaklaşık 5000 yıl sürdü. Dileyelim ki, SOSYAL DEVRİMLER çağı da 500 yıldan fazla sürmesin ve yarı bilinçlilik devri yerini modern insana ve onun duru bilincine yaraşır bir çağa bıraksın.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir