Bugün takvimler, Gazi Mustafa Kemal Paşanın Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkıp, batılı emperyalistler tarafından sömürgeleştirilmek istenen Türk ve Kürt halklarının ulusal kurtuluş mücadelesini ve Türkiye’deki burjuva devrim sürecinin doruk noktasına kadar ilerleyen bir harekatı başlattığı günden beri tam 100. defa, mayıs ayının 19’unu gösteriyor. “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Mustafa Kemal tarafından gençliğe armağan edilen bu tarihi günde, geçmiş tarihsel sürecin diyalektik çözümlenmesini yaparak tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek için sınıfsal mevzilenmesini almak da, birinci anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşının arkasından yarım kalanı tamamlayarak ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşla taçlandırmak için ne yapılması gerektiğini tartışmak da, Mustafa Kemal’in ve silah arkadaşlarının bu günü atfettiği gençliğe düşüyor. Bu gençliğin bir mensubu olarak, Marksizm-Leninizm biliminin ışığında okumakta olduğunuz yazıyı kaleme alıyorum.
Mebusan Meclisini dağıtacak kadar arsızlaşan işgalci İngiliz zırhlıları İstanbul’a yanaştığında “geldikleri gibi giderler” demişti Mustafa Kemal. Bu askeri bir deha ve genç bir aydının o dönemki kararlılık ve savaşçılığının ürünü olarak onun dudaklarından dökülmüş bir sözdü. Peki bu sonrasında ne oldu? Evvela geldikleri gibi gidecek olanlar kimlerdi? Anadolu hareketinin mücadele edeceği düşman, yurttan kovulması ve temizlenmesi gereken odak kimlerdi? Hikmet Kıvılcımlı‘dan dinleyelim:
“Bu İki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi?
Mustafa Kemal’e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünyâ ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim tefeci – bezirgan sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondura koymuş olan derebeylik biçîmiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla. Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için , Anadolu içlerinde, gavura karşı kıpırdayan baş kaldırma karşısında, ilkin sözde müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı – cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler.Ege Cephesinde Milli Kurtuluş Cephesinin ilk kurşunu, Yunanlıdan önce ,sözde mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.” [1]
Bundan yüz yıl önce bugün, İstanbul’dan Samsun’a ayak basan paşanın başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesi, esasen onun kafasında bu iki hedefi taşımaktaydı. Mustafa Kemal; Fransız devriminin yarattığı atmosferde modern burjuva demokratik dünyanın temellerini atan ilerici düşünürlerden, bunların Türkiye izdüşümleri Jöntürkler ve o dönemin ilerici Tanzimat aydınlarından etkilenmiş idealist bir öğrenci olarak şüphesiz ki kafasında hep bir siyasi program taşımaktaydı. Ulusal kurtuluş hareketinde veya milli burjuvazinin siyasi hedeflerinin peşinde ulusal kurtuluş uğruna mücadele eden halk kitlelerine bu kafa yapısının egemen olduğu söylenemese de dönemi için tarihsel ve diyalektik açıdan -ki Marks da Komünist Manifesto’da burjuvazinin tarihte son derece devrimci bir rol oynadığını ortaya koyar- ilerici olan bu düşünceler onun kafasındaydı. Bu bakımdan Anadolu hareketinin hedefi, içte tefeci bezirgan gericiliği ile onun dıştaki efendisi olarak aktif saldırıya geçmiş Batı gerici emperyalizmini Türkiye topraklarından, Misakı Milli sınırlarından defetmekti.
Gel gelelim, Marks ve Engels ustaların 1845 tarihli Feuerbach ve Genç Hegelciler (Stirner ve Bauer şahsında) eleştirisi olan Alman İdeolojisi‘nde de ortaya koyulduğu üzere, tarihin çarkını çeviren esas unsurlar soyut düşünceler değil bu düşüncelerin kaynağını oluşturan ve onlarla karşılıklı diyalektik etkileşim içerisinde, Gramsci’nin deyimiyle devrimci praksiste inkışaf eden [2] maddi sınıfsal ilişkiler ve çelişkilerdi. Ustaların o eserde belirttiği üzere, devrimci idealist genç Hegelciler gibi mevcut olan fikirlerin egemenliğine savaş açıp yalnızca, maddi temellerine dokunmaksızın o fikirlere karşı mücadele etmek, “yer çekimi fikrine bu kadar saplantılı olmaktan kurtulduğumuz taktirde suda boğulup ölmekten de kurtulacağımızı zanneden cesur yürekli bir adam”dan farksızdı. Mustafa Kemal paşanın hedef ve projesi, maddi dünyanın olasılıkları ile örtüştüğü ölçüde başarılı olsa da, Kıvılcımlı’nın deyimiyle o en keskin “sosyal determinizmin” tarihsel eğilimleri ile sınırlandırılmaktan kurtulamadı. Nitekim bilimsel yöntemin temellerini atan İngiliz filozofu Francis Bacon’ın da belirttiği gibi, “tabiata itaat edilmeden emredilemez”di.
Mustafa Kemal paşanın önderliğini yapmış olduğu Anadolu ulusal kurtuluş hareketi, askeri alanda Avrupa emperyalistlerini Anadolu’dan binbir güçlük içerisinde tepeleyerek gönderdi, bu yönüyle dünya çapında bütün ezilen ulusların egemen emperyalist devlet aygıtlarına karşı mücadelesine ilham vermiş oldu. Türkiye’de, Lenin’in Devlet ve Devrim’inde Portekiz Devrimi ile birlikte bir örnek olarak verdiği, gene onun deyimiyle “bir burjuva devrimi olmakla birlikte halk devrimi olmayan, çünkü halk kitlelerinin kendi özgül sosyoekonomik talepleri ile öne çıkmadığı” 1908 devriminin arkasından 1923 politik devrimiyle milli burjuvazinin iktidarı elde etmesi sonucu, tefeci bezirganlık ve dinci gerici dünya görüşünün halifelik ve saltanat gibi üst yapı kurumlarını paramparça etti. Yerine, Batı’nın serbest rekabetçi kapitalizm döneminde ve aydınlanma çağında gerçekleştiği burjuva demokratik reform ve kurumları kurarak, her ne kadar iktidara geldiği anda tarihsel ve sınıfsal karakterinden ötürü işçi sınıfına yönelik şiddete de yönelse, burjuva demokratik devrimlerin ilerici tarihsel görevlerinin hatırı sayılır bir kısmını tamamladı.
Ama… Burada kocaman bir “ama” bağlacı yapıştırmak gerekir. Engels’in Ludvig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu‘nda belirttiği üzere materyalizm, olgunun olduğu gibi ortaya koyulup analiz edilmesinden, yani Lenin’in adlandırması ile somut durumun somut tahlilinden başka bir anlama gelmez. 1923’ten beri bugünün Türkiye’si, Mustafa Kemal’in bahsettiği -ve esasen katışıksız burjuva demokratik Batı toplumundan başka bir anlama gelmeyen- “muasır medeniyet” seviyesine ne kadar yakındır? Bugünün Türkiye’si, birinci anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşının arkasından kazandırdığı bağımsızlığı muhafaza edebildi mi?
Şeylerin görünüşüne baktığımız zaman, bu soruların ekseriyetinin cevabı olumlu gibi görünüyor olsa da, Marks’ın da belirttiği üzere “şeylerin görünüşleri ve özleri aynı olsaydı, bilime gerek kalmazdı” [3]. Daha net anlaşılması için, Hikmet Kıvılcımlı’nın yarı sömürgelik üzerine bir pasajını aktaralım: “Açık sömürgede yerli ve yabancı bellidir. Dost ve düşman bellidir. Efendi ve kul bellidir. Sömürgenin maddesi emperyalizmin tırnağı altındadır. Yarı sömürgede ise ne dost bellidir, ne düşman… Hepsi birbirine karışmıştır. Yarı sömürgenin ruhu karmakarışıktır. Memleketin üzerine bir leş abanmıştır. Zavallı millet, o leşi hortlak yapan ruhu ayırt edemez. Açık sömürgede kimi vuracağını herkes bilir. Yarı sömürgede ise milletin elini kolunu bağlayan canavar, yerli kıyafetindedir. Herkes, kiminle, nasıl dövüşeceğini şaşırır… Millet birbirine düşer. Açık sömürgede satılık insanlar yüzük taşı gibi meydandadır. Yarı sömürgede en alçak hıyanetler milletin kendisinden geliyormuş gibi görünür. Bugün emperyalistlerin açık sömürgeden kurtulmaya çalışmaları bundandır. Yarı sömürge hem masrafsız, hem külfetsizdir.. Ne uğraşacaksın aç, yoksul yığınlarla?.. Başlarına kendilerinden bir sürü uşak geçirirsin; hem yersin, hem yedirirsin… Sana düşman olacaklarına, birbirlerine girsinler… “Hür ve bağımsızsın” dedin mi, kimse sana yan bakamaz. Ara sıra atacağın sadaka ile bütün dünyanın dilencilerinden alkış toplarsın. Sömürge idaresi, sömürge donanması, sömürge savaşı taşınır yük mü?.. Koyver son meteliklerine kadar harcasınlar. Boğazlarına değin borca batsınlar ve kendi paracıklarıyla silahlansınlar… O zaman gör, seni senden çok savunacaklardır. Hem yalnız canlarıyla başlarıyla değil, dinleriyle, imanlarıyla, vicdanlarıyla, namuslarıyla, bilinçleriyle…
“Birkaç eldivenli konuşan centilmen diplomat, üç beş diplomalı profesör casus, beş on tane de bütçesini, planını, silahlı kuvvetini kotaracak yüksek uzman gönderdin mi, bütün bir memleket senin için gönüllü çalışır. Artık soy soyabildiğin kadar… Kendi elceğizleriyle kuşaklarını sıkıp, dişlerinden tırnaklarından artırarak sana borç ödemeyi namus borcu bilirler…” [4]
Bugünün Türkiye’si iktisadi ve siyasi olarak bağımsız olmayan, ABD-AB emperyalistlerine göbekten bağlı ve dolaylısıyla yarı sömürge bir ülkedir. Tam da bu sebepledir ki Türkiye devrimcileri, Türk ve Kürt uluslarından sosyalistler bugün de kader birliği yapıp AB-D emperyalistlerine karşı ikinci bir anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşını örgütlemek zorundadır.
Günümüzde siyasi iktidarı işgal etmekte olan organize suç örgütünün sınıfsal karakteri finans kapital ittifaklı tefeci bezirganlık olduğu içindir ki 17 yıldır doğru düzgün bir tane fabrika açılmamış, aksine olanlar da peşkeş çekilmiş ve var olan yatırım da herhangi bir kullanım değeri teşkil etmekten dahi uzak beton yığınlarına yönlendirilmiştir. Egemen olduğu ortaçağın geçici İslamcı zihniyetine özlem duyan tefeci bezirgan sınıfın en karakteristik özelliklerinden biri, üretime herhangi bir katkısı olmayıp tamamen rant üzerinden geçinen asalak bir yapı olmasıdır. Gel gelelim, Türkiye aynı zamanda burjuva demokratik bir Batı ülkesinden de siyasi biçim açısından fersah fersah uzaktır. Bu tespit, yalnızca ülkemizdeki burjuva diktatörlüğünün biçimsel olarak faşizme evrilmeye kadar ilerlemekte olduğu, hatta nispi /gizli faşizm olarak nitelenebileceği bu günler için geçerli değildir. Türkiye’de batılı bir burjuva demokrasisi, 1923’ten beri hiçbir zaman var olmamıştır. Bunun sebebi ise, Türkiye’nin hala yarı sömürge bir ülke olmasının sebebi ile aynıdır.
Lenin’in de belirttiği üzere, kapitalizmin tekelleştiği emperyalizm çağı ile birlikte burjuvazinin “devrimci barutu tükenmiştir”, artık dünyanın ilerici hareketlerinin lokomotifi proletaryadır, ve onun müttefiki olarak diğer emekçi halk tabakalardır. Zira halk dediğimiz şey, devrimci durumda çıkarları devrimde olan sınıf, tabaka ve zümrelerin bir bütünüdür. Bu çağda artık burjuvazinin öncülük ettiği herhangi bir ilerici hareket, kendisini tutarlı bir şekilde mantıki sonucuna vardıramaz. Milli burjuvazinin önderliğindeki hareketler dahi eninde sonunda siyasi karakterinden ötürü uluslararası finans kapital sistemine entegre olur. İşte bu yüzdendir ki artık, geçmişin burjuva demokratik görevlerini tamamlayarak tefeci bezirgan sınıfın kökünü kazımak, ulusal sorunu kardeşlik temelinde çözüme kavuşturmak ve ulusal kurtuluşumuzu tekrar sağlayıp bunu mantıki sonucu olan sosyal kurtuluşla, yani sosyalizm ile taçlandırmak proletarya ve onun etrafında çelik çekirdek örgütlenmiş halk tabakalarının tarihsel bir görevidir.
Bu bağlamda dinamik karakterine karşın üretimle doğrudan bağı olmayan bir ara küçük burjuva tabakası olarak gençliğin tarihsel görevi, olanca dinamizmini ve enerjisini işçi sınıfının ve emekçilerin safına aktarmak, meclisteki Amerikancı ve her biri birbirinden ihanet içindeki partilerin suratına tükürüp burjuva parlamentarizminin kabuğunu kırarak anti-emperyalist bir ikinci ulusal kurtuluş savaşını örgütlemek, bunu da demokratik halk iktidarıyla ve Leninist kesintisiz devrim çerçevesinde sosyal kurtuluş olan sosyalizm ile taçlandırmaktır. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal paşanın başlattığı mücadelenin nihai bir sonuca ulaşmasının yegane yolu budur.
Bizler halk olarak; bugünün sömüren, vurguncu ve işbirlikçi azınlığına karşı sömürülen, ezilen, itip kakılan ezici çoğunluğuz. Bizler gençlik olarak, çürümekte olan toplumu çürümekten kurtarıp ileriye taşıyacak olan, yok olmakta olan gezegeni tahripkar bir canavardan kurtaracak olan tarihsel iradenin bir müttefikiyiz.
Bizler halkız, biz haklıyız, ve bu yüzdendir ki bizim zaferimiz engellenemez!
Antalya Direniyor’dan Ege
[1] Hikmet Kıvılcımlı – Cumhuriyet Bayramı Nedir?
[2] İnkışaf eden: İlerleyen
[3] Kapital, Cilt – 3, 1963, s.817
[4] Hikmet Kıvılcımlı, Hürriyetimiz ve Birinci Emperyalist Evren Savaşı Faciamız, Derleniş Yayınları, s.14-15