Sovyetler Birliği’nin Glatnost ve Perestroyka denilen reformlarının sonuçlanmasıyla 1991 yılında çözülmesinin ardından, ABD için “büyük düşman” ölmüş, sıra “küçük düşmana” gelmişti. Bu küçük düşman, kuşkusuz, insanlığın umudu olmaya devam eden Küba Cumhuriyeti’ydi.
Arka Bahçeden Düşmanlığa Uzanan Yol
Küba 1933 yılında Fulgencio Batista’nın gerçekleştirdiği darbeyle “ABD’nin arka bahçesi’ haline getirildi. Batista’nın gerçekleştirdiği darbe ile Küba halkı; işsizlikle boğuştu, yoksullukla kıvrandı, ekonomisinin tamamen dışa bağlı olmasıyla, sömürge bir ülkenin, sömürge halkı konumuna tekrardan düşürüldü. Bu düşüşe elbette son vermek isteyen bir sürü sol grup mevcuttu ancak bu gruplar ortaya net bir devrim stratejisi koyamıyor ve gerçekleştirdiği eylemlerde başarısızlığa uğradıktan sonra parçalara bölünüp, daha da güçsüzleşiyordu.
Bu sol grupların içlerinde en önemlisi: 26 Temmuz Hareketi’ydi. (Movimiento 26 de Julio) 26 Temmuz hareketi adını 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlasına yapılan başarısız olan fakat hayati öneme sahip eylemden adını almaktadır. Bu eylemin öncüsü ise Fidel Castro’dur. Bu başarısız eylemin ardından Fidel Castro, Meksika’daki sürgün günlerinde Che Guevara ile tanışır ve 26 Temmuz Hareketi’nin, daha doğrusu Küba Devrimi’ni gerçekleştiren hareketin temelini atar.
Örgüt 1956’da başlattığı gerilla hareketi ile birçok eyleme girişir. Daha önce girişilen eylemlerden Batista, 26 Temmuz Hareketi’nin başlattığı eylemler kadar ürkmemiştir. Ürkmesi artık kâbusa dönmüş ve 1959 yılbaşı sabahının erken saatlerinde Batista ülkeden kaçmış, yerini 26 Temmuz Hareketi’ne bırakmıştır. Batista’nın ülkeden kaçışının ardından 26 Temmuz Hareketi, Havana ve Santiago’ya muzaffer bir şekilde girmiş, Küba’nın ‘bağımsızlığını’ tekrardan halka teslim etmiştir.
Küba devriminin gerçekleşmesinin ardından, devrim “sosyalizm” naraları atmadan önce bir geçiş programı uygulamıştır. Bu program dâhilinde öncelikle köklü bir toprak reformu yapılmış, kamulaştırmalar gerçekleştirilmiş, 26 Temmuz Hareketi diğer sol gruplar ile birleşerek genişletilmiştir. Süregelen sol grupların bölünüp parçalanması yerine, ortak cephe fikriyle devrimin ivme kazanması sağlanmıştır.
Yeni Düşman
Havana hükümetinin, ABD’nin önemli şirketlerini kamulaştırmasıyla ve bağımsız bir halk iktidarının kurulmasıyla birlikte artık “arka bahçe” konumundan “düşman” konumuna geçen Küba’ya olan baskılar da artmıştır. Ambargolar uygulanmış ve Küba’nın iktisadi krize sokulması istenmiştir. Küba, tüm bunlara karşı, durmuyor ve ambargolara, şirketleri kamulaştırmaya devam ederek yanıt veriyordu. Havana’daki yeni hükümet, ABD’nin ‘baş belası’ konumuna gelmişti. 1961’in Nisan ayına gelindiğindeyse CIA, planını işlemeye karar vermiş ve istihbarat örgütü tarafından eğitilmiş 1.600 karşı-devrimci ABD Donanması’nın gözetimi altında Domuzlar Körfezi Çıkarması’nı gerçekleştirmiştir. Domuzlar Körfezi gerçekleşse de başarısızlığa uğramış ve Havana’daki anti-emperyalist, bağımsızlıkçı hükümet direnerek sadece karşı-devrimcileri değil, ABD’yi de yenilgiye uğratarak, tarihe önemli ve hiç unutulmayacak bir not düşmüştü.
Domuzlar Körfezi’nin ardından, Sovyetler Birliği’nin de önemli desteğiyle Küba ambargolara aldırmıyor, ticari hacmini genişletmeye devam ediyordu.
Sosyalizm Zamanı
26 Temmuz Hareketi’nin içlerinde her ne kadar Marksist-Leninist önderler bulunsa da “sosyalizm”den, devrimin ardından iki yıl boyunca bahsedilmemiştir. Fidel devrimin “sosyalist” karakterini ilan ettikten sonra Küba Komünist Parti’ne dönüşümün de sinyalleri verilmişti.
Devrimin kararsız olduğu ve bu yüzden ilerlemeyeceği sol çevrelerce eleştiriye tutulsa da, Fidel Domuzlar Körfezi işgali ve devrimin sosyalist yönünü ilan etmesinin ardından bu eleştirileri de ortadan kaldırmış oldu. (Bir not olarak, 2 Aralık 1961’de Fidel şu açıklamayı yapıyor: “Bir Marksist-Leninistim ve hayatımın sonuna kadar öyle kalacağım!”)
Halk, Fidel Castro’yu devrimin simgesi, halkın sözcüsü olarak görüyordu. Castro’nun kurtarıcı olarak görülmesiyle, halk devrim ile içselleşmiş ve onu korumak için canını ortaya koyacak hale gelmişti. Böylelikle ABD’nin Castro’ya olan sayısız suikast girişimi ve karşı-devrim planları suya düşmüş, devrim bugünlere dek sürmüş, yarınların umudu olmuştu.
Castro’nun yanı sıra halk tarafından benimsenen bir kahraman daha vardı: Ernesto Che Guevara. Enternasyonalizmin vücut bulmuş hali olan Che, aslen Arjantinli olsa da kendini Kübalı görüyordu. Verdiği mücadele sonrası, bir Kübalı’dan daha Kübalı olarak görülmüş, halk tarafından Fidel gibi kurtarıcı olarak kabul edilmeye başlanmıştı. (Che Guevara, sosyalist devrimin simgeleşmiş isimlerinden birisi olarak, mazlum millet tarafından hatırlanmaya, Küba’da her sokakta anısı yaşatılmaya devam ediyor.)
Devrimin Karakteri ve Özgünlüğü
Küba Devrimi’ni yüzeysel olarak yukarıda inceledik. Sayısız badireler atlatmış olan Küba Devrimi, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından, kendisinin de çözülmesi mutlak görülmesine rağmen hala daha sosyalizm ve yenidünya umudunu, hiçbir fire vermeden devam ettiriyor.
Küba Devrimi’nin karakterini şöyle özetleyebiliriz: Anti-emperyalist, yurtsever, demokratik, sosyalist. Küba Devrimi’ni diğer devrimlerden farklı tutan özne, Küba’nın devrimci geçmişinden kopmayarak ve Milli Demokratik Devrim’i uygulayarak, sosyalizme geçişi sağlamasıdır.
Sovyet etkisine rağmen kendine özgü devrim programını oluşturmasıyla Küba Devrimi’ni, “Stalinizm” olarak tanımlayanlara karşı Fidel Castro şöyle söylüyor: “Devrim, palmiye ağacı kadar Kübalı’dır!”.
Castro ve ekibinin ülke koşullarını iyi kavrayıp, tarihsel köklerini koparmadan, bu kökleri ileriye taşıma isteğiyle devrimi gerçekleştirmiş ve devrimi bu yönde koruyarak yaşamaya devam ettirmektedir.
Fidel Castro, Jose Marti’nin “bağımsızlıkçı” idealini devam ettirmeyi kendinde görev bilmiş, 1959 yılında: “…Yaptığımız şey, anayurdun hepimize ait olduğunu ve herkesin iyiliği için olduğunu söyleyen Havarimiz’in (Jose Marti’nin) bildirgelerini ve doktrinini yerine getirmekten ibarettir…” diyerek Jose Marti’nin devrimci mirasını sahiplenişini ortaya net bir şekilde koymuştur.
Küba Devrimi, demokratiklik açısından da önemli bir farklılığa sahiptir. Kapalı bir demokrasi yerine, açık bir demokrasi izlemiştir. Bu demokraside yerel meclisler, halk konseyleri ve halkın seçtiği delegeler mevcuttur. Küba, her geçen gün devrim yolundan sapmadan, demokratiklik açısından daha da ileriye gitmektedir. Bunlara örnek vermek gerekirse; delege seçimlerinin tamamen halkın oyuyla seçilmesi, delegelerin halka her altı ayda bir hesap vermesi, halkın istediği takdirde delegelerini görevden alması gibi örnekler çoğaltılabilir.
Küba ile Sovyetler’in seçim sistemi arasındaki önemli farklar mevcuttur. Peter Roman, Küba sistemiyle Sovyetler Birliği’ndeki seçim sistemi arasındaki üç önemli farka işaret ediyor: “Küba’da bölgelerden seçilen delegelerin seçim yörelerinde ikamet etme zorunluluğu; yerel seçimlerin yasa uyarınca yarışmaya dayalı olması; ve Komünist Partisi’nin adayları belirlememesi.”
Küba Devrimi, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vererek, aşamalı bir şekilde sosyalizme geçti. Kimi zaman bu gerçekler bazı kesimler tarafından göz ardı ediliyor. Oysa verilen mücadeleden, verilen mücadelede oluşturulan devrimci cepheden yola çıkarak bizlere Milli Demokratik Devrim gerçeğini açık bir şekilde gösteriyor.
Küba’daki devrim bizlere devrimi ülkenin koşullarından bağımsız bir şekilde gerçekleşmeyeceği, mutlaka anti-emperyalist olacağı, aşamalı bir şekilde sosyalizme geçişin sağlıklı olduğunu, “vatan ya da ölüm” denilmesi gerektiğini ve halktan kopmamanın devrime katkısını açıkça ortaya koymaktadır.
Bizler de Fidel Castro’nun Jose Marti’nin mirasını sahiplendiği gibi, Mustafa Kemal’in mirasını sahiplenerek, vatan sözcüğünü dillendirmekten kaçınmak yerine, “vatan ya da ölüm, ya istiklal ya ölüm” diyenlerin yolunda olduğumuzu bir kez daha bildiriyor, Küba Devrimi’nin kahramanlarını selamlıyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
[1] L. Raby – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm
[2] Hüseyin Cevahir –Kitleler Küba Devrimi ve Yeni Oportünizm (Aydınlık Sosyalist Dergi 23.sayı)