Finlandiya Komünist İşçi Partisi Yayın Organı “Työkansan Sanomat” (İşçilerin Sesi) Kasım 2020 sayısı için Tomi Mäkinen tarafından kaleme alınan yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.
Frankfurt Okulu, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’ndeki Sosyoloji Araştırma Enstitüsü’nden doğdu. Okula 1930’larda filozof Max Horkheimer tarafından öncülük edildi ve Theodor Adorno gibi diğer filozoflar da katıldı. İdeolojisi, II.Dünya Savaşı’ndan sonra bir dereceye kadar bütünlüklü bir sistem haline geldi.
Savaş sırasında, Frankfurt okulunun temsilcileri, çoğu Amerika Birleşik Devletleri’nde olmak üzere, sürgündeydi. Horkheimer ve Adorno’ya ek olarak, en tanınmış takipçileri Herbert Marcuse, Jürgen Habermas vs… Soğuk Savaş sırasında, okul Marksizmi çarpıtmak için bir araç ve “Yeni Solcu” anti-komünizm haline geldi. Okulun temel amacı, burjuva felsefesinin unsurlarını Marksizmle birleştirmek, sınıf mücadelesini ve sınıf bakış açısını Marksizmden çıkarmaktı.
Adorno ve Horkheimer’ın “Aydınlanma Diyalektiği”
Okulun en önemli temel eserlerinden biri Horkheimer ve Adorno’nun “Aydınlanmanın Diyalektiği”dir. Kitap, modern kapitalist toplumu ve Aydınlanma’nın kendi amaçlarına karşı dönüşünü ele alıyor. Yapıtın çoğunda, Horkheimer ve Adorno, okura sofistike ve belâgatlı üsluplarıyla eziyet ediyor. İlk paragraflar Aydınlanma’nın çelişkilerini Yunan mitleri ve Marquis de Sade [1] aracılığıyla açıklar.
Kitabın işçi sınıfından insanları hedeflemediğini uzaktan görebiliyorsunuz, yazarlar açıkça sokaktaki insanlarla temas kurmakla ilgilenmiyorlar. Mesele, Horkheimer ve Adorno’nun fikirlerinin anlaşılmazlığı veya karmaşıklığı değil, bilinçli bir biçim seçimi meselesidir.
Frankfurt’tan ve Marksist bir perspektiften Aydınlanma
Bay Horkheimer ve Bay Adorno Aydınlanma’nın başarısız olduğunu belirtir. Gerçekten de, yabancılaşan bir kapitalist toplum dışında, demokrasi, eşitlik ve özgürlük getirmedi. Ancak konuya Marksist bir bakış açısıyla yaklaşmıyorlar. Her Marksist Aydınlanma Çağı’nın ve onun fikirlerinin, burjuvanın yükselişinin ürünü olduğunu bilir.
Aydınlanma, burjuva amaçları ve değerleri için, feodal toplumsal düzene karşı savaştı ve zamanında son derece ilerici ve gerekli bir şeydi. Ancak, burjuvazinin iktidara gelmesi ve kapitalizmin gelişmesiyle, burjuva devrimlerinin vaat ettiği özgürlüklerin gerçek olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Gerçekte, özgürlük yalnızca ticaret ve mülkiyet özgürlüğü, eşitlik yalnızca pazar rekabetinde eşitlik vb.. anlamına gelmekteydi.
O zamana kadar ilerici bir sınıf olan burjuvazi, şimdi gerici, kalkınmayı engelleyen bir sınıfa dönüştü. Onun tarihsel görevi artık sona ermişti ve proletarya ilerlemenin ön saflarına katıldı. Marx ve Engels’in 1840’larda Komünist Manifesto’da yazdıklarıyla bütün bunlar zaten iyi biliniyordu. Ancak Frankfurtlular, Marx ile aynı gidişatı görmezler. Onlara göre aydınlanma, sınıflardan, zamandan ve mekandan bağımsız, ebedi bir fikirdir.
Endüstriyel Toplum
Aynı metafizik ve burjuva perspektif, kapitalist topluma yönelik eleştirilerinde de belirgindir. Fikirleri, Aydınlanma’nın aradığı akılcılığın, kaçınılmaz olarak insan karşıtı bir topluma yol açacak, kötü bir şey olduğu kanısıyla sonuçlanır.
Marx, üretici güçleri kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve onları toplumun çıkarına kullanmak istedi. Öte yandan Frankfurtlular, kapitalist olsun ya da olmasın organize endüstriyel toplumun kötü bir şey olduğuna inanıyor. Hem kapitalist hem de sosyalist ülkeleri “endüstriyel toplumlar” kategorisine yerleştirdiler ve bunu sosyalist ve komünist ülkelerle savaşmanın bir yolu olarak kullandılar.
“Eleştirel Teori” ve Marksizmin Revizyonu
Frankfurt Okulu, burjuva toplumunun birçok yönünü eleştirdi. Toplumu maddi koşullar ve sınıf mücadelesi bakış açısından gören Marksizm yerine, soyut “iktidar yapılarına” karşı çıktılar. Bu, “eleştirel teori” olarak adlandırılmaya başlandı (Horkheimer’ın Geleneksel ve Eleştirel Teorisine göre).
Önceki revizyonistler gibi, Frankfurt Okulu da Marksizmin modası geçmiş veya kusurlu olduğunu ve burjuva gereçklerle değiştirilmesi gerektiğini göstermek istedi. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Horkheimer ve Adorno, kapitalizmin artık kendi kendini düzenleyebildiğini, bu yüzden yıkıcı bir krizi beklemenin anlamsız olduğunu yazdılar (Aydınlanmanın Diyalektiği, Standford University Press, 2002, s. 30).
Öte yandan Marcuse, işçi sınıfının kalıcı olarak kapitalizme entegre olduğunu ve “endüstriyel toplumlarda” (yani hem kapitalizm, hem sosyalizm) yalnızca sınıf karakterini yitirmiş veya ötekileştirilmiş gereçlerin, öğrencilerin ve entelektüellerin önderliğinde devrim yapabileceğini savundu.
Marcuse farklı alt kültürlerden örneklerle ilgilendi:
“Kapitalizmin teminatı olmayan bağışlarından “özgür”olanlar, özgür bir toplum yaratabilecek bu ihtiyaçları geliştirebilirler. (…) Burada Beatnik [2] ve hippi hareketlerine dönüyorum. Bunlar ilginç bir olgudur, yani ‘refahlı bir toplumun’ hibelerine katılmayı reddetmek.” (Marcuse, Ütopyanın Sonu, çeviri Tomi Mäkinen’e ait)
Böylece geriye dönüp baktığımızda hippilerin bir devrimi beraberinde getirmediğini söyleyebiliriz. Frankfurt Okulu’nun “ilk kuşağı”, revizyonist ve anti-Marksist bir tarzda da olsa hâlâ Marksist terminolojiyi kullanıyor, devrimden söz ediyordu. Ancak, hızla daha derin ve daha derin bir burjuva bataklığına gömüldü ve ikinci kuşağı, Marksizmi neredeyse tamamen bırakmaya hazırdı.
Frankfurt okulunun önde gelen temsilcisi Jürgen Habermas şunları söyledi:
“Eleştirel bir teori, Marksizmin hatalı tahminlerini açıklamak için ortaya çıktı, ancak Marksizmin maksadından vazgeçmeden. (Habermas, Modernin Felsefi Söylemi, çeviri Tomi Mäkinen’e ait)” Habermas’ın kendisi, Marksizmi bıraktı ve Marx’ı öbürleri arasında yalnızca bir filozof olarak gördü. Yapıtları, kapitalizm ile sosyalizm arasında “üçüncü bir yol” arayan burjuva ütopyacılara ilham verdi.
Onlardan biri Anthony Giddens, Habermas’a uygun olarak bunları yazdı; “(…) Geleneksel Marksizm, gelişmiş kapitalizmin birçok temel özelliğini açıklayamaz. (…) Habermas, Eleştirel Teorinin misyonu, gelişmiş kapitalizmdeki yerleşmiş uygulamaların (institutions) ve çatışmaların (tensions) değerlendirmesine entegre edilmesi gerektiği sonucuna varıyor. (…) Yeni çatışmalar ortaya çıktı ve endüstriyel ilişkilere odaklanan eski moda sınıf mücadelesinden farklı yeni toplumsal hareketler ortaya çıktı. (…) Bu çatışmalar artık maddi malların dağıtımına değil, kültürel yenilenmeye ve sosyalleşmeye dayanıyor.” (Anthony Giddens, “Reason Without Revolution?”, çeviri Tomi Mäkinen’e ait)
Üniversite “neo-Marksistleri”
Sağcılar arasında, üniversite dünyasında, öğrencilerin beyinlerini komünizme yönelik yıkayan Marksist profesörlerle dolu olduğuna dair yaygın bir fikir var. Bu, Kanadalı psikolog ve siyasi demagog Jordan B. Peterson’un [3] favori teorilerinden biridir. Ancak teori bir saçmalıktır. Üniversiteler, diğer felsefelerin yanı sıra Frankfurt Okulu’nun teorilerini öğretmesine rağmen, gerçek Marksizmle pek ilgisi yoktur. Frankfurtçular ne komünistler ne de Marksistlerdir, anti-komünistler ve art niyetli revizyonistler, yani Marksizmin çarpıtıcılarıdırlar.
Sağcıların bir kısmı da bunu biliyor ve bu yüzden “neo-Marksizm”den bahsediyorlar. Marksistlerin, Marksizmlerini gizlemek ve üniversitelere sızmak için kendi doktrinlerini değiştirmeye karar verdiklerini iddia ediyorlar. Ancak, bu fikir özenli bir incelemeye dayanmamaktadır. Frankfurt Okulu’nun fikirleri Marksizmle rekabet halindeydi ve hala da öyledir. Komünistler, daha önce olduğu gibi, ideolojilerini revizyonist çarpıtmalara karşı savunmak zorundadır. Frankfurtçular hiçbir zaman komünist hareketin asli tarafı olmadılar.
Frankfurt okulunun Marksizm ile ortak bir yönü vardır. Örneğin, sosyal mücadele fikri ve esas olarak Hegel tarafından geliştirilen yabancılaşma gibi felsefi kategoriler… Bununla birlikte, bunları Marx’la tam bir zıtlık oluşturarak uygularlar ve örneğin sınıf mücadelesinin önemi, işçi sınıfının öncü kesimi, işçi sınıfı devrimi, sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü, diyalektik materyalizm gibi Marksizmin tüm ana fikirlerini reddederler.
Marx bir düşünür olarak çok önemli olduğu için burjuvazinin bunu tamamen görmezden gelmesi imkansızdır. Burjuva profesörlerin, Marx’tan bazı etkiler almaya çalışmaları, aynı zamanda onları burjuva bir biçime dönüştürmeleri ve Marx’ı “zararsız” hale getirmeleri hiç de garip değildir. Frankfurt Okulu tam olarak böyle çalıştı. Marx’ın sıradan bir burjuva filozof olmasını istediler.
“Kültürel Marksizm” Teorisi: İnsanları Yanıltmanın Bir Yolu
“Yeni Marksizm” (buna Vale-Marksizm [4] veya Marksizmin çarpıtılması denmesi daha iyi olur) ile bağlantılı başka bir kavram daha var: “Kültürel Marksizm”. Bu kavramlar genellikle sağcılıkla örtüşür, ancak farklılıklar vardır. Muhafazakar sağ genellikle “Kültürel Marksizm” vesilesiyle, sosyal düzen ve değerlerin aşınmasına atıfta bulunur örneğin, çok kültürlülük, uyuşturucu kullanımı, abur cubur kültürü, liberalizm ve aynı-cins evlilik vs… Bunlar “kültürel Marksizm”e atfedilir.
Bu terim, Hitler’in Almanya’sına kadar uzandığı için oldukça karanlık bir tarihe sahiptir. Nazilerin sevmediği bir kültür, “kültürel Bolşevizm” olarak damgalanmaktaydı. Genelde sosyalist kültürle hiçbir ilgisi yoktu, Naziler sadece demagojik olarak mümkün oldukça her şey için Komünistleri suçlamak istiyorlardı.
Suç, uyuşturucu kullanımı, kapitalist tüketim histerisi, aşağı kültür vb. şeyler kapitalizmin yan etkileridir. Tipik olarak sağ, kapitalizm sorununu görmeyi reddeder, ancak sorunlarının nedenlerini üniversitelere sızan “kültürel Marksistlerin” komplolarının içinde bulunduğu hal gibi “dışarıdan” bir yerden arar.
“Neo-Marksizm” ve “kültürel Marksizm” gibi kavramlar kapitalizme hizmet etmekte, çünkü kapitalizmin kaçınılmaz sorunlarını (ve diğer her şeyi) güya komünistlerin sık sık yaptığı iş olarak açıklayabiliyorlar. Halkın dikkati, tüketim çılgınlığı, insanlık düşmanı ve ötekileştiren bir ekonomik sistem, emperyalizmin neden olduğu mülteci ve göç, sanat ve felsefenin gerilemesi ve kalkınmanın durgunluğu gibi kapitalizmin sorunlarından rahatlıkla uzaklaştırılabiliyor.
Frankfurt Okulu’nun öğretileri Finlandiya’nın sol çevrelerinde de benimsendi. İşçi sınıfının kaybedilen desteğinin yerini alabilmesi için gökkuşağı hareketleri takip edildi ve kapitalizm kurtarılmaya başlandı. Bu, Sol İttifak’ın mevcut hükümet politikalarına ve tutumlarına yansıyor.
[1] Marquis de Sade (d. 2 Haziran 1740 – ö. 2 Aralık 1814), Fransız aristokrat ve felsefe yazarı. Çok sayıda insanlık suçu işlemiş olup, sadizmin ve modern lümpen edebiyatın öncüsü olarak kabul edilmekte. T.D. notu
[2] 1950 ve 1960’larda, ABD’de egemen gelenek ve ilkeleri kabul etmeyen, bunu giyinme ve davranış biçimiyle gösteren kişiler için kullanılan kavram. T.D. notu
[3] Toronto Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü, klinik psikolog, klasik liberal bir sözcü. Şirketlerin davranış bilimleri alanında kullandığı, din istismarı soslu “telkinleri” ile bilinmekte. T.D. notu
[4] Kalp, sahte Marksizm. T.D. notu