Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ndeki 170 numaralı dosyasında yer alan bu makale, Tarih Devrim Sosyalizm kitabının yayınlanmayan bölümleriyle birlikte dosyalanmıştır.
“Tarihte yeni bir görüş” iddiasına kalkıştığımdan ötürü özür dilemekten kendimi alamayacağım. Türkiye’de “Perpet-Mobil” (motorsuz işleyecek makina) keşfedenler oldu. Tarihteki yıl sayılarının insanlık alınyazısını etkilediğini, elde rakam ispata çalışan kitaplar çıktı… Yıllar yılı uzun emek de yetmiyor. Geçende okuduk: Tarihte adı anılmış bütün kişilerin tüm şecerelerini alt alta dizip listeler yapan yurttaşımız, bizden de aşırı: Tam 50 yıl araştırma yapmış!.. Pirinç tanesinin üzerine “Yasin-i şerif” yazmış insanlar ülkesindeyiz. Harflerin büyüsüne gönül ve ömür vermiş “Hurufiyun”lar iklimindeyiz. Daha dün evren kültürüne önümüzde diz çöktürüp, yer öptürmüş resmi “Güneş Dil Teorisi” bu toprağın ürünüdür. Ve ilh., ve ilh…
Bunca türlü çabaları esirgemeyen o çok şaşırtıcı emeklerden “biri de benim!” dercesine, antika tarihin gidiş kanunlarını konu edinmek, hele öne sürmek hiç de değme babayiğitin göze alabileceği kadar kolay olmayacaktı. Biraz mesleğimdir, bilirim: En hafifinden “Paranoid hezeyan” suçlandırması ile damgalanmak işten değildi… O güçlüğü de en sonra göze almak gerekti.
Araştırmanın alanı antika tarih: İ.Ö. (İsa’dan önce) 4-5 bin yıllarında başlar, İ.S. (İsa’nın doğumundan sonra) 14. yüzyılda biter. Bu alanda araştırılan başlıca konu: 6-7 bin yıldır. İnsanı umutsuzluğa düşüren bir saat intizamı ile boyuna “tekerrür” eden medeniyet” “yıkılış” ve “yeniden kuruluş”larıdır.
Ancak, 70 yüzyıllık Doğu da, her emeğin bir “trajedi”si olmuştur.
Bizim tarih emeğimizin trajedisi Şudur: Konumuz bilginler ölçüsünde tartışılırsa aydınlanabilir. Ülkemiz, üniversite dışında “bilgin” kabul etmez. Üniversitemizin “bilgin”i ise, öğrencilerine Batı bitiklerinde basılı dersler okutmaktan başka şeyle ilgilenmez. Spor totocu yarışlarda boğulup, Holivud sularıyla kafa yıkama ameliyesine uğratılmak istenen gençlik, azıcık düşünmeye kalkışsa, okul kitabından ötesine karıştırtılmaz. Onun için; gerçek bilgi kıtlığının üstünde taç ve taht kurmuş felsefe derebeyliğinden geçtik, şiir yahut roman düzeyini aşmak küstahlığını deneyecek herhangi bir düşünce, masalların: “Ata et, ite ot” vermek deyimine dönüyor.
O zaman kiminle konuşulacak?
Aşağıdaki emeğin trajedisi burada: İnsanoğlu sosyal hayvan. İlla birisiyle konuşacak… Dinleyen varmış gibi…
TARİH ÖNCESİNİN İNKARI
Tarihcil Devrim: İnsanoğlu eline kalemi aldığı günden beri yazılmış, üzerinde düşünüldükçe heyecan uyandırmış, en büyük konu. En büyük dinlere temel olmuştur.
Tam izahına kavuşamayışının birinci sebebi: İnsanlığa içinden çıkageldiği kendi kaynağının, tarihöncesinin unutturulmasıdır. Bu unutturuluş: Tıpkı, bugün Amerikan prosperitesinin kendi yurttaşına yüksek ücret sağlayabildiği için ve başka milletlerin gözünü o maddi yaşama standardı ile kamaştırabildiği için sosyalizmi yadırgatıp unutturabilmesine pek benzer. Medeniyet, birdenbire tekelinde tuttuğu bol ürünler ile öyle insanüstü inançlar yaratmıştı ki, çevresindeki barbarların yoksulluğunu, o inançların yokluğundan
ileri geliyormuş gibi gösterebilmişti. Sonra, medeniyete inancı yok olan barbarların kendilerini de yok etmeye girişmeyi, dünyanın en tabii gidişi saymıştı.
Keldan rahibi Berose anlatıyordu: Karga başlı, köpek vücutlu, balık ayaklı vs. acayip yaratıklar yeryüzünün ilk varlıklarıydı. Allahlar, (medeniyet mümessilleri) onları yok ettiler. Bu yok edilenler, karga, balık, köpek vs. Totemli medeniyet öncesi KAN teşkilatlarıydı. Irak’taki olayın tıpkısı Mısır’da başka çeşit oldu. Tanrı Oziris’in kırıp geçirdiği, bazısı ile uzlaştığı, bazısı tarafından paramparça edildiği “kötü” hayvan – tanrılar da aynı tarihöncesinin Totem – Kan teşkilatlı barbar toplumlarıydı… Irak ana, Mısır kız medeniyetlerinden sonra gelenler, daha aşağı kalmadılar: İslamlık “müşrik”liği, hıristiyanlık “payen”liği aynı mutlak yok edilişle taşladı. “Müşrik”te, “payen”de, Tarihöncesindeki kan teşkilatlı ilkel sosyalist toplumlardı.
Böylesine “tanrıcıl” bir hırsla, yok etmecesine yasak edilen tarih öncesi tam 6 bin yıl düşürüldüğü sansürden kurtulamadı. Medeniyette, nereden geldiği bilinemediği için, içine düşürüldüğü izahsızlıktan
ve mistifikasyondan kurtulamadı. Tarihcil devrimin hala iyice kavranamayışının mekanizması bu İNKAR sansürüdür. Batıda sanayici kapitalizm, Antika medeniyet geleneklerini temizleyip, tabiat ve tarih gerçeklerini henüz aydınlatmaya, sansürü kaldırmaya girişiyordu ki, büyük sanayinin ekonomi ve toplum krizleri başgösterdi. Kapitalizm kendi yaptığı sosyal devrimle yıktığı antika bezirgan çağın tarihcil devrim geleneklerıni ve sansürlerini diriltmek zorunda kaldı. 19. yüzyıldan beri insan kültürü, tarih bilimlerinde ileriye değil, geriye çevrilmek istendikçe, tarihcil devrim çerçevesinden başka tutar, spekülasyon yapılacak yer kalmadı. Medeniyetlerin insan şuuruna sığmazlığında, hemen tabiatüstü (surnaturel), madde-ötesi (metafizik), insanüstülükler arandı ve yakıştırıldı.
O bakımdan yüce modern batı bilginliği dururken, tarihcil devrim kanunlarını bulmak: “Sana mı kalmış?” diyecek, sağlı-sollu erbap aydın yurttaşlarımın yüksek aflarını dileyerek: “İşte, bize kalmış!” diyebiliriz.
DÜNYADA TARİH SENTEZİ MÜMKÜN MÜ?
İslam medeniyeti İbn-i Haldun’la birlikte orijinalitesini bitirdi. Türkiye, İslamlığın yalnız rönesansını yapmakla yetindi. Yeni orijinal medeniyet Batı’da kuruldu. Türkiye’de, batının sezemediği arı bilim görüşü, ekzakt bilgi ve teknik bulgu kolayca göze alınamaz.
Tarih bilimleri bakımından, hele tarihcil devrim kadar “sehl’i mümteni” [Kolaymış gibi görünen aslında çok güç olan] bir olay için iş değişir. Antika medeniyetler tarihinin bütün “sır”ları ve anahtarları tarihöncesindedir. Tarihöncesi ise, daha dünkü “keşif” olmuştur. Morgan’ın tarihöncesini ilk defa çim çiy aydınlatan “Ancient Society” (Kadim Toplum) adlı eserinin çıktığı yılda, Petersburglu banker Schliemann’ın yeraltındaki Mycenes medeniyetine ilk kazmayı vurduğu yıl da: 1877’dir. Tarih öncesinin yer üstünde ve yer altında belgeleriyle keşfinden onlarca yıl geçti.
1- “Morgan’ın keşifleri, şimdi İngiliz tarihöncecileri tarafından evrencilce kabul edilmiş bulunuyor. Ama, o tarih öncesi bilginlerinden hiçbirisinde, bu fikirler devrimini Morgan’a borçlu olduğumuzun itiraf edildiği görülmüş şey değildir.” (F. Engels, “L’Origine. etc…“, İkinci önsöz, XXXII, 1891). “Hatta denilebilir ki, o büyük ilerleyişinin müellif titrleri? (kimin tarafından yapıldığı) gizli tutulduğu ölçüde, kendisi herkeste kabul yüzü görüyor.” (age, XXXV.)
2- “Schliemenn Mycenien medeniyetinin Arslanlar Kapısı’nı kazmalarken: Çağdaş arkeologlar onu manasızlık yapıyor saydılar.” (C. W. Ceram, L’Aventure de I’Archeologie, Fransızcası: H. Daussy, Basım: Londra 1957, Kolonya 1958, s. 63). Adam bizim Hisarlık köyünde Truva yıkıntılarını bulalı aradan 20 yıl geçmişti. “Dar kafalı ve inatçı bir Alman kapiteni olan Ernest Boettischer’e bakılırsa, Hisarlık’ta ortaya çıkarılan kalıntılar, eski bir çömlekçi fırınından başka bir şey değildi. 1899 yılı Schliemenn, Boettischer’ Hisarlığı ziyarete çağırdı. İnadından dönmez adam, mahallinde hazır bulunan birçok arkeologların öne sürdükleri argümanlara (belge sonuçlarına) karşı sesini çıkarmaya cesaret edemedi. Ama, Almanya’ya döner dönmez, eski tezini, tekrar ele aldığı bir risale yayınladı.” (C. W. Ceram, age, s. 58).
Tarih olayları karşısında “modern” bilim namusu biraz böyleydi.
Ötede araştırmalarla yeni buluşlar durmadı. Troie 1872’de bulunmuş idi. Mineonne medeniyetini Evans 1900 yılı keşfetti. “İngiltere’de 1924 yılı İndus vadisindeki şehir yıkıntılarının terekeleri üzerine Sir John Marshall’ca yapılan yayının neticesi daha hayret uyandırıcı oldu” diyen Edinbourg üniversitesinde tarihöncesi – arkeoloji profesörü V. Gordon Childe, 1935 yılı şu satırları yazdı.
“5 yıl önce bilinmeyen Asurya ve Bülucistan tarih öncesinin etüdü taslaklaştırıldı.” “Yakındoğunun kültür gelişimi, 5 yıl önce bizim sanmış olduğumuzdan çok daha karmaşalıdır. Onun için biz, cevap vermeksizin meseleler koymaya, yorumlamayı denemeksizin olayları sunmaya mecbur kaldık.” V. G. Childe, “L’Orient
Prehistorique“, Paris 1935, s.12).
Burada iki şık önümüze çıkıyor:
1- Bay Childe gibi, İngiliz agnosticisme‘ine (bilmemci felsefesine) uyup beliren en besbelli münasebetleri, dilimizin ucuna gelmişken saklayıp söylememek… Böyle bir davranış hücre üzerine her gün yapılan yeni keşiflerin sonu alınmadıkça, Darwin’in bulduğu “Struggle for Life” (Yaşama Kavgası) ve “Natürel Seleksiyon” kanunlarını mesele yapmaması ve yorumlanmaması olurdu. Darwin bile, bütün canlılar nev’ilerinin nasıl birbirlerinden milyonlarca yıllık “Tabii Arınım” yoluyla çıktığını ispat ettikten sonra, her gün “Yehuva Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” (Genese, 1/27), “Ezeli Tanrı insanı toprağın tozundan biçimlendirdi” (Genese, 2/7), “Tanrı yapmış olduğu eseri yedinci günü başardı: Ve yedinci gün yapmış olduğu bütün eserlerinden ötürü dinlendi.” Amin! (Genese, 2/2) diyerek kilisesine devam etti. Fakat, bulduğu “Nev’ilerin Tekamülü”[Türlerin Evrimi] hakikatini, ne kadar eksik olursa olsun yayınlamaktan geri kalamadı. Matematik ve fizik gibi keskin olaylı bilimler dahi, her gün yenilenen ipotez (faraziye)ler, teori (nazariye)ler üzerine basa basa yürür.
Dağlar gibi yığılmış tarihöncesi bulguları ile, kütüphaneler dolusu tarih belgeleri arasındaki münasebetleri ve bağları, bir görüşü olanın yorumlamaması ve bunu sırf yeni keşifleri beklemek bahanesi ile yapması, ilkin görünebileceği kadar savunulacak bir bilim dürüstlüğü, yahut bilgin iffeti değildir. Yorum varsa, gerçekse yapılır. Eksiği çıkarsa düzeltilir.
2- Tarihöncesi buluşlarının 1935 yılı bile düşüncelerde devrim yapacak seviyededir. Arkeoloji o kadar yeni bir bilimdir. Bilimse, çoktan “bir tek dünya” olmuştur. Hiç değilse tarih bilimleri bakımından ileri ülkelerle geri ülkeler arasında, antika çağın Hint, Çin, Yakındoğu medeniyetleri arasındaki gibi mesafe ve habersizlik
kalmamıştır. Tarih laboratuvarları yeraltı kazılarında işler. Bu kazılar bizim toprakları eşer.
Biliyoruz. İndus vadisinde, Aryenlerden önceki Hint kültürünü 1921 yılı bir Hintli: Daya Ram-Sahni tarif ettiği halde, bu keşfin Batı’da “hayretuyandırması” için. Bir İngiliz’in: Sir John Marshall’ın 1924 yılı yayın yapması gerekir. Geri ülkenin sesi çıksa bile, kolay duyurulamaz. Gene de, küçük ve geri ülke aydınlarının yapacağı iş yok, denemez. 1876 Ağustos günü: “Arslanlar Kapısı”na ilk kazmayı vuran Scheilemann 5 mezar buldu. 1877-78 yılı: Yunan konservatuvarı Panayotes Stamatekes, altıncı bir çukurlu mezar (tambr a fosse) keşfetti. Daha sonra, Chrestes Tsountas olağanüstü değerli tasrihler yaptı. Mycenien medeniyeti üzerine nisbeten sarih ilk görüşü Tsountas’a borçluyuz.” (C.W. Ceram, Avent. d’Archeo., s. 63).
Tarihin bata çıka gidişinde,dünyanın gece ile gündüzü gibi sebep netice zincirlenişi gösteren bir kanunluluk görmek ve bu kanunluğun en canlı yayını medeniyetle barbarlar arasındaki zıtlıkta bulmak, geri bir ülke insanından da gelse yadırganmamalıdır.
TÜRKİYE’DE BUNA LÜZUM VAR MI?
Geri kalmışlığın en yakıcı problemleriyle kıvranan bir ülkede 500 yıl önce sona ermiş bir çağ günün meselesi olabilir mi?
Geri ülkelerde antika tarih sanıldığı kadar uzak değildir. Sömürgelerin “gelişmemiş ülke” durumuna itilmeleri, yeryüzünün beşte dördünde antika tarihin kalıntılarını günün konusu olmaktan çıkarmamıştır. Hemen hemen (Hint ile Çin bir yana bırakılırsa) bütün antika medeniyetler tarihi, Osmanlı ülkesinin tabii sınırları içinde olmuş bitmiştir. Osmanlı toplumu ise, antika tarih cycle’ını kapamış, antika toplumların kumkumasıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun beyni olan İstanbul ile, yüreği olan Anadolu toprakları üzerine kuruldu. Batı kapitalizminin 500 yılda geliştirdiği münasebetleri, Batılı hukuk normlarını 5 yılda Türkçeye çevirmek ve 50 yıl yürürlüğe geçirmek: 5000 yıllık antika ekonomi, politika, kültür, din, ahlak ve ilh. gelenek-göreneklerini, toplumumuzun enkonsiyanına [alt şuura] püskürtmekle kaldı.
O bakımdan, Türkiye’yi antika tarih kadar canevinden ilgilendirecek ikinci bir konu bulunamaz dersek, paradoks yapmış sayılmamalıyız. Başımızda estirdiğimiz hava ne olursa olsun, toplumumuzun içi, genel olarak antika medeniyetlerin özellikle Osmanlı antikalığının anıtlaşmış örneğidir. En modern millet, herşeyden önce bir tarihcil oluşumdur. Maddemize ve ruhumuza en ağır basan gerçeklik, antika tarihtir. En az 200 yıldır ne idiğünü bir türlü bilemediğimiz “Batılılaşmak” sözcüğü: Antika toplumdan yakamızı kurtarmaktır…
Şimdi, burada önümüze çıkan şey, sosyal psikanaliz oluyor. Hekimlikte, psikanalizle deliliğin tedavisi: Enkonsiyana (alt-şuura) püskürtülmüş etkilerin müşhiş baskısından kurtulmak için, o etkileri
şuura çıkarmaktır. Çünkü, bir temayülü alt-şuura püskürtmek yok etmek değildir: Tersine, püskürtüldükçe daha yaman tepki yaparak en korkunç infilaklara kapı açan bir dinamizm kazandırmaktır. Bizim hep bir ağızdan: “Oldu da bitti, Batılılaştık: Maaşallah!” temposuyla antikalığımızı enkonsiyanımıza püskürtüşümüz öyle bir sonuç vermemezlik edemezdi. Sosyal hastalıklarımızı tedaviden önce ve tedavi için doğru teşhis etmeliyiz. Bu teşhiste en büyük yardımcımız antika tarih incelenimi olur.
EKONOMİK İLGİ
İki kısa karşılaştırma yapalım:
ÜRETİM TEMELİ: Bütün kadim imparatorluklar gibi, Osmanlılığı da toprak meselesi kurdu, toprak meselesi yıktı. Osmanoğullarının (herhangi sosyalist bir şuur iddiası dışında) Sırf tarihöncesi ilkel sosyalizminin toprak özel mülkiyetine önem vermeyen göçebe toplumundan geldikleri için, yaptıkları tarihcil devrimcik yoluyla kendiliğinden uyguladıkları DİRLİK DÜZENİ köklü toprak devrimi oldu. Gittikçe derebeyileşildi. Dirlik düzeni kankıranlaştı. Dirlik düzeni yerine sözde derebeyleşmeye çare olarak: Kesim düzeni geçti. Mukataacılık kamu topraklarını Bezirgan-Tefeci sermayenin emrine verdi. Roma’nın, Bizans’ın bir türlü tam gerçekleştiremediği para iradı uygulandı. Kamu toprakları “malikane” adıyla Tefeci-Bezirgan önsermayenin önce sözde gelgeç ve kiracı olarak tasarrufuna, sonra ebediyyen tasarrufuna, en sonra, “Batılılaşmak” parolası ile mülkiyetine aktarıldı. Hazinesi toprak gelirine dayanan Osmanlılık, bağıra çağıra çöktü.
Bugün Türkiye’de toprak meselesi budur. Cumhuriyetin tarih gelişimi bakımından birinci vazifesi; “Mütegallibe” elinde kördüğüm olmuş toprak meselesini çözmekti. 40 yıl köylüye uzaktan platonik aşk ilan edip, “Efendi” ağıdı okuduk. Bu durum, çalışan köylüyü Antika Eti, Asur, Babil münasebetleri içinde, fakat Babil’in sulama kanalları bulunmadığı için, gittikçe “Erozyon” (aşınma, verimsizleşme) gösteren susuz çölde “yeşil kurbağa” iniltisiyle bıraktı. Demokrasi sayesinde, “Hacıağa” adını alan “Eşraf ve Mütegallibe”ye “oy davarı” sağladık. Hala köyde kalkınmayı 5 bin yıllık Tefeci-Bezirgan eliyle yapacağımızı umduk. “Toprak Reformu” sözcüğü kara kaplı kitaba girince, mesele kalmadı. Köy faciamız budur.
Modern Batı medeniyeti, Avrupa’daki Antika Tefeci-Bezirgan sermayeyi kökünden kazıyan sanayi sermayesi girişkinliği ile doğdu. Demek, sahiden “Batılılaşmak” istiyorduysak, herşeyden önce toprağımızı ayrık otu gibi bürümüş ve yabancı sermaye yılanını cangahımıza işletmiş bulunan o Acente – Bezirgan, Tefeci – Banker önsermayeyi tasfiye etmekti. Tasfiye şöyle dursun, milli sanayimizin can düşmanı, rakip ecnebi şirketlere öncülük ve ardcılık eden, büyük şehirlerin sömürge artığı kodaman bezirganlarına “kayıtsız, şartsız egemen” akıl hocası ve güdücü olmayı sağladık. Şehir faciamız budur.
Ekonomi temellerimizdeki çıkmaz, böylece antika medeniyetler tarihinin bitmez tükenmez işkenceli kadim çıkmazı olur.
ÜSTYAPI İLGİSİ
SOSYAL ÜSTYAPI: Kadim tarihte galip gelen akıncı azınlık üstsınıf olmadan önce, devlet sınıflarını teşkil etti. Osmanlıda “Devletlu” dört sınıf oldu: İlmiyye (bilim sınıfı), Seyfiyye (savaş sınıfı), Mülkiyye (idareci sınıf), Kalemiyye (maliyeci sınıfı). Bu dört devlet bölüğü dışında kalan “Reaya” yurttaşlar “ecnebi” sayıldı. Osmanlı idaresi, dördüzlü devletlular arasında oynanan bir oyun, satrançtı.
Çok geçmedi: Devletlular “hadem, haşem” lüksünü arttırdıkça hüdayinabit sosyal adalet gitti. Üst tabakalar derebeğileştikçe tepişmeler arttı. “İlmiyye” ile “Seyfiyye” gündelik “alüfe” ile geçiniyordu. Derebeyileşme ve Tefeci-Bezirgan çapulu toprak gelirini budadıkça, masraflar için “züyuf akça” (kalp para) çıkarıldı. “Alufe”ler bu alım gücü düşük para ile ödendiğinden, Seyfiyye ile İlmiyye ikide bir “kazan kaldırdı”. Birkaç vezir kellesi uçuruldu. Ayaklananlara “ihsan’ı şahane”, “mansıp” dağıtıldı. Gelgeç olarak mesele örtüldü.
Türkiye Cumhuriyeti: Osmanlı sosyal münasebetlerini ürkütmeksizin, sırf siyasi yüzeydeki reformların tutunabileceğine inanmış “zafer” yiğitlerince kuruldu. Halka “ecnebi” denilmedi. “Saray”ın kayırmadığı aydınlar, memurlar ve halk siyasete “yabancı” tutuldu. Tek parti devri gözde mütekait ve büyük memurlar politikasını yaşattı. “Zafer” yiğitleri, Mustafa Kemal’e “Gazi” denildiği ilk ülkücü günlerde kadim tarih mütegallibesini “vesayef”le idareye çalıştılar.
Çok geçmedi, Osmanlı ıslahatçılarının yıkılışa tek sebep saydıkları “Kapıkulu” çoğalmasını andıran, memur çokluğu çığlaştı. Artan “Devletçilik” yükünden hoşnutsuzlaşan halk, kadim Osmanlı üstsınıflarının dış yardımlara tutunarak “şartsız kayıtsız” iktidara gitmelerine (“denize düşenin yılana sarılması” kabilinden) oy verdi. Çok parti oligarşisinin azıttırdığı vurgun ve pahalılık altında maaş ve şereflerinin yıprandığını gören “üniversite” (bilim sınıfı “İlmiyye”) ile “Silahlı Kuvvetler” (savaş sınıfı “Seyfiyye”) elele verip bir çeşit içeriden “tarihcil devrim” yaptılar. 27 Mayıs’la birkaç bakan (vezir) idam edildi. “Tasarruf bonosu”, “permi” vs., gibi şeyler icadedildi. “Sosyal Adalet” sloganı anayasaya girmekle yetinildi.
Sosyal üst yapımızdaki çıkmazın kadim tarih açmazı olduğunu Alaska Senatörü Ernest Gruening raporunda şöyle yazdı:
“Sağ kanadın feodalist ve zengin unsurları 1960 askeri darbesinden hemen hiçbir zarar görmeden kurtulmuşlardır ve parlamentoda temsil edilen 5 siyasi partinin hepsini de sıkıca avuçlarının içine almışlardır.”
Ekonomik temel ile sosyal üstyapısı kadim tarih damgasını taşıdığını göze batırmak için şemalaştırabiliriz.