Avrupa, faşist partilerin şaşırtıcı(!) yükselişi ile çalkalanıyor. Çalışan, üreten halkın ağzına bir parmak bal çalma projesi olan Avrupa Birliği’nin tüm ihtişamına (!) rağmen, tüm ülkelerde şovenist partiler iktidar ortağı olmakta. Bu durum, Berlin’de kolları SSCB tarafından kesilen faşizmi inceleme ihtiyacı doğuruyor.
Faşizmin [1] ortaya çıktığı ve iktidara geldiği üç ülke olan Almanya, İtalya, Japonya’ya baktığımız (hatta karşı-devrimin gerçekleştiği İspanya’ya da bakarsak) zaman göze çarpan iki ortak özellik şunlardır.
1- Burjuva devrimlerinin görece geç gerçekleşmesi
2- İlkel sosyalizmden feodalizme ya da kapitalizme geçiş sonrasında sosyalizme sıçrayamamış olmanın getirdiği yozlaşma(soysuzlaşma)
FAŞİZMİN ÜÇ AYAĞI
Faşizmi egemen kılmaya çalışan liderler, karşı-devrimci noktadan önlerini açan bu olguları üç ilke ile sentezlediler.
1- Tekelci Kapitalizm: Komünist önder Dimitrov’un belirttiği gibi “Faşizm, Finans-Kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.” [2] Bu cümle defalarca açıklanmıştır ancak tekrar belirtirsek, faşizm tüm rekabet koşullarının ortadan kaldırıldığı, bir avuç şirketin güttüğü ve yıldırma uyguladığı bir ekonomi biçimini benimser. Bütün erk, bu bir avuç şirketi güden kişilerin (perde arkasında ya da perde önünde) iki dudağı arasındadır. Dolayısıyla bugünkü açıdan bakarsak, emperyalizmin anadan üryan yüzüdür. Burjuva devriminin geç gelişimi de, bu “terörcü diktatörlüğün” varlığına neden olan etkenlerden biridir. Demokratik devrimi geç yaşayan ülkelerde, toplum faşizme razı getirilebilecek bir değerler bütününe sahiptir.
2- İlkel Sosyalizm karikatürcülüğü: Faşizm, bir “altın çağ” vaadedicisidir. Altın çağ nedir? İlkel sosyalizmden medeniyete geçiş yapan kentlerin (ya da kentler birliğinin) , bu geçiş dönemi sırasında yaşadıkları “huzur çağı”dır. Fethi gerçekleştiren ilkel sosyalist gelenekli barbar, fethettiği kentin toprak paylaşım ilişkilerini (dolayısıyla ekonomik temeli) değiştirerek, o kentin belli bir süre zenginleşmesine, refahının yükselmesine yol açar. Fakat “altın çağ”, fethedenlerin fethedilmesi dediğimiz, fethedilen ülkenin devlet (medeniyet) geleneklerinin aynen ya da kısmen kabul edilmesi ile yozlaşmaya varır. Böylece sömürü (huzursuzluk) günleri, kapıdan kovulup, bacadan geri döner.
Faşizm, halk arasında hikayelere, efsanelere, mitlere konu olan bu süreçleri karikatürleştirerek, onu bir tahayyül olarak kitlelere sunar (ve aslında gericilik yapar). Bu noktada en büyük çarpıtmaları yaparak, “kendi tarihini” oluşturma sürecine girer. Faşizmin “kendi tarihini” oluşturma çalışmasının başlıca sebebi, bu ülkelerin bulunduğu topraklardaki antika dönemdeki üretim ilişkileri biçimleri konusundaki “bilinmezlik” ve “çarpıtmanın” bol olması kaynaklıdır. Faşizmin iktidarda olduğu ülkede, bu durumu kendi lehlerine çevirmeyi başararak, kendi iktidarlarını sağlamlaştıran tahayyüller üretmişlerdir.
Faşizmin egemen olduğu ülkelerde, bilimsel sosyalizmi temsil eden partiler güçsüz müydü? Tam zıttı Almanya, İtalya ve Japonya Komünist Partileri çok güçlü önderlerin var olduğu ülkelerdi. Tüm bu güce rağmen, bu ülkedeki faşizm hastalığının kitlelere bulaşmasını önlemekte en çok geç kalınan nokta, faşizmin bu karikatürleşmesine karşı önlem almaktı. Bugün bile, Hikmet Kıvılcımlı’nın anıt eseri Tarih-Devrim-Sosyalizm ve onun devamındaki eserler dışında, konuyu ele alan önder sayısının, gerek teorik gerek pratik şartlardan dolayı çok az olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada sadece faşistler değil, ulusal sömürü sınırını korumak amacı güden tüm tekelci kapitalizm iktidarları kendi tarihlerini yazıp, öğretmeye koyuldular. Ancak en aşağılık, en demagojilerle dolu tahribi gerçekleştirenler, hiç kuşkusuz ki faşistler olmuştur.
Faşist iktidarlar, tarihsel olayları tahrif ederken, kronolojik biçimi ile olayları eksik ortaya koymaz, sorun bu noktada değildir. Yani Prusya İmparatorunun tahta çıkış tarihinin tahrifi değildir mesele. Faşizm, tarihteki olayları meydana getiren eylemleri ve güdüleri, kendi kavrayışları ve çıkarları doğrultusunda tahrif ederler ve “gayeci” davranırlar. Olayların sebeplerini kendi ulus çıkarlarının sebebi olarak gösterirler.
3- Tefeci-Bezirgan istibdadı: Hikmet Kıvılcımlı, Japonya özelinde yazdığı eserinde şöyle demekte: “Tefecilik, İlkel Sosyalizmin kanseridir” [3] Tıpkı İlkel Sosyalizmde olduğu gibi, Tefecilik bu ülkelerin kapitalizmleri için kanser haline dönmüştür. İlkel sosyalizmden çıkıştan sonra bir türlü kapitalizme ya da sosyalizme ulaşamayan bu üç ülkede, mevcut sömürü düzeninin ayakta tutucusu Tefeci-Bezirganın (Almanya’da Junkerler) zora dayalı “disiplin”i olmuştur. Almanya’nın ve İtalya’nın pısırık burjuvaları iktidarı ele alma beceresi göstermediği her an, tarihin çok eski süreçlerinden beri demir yumruğun gücünü kullanmayı becerebilen Tefeci-Bezirganların etekleri altına saklanırken, Japonya’da ise kapitalizmi kompradorlar eli ile kurmuş Japon burjuvazisi, bayrakları hemen Japonya Tefeci-Bezirganlığının eline vermeyi tercih etmiştir.
Aslına baktığımızda, faşizmin iktidara geldiği üç ülke, kapitalizmin gelişimi açısından önemli bilimsel gelişim konaklarının ürünüdür. İtalya, rönesans ile birlikte kapitalizme gidiş konusunda ön açmıştır. Almanya, kapitalizmin pratik yaratıcısı Protestanlığın ortaya çıktığı ülkedir. Japonya, 1868 devrimi ile birlikte hızlı bir gelişim içine giriyor. Fakat bu üç ülkede tüm bu gelişim yataklarına rağmen faşizmin doğuşunun nedeni, çürütücü Tefeci-Bezirganlığın karakter olarak (Fransa-İngiltere’ye nazaran) daha güdücü olmasıdır. Mussolini’nin, Roma Tefeci-Bezirganlığı ürünü olan istibdada öykünmesine ve uygulamasına bakarsak, bunu daha net görebiliriz.
Bu saydığımız üçlünün sentezi ile faşizm, kitlenin algısını alabildiğine daraltmıştır. Bir defa fideliğine su verilen faşizmin bugün hala dünyada vücut bulabilmesi de, hala olgunun köküne inilmemesinden kaynaklıdır. O kadar ki, faşizmin olgulara bakış biçimi, bilimsel sosyalizmin muzaffer olduğu SSCB’nin gidişini etkileyecek kadar ilerlemiş noktadadır. Faşizm, diyalektik materyalizm yönteminin hakkı ile kullanılamaması dolayısıyla bulduğu her yarıktan fışkırmıştır.
FAŞİZMİN BİLİMSEL SOSYALİZMİ ÇÜRÜTÜŞÜ
Faşizm, bilimsel sosyalizmin gelişimini nasıl sancılı hale getirmiştir?
1- İşçi sınıfını kandırma aracı olarak kullanılan ve adı dahi bir çarpıtma ürünü olan “Nasyonal Sosyalizm”, SSCB tarafından Berlin’de vücutça yenildi. Fakat faşizmin bir defa fidelik vermesi, Nasyonal Sosyalist Almanya’nın işgal ettiği SSCB’de, Slav kökenli davranış biçimleri başta olmak üzere (nihilizm ve lidere tapma) modern gerici davranış biçimlerin önünü açmış ya da tekrardan doğmasına yol açmıştır. “Barış içinde yaşama” ilkesi sadece o zamanki SSCB önderlerinin basiretsizliğinden kaynaklı bir taviz değil, faşizm volkanının SSCB halkı üzerine saçtığı küllerin eseridir. Çok basit gibi görünebilir fakat bu dönem, komünist önderlerin binbir çabası ile öz suyunu verdiği “sosyalist insanı yaratma” çiçeğinin yapraklarını kurutmuştur. Sadece SSCB’de değil, Japonya tarafından işgal edilen Çin de savaştan birkaç yıl sonra benzer bir tıkanma yaşamış, “kültür devrimi” ile bu süreç aşılmaya çalışılsa da bahsettiğimiz kuruyuş, – AET ve NATO gibi emperyalist kurumları savunacak – önderliğe kadar ilerlemiştir.
2- Faşizmin “ölürken” kazandığı başka bir zafer ise bilimsel sosyalizmin girişim ve kolektifliğe dayalı, işçi sınıfına bilinci taşıyan önder kadrolarının savaş sırasında bedence kaybıdır. Böylece önderlik hafızası ve kazanımlar silinmiştir. Yani faşizmin önderleri kendilerini bedence ortadan kaldırırken, İtalya’da Mussolini’nin yüzüne tükürüldüğü sırada, faşizmin amacı bu bakımdan çoktan hasıl olmuştu. O bilinci ortaya koyacak kadroları yeniden yaratma mücadelesi de kısır ve yetersiz olmuştur.
Faşizmin bu iki zehrinin panzehiri yok mudur? Doktorca söylersek, faşizm ruh hastalığının tedavisi mevcuttur. Fakat bu tedavi uzun çalışma, sağlam bir kavrayış gücü ve sürekli çalışmayı istemektedir. Dolayısıyla tedavi, kanser tedavisinin yöntemi gibi karmaşıktır.
BİLİMSEL SOSYALİZMİN KURTULUŞU
Bugün dünya üzerinde sosyalizme yönelik çağrının artmasına rağmen, henüz onu özümsetecek manivelaya, yani işçi sınıfının iktidarının egemen olduğu o “vatana” sahip değiliz. Dolayısıyla hastalığın tedavisinin ilk ayağı, hiç kuşkusuz ki devrimin gerçekleşmesidir.
Devrimin gerçekleşmesi için, Lenin’in daha önce vurguladığı olguyu günümüze uyarlayarak biz söyleyelim; ülke üzerindeki sosyal medyanın %70’i (olumlu ya da olumsuz) öncü partinin çalışmalarından bahsetmiyorsa, devrim bir hayaldir. Devrimin, yani doğumun sancılarının ılımanlaşması ise sadece basit bir koşul değil, faşizmin şöyle ya da böyle etki ettiği kitlenin terapisinin kolaylaşması açısından bir gerekliliktir.
Örneklemek gerekirse, bugün Suriye’deki paylaşım savaşında vahşeti gören birine bilimsel sosyalizmin uygulayabileceği terapi, daha karmaşık hale gelecektir. Yani aslında faşizmden kurtuluşun koşulu devrimin kendisinin yönetiliş biçiminden geçiyor. Biz integral-türev problemini çözmek yerine basit dört işlem ile sorunu çözmeyi seçersek, gelecekte daha büyük sorunların karşımıza çıkacağı anlamına gelir bu durum.
Lenin’in de üstüne basa basa belirttiği gibi “Sosyalizmin amacı silahsızlanmadır”. Diğer yandan baktığımızda da, işçi sınıfı iktidarı parababalarına karşı örgütlü, kararlı savaşın ucundadır. Praksisin ürünü ilişkiyi kavramak için, Lenin yoldaşın gerçekleştirdiğinden daha kılı kırk yaran bir biçimde taktik belirlemek gerekmektedir.
Günümüzde anti-faşizm, sadece faşizme karşı dövüşmek anlamına gelmemektedir dolayısıyla. Fakat sadece post-modern revizyonistlerin yaptığı gibi “ona karşı olduğunu söyleyip geçmek” de değildir. Kitlenin şu üç panzehir ile demokrasiyi özümseme sürecidir:
1- Antiemperyalizm: Tekelci Kapitalizme karşı mücadele
2- Antifeodalizm: Tefeci-Bezirgan’ın “acı gücüne” karşı misliyle mücadele
3- Antişovenizm: Uydurma mitler eli ile bir “ırkın” üstünlüğü safsatasına
karşı mücadele
Yine faşizmin yenilmesi süreci, kendiliğinden değil, önderliğin girişimi ile başarılabilecek bir gerekliliktir. Bu noktada kitlenin kendi deyimi ile öğrenmesi ve kendi hareketine inanması, hayati bir önem taşır. Yani kitleye sadece faşizmin sunduğu altın çağın (yani aslında ahbap çavuş kapitalizminde bir parça bal) kötü olduğunu söylemek ve kenara çekilmek yetmez. İlkel sosyalizmin ve insanlığın kökenlerini, davranışların nedenleri ile açıklamak ve eylemde onu kitleye inandırabilmek, faşizmin belini kıracak asıl çalışma alanıdır. Bu noktada özellikle üç alanın kullanılması önemlidir.
1- Politika: İşçi sınıfı aydınları, kendisini yönetme yeteneğini devrim sonrası pekiştirmeli. Çok detayına girip konuyu dağıtmayalım fakat basitçe açıklarsak Komün programının sunduğu nimetler, harfi harfine uygulanmalı.
2- Psikoloji: Kitle, yeni yürümeyi öğrenen bir bebek gibi, yaşadığı tramvanın etkilerinden kurtulurken destek almalı, yani terapiye girmeli. Bu noktada Sovyet Pedagogların çok faydalı çalışmaları mevcut, fakat günümüz yeni sorunları beraberinde getiriyor.
3- Kültür-Tarih-Folklör: Geçmiş ile bağları güçlendirmek, ileri gidişin ayaklarını da sağlamlaştırır. Faşizmin demogojileri, ancak bilim kılıcı ile dövüşülen bir alanda yenilebilir.
Tüm bunların birleştiği nokta, bilimsel sosyalizmin tahayyülü olan komünizme doğru gidişte, sömürüsüz bir dünyaya doğru açılan ekonomik bir düzendir. Ekonomik altyapı ve saydığımız bu üç eylem yönü, faşizmi gerçekten yenme konusunda birbirlerini birer çark dişlisi gibi tamamlayacaktır.
İstanbul Direniyor’dan Özgür
[1] Yazıda, faşizmden kasıt olarak İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver Devletleri (Axis Powers) başta olmak üzere günümüze kadar bu hareketlerden etkilenen siyasi partilerden bahsedilmektedir. Yine faşizmden ayrı olarak kullanılan “nasyonal sosyalizm” de faşizm içine dahil edilerek bahsedilmiştir.
[2] G.Dimitrov – Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe
[3] Hikmet Kıvılcımlı – “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: Japonya”, Derleniş Yayınları, s. 114
Not: Bu yazı hazırlandığı sırada fikirleri ile katkıda bulunan Hilmi Yoldaş’a teşekkürler.