Sosyalist Demokrasi – BTDK Konuşmaları (3c)

PDF İzle & KaydetYazdır

Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu (BTDK), sosya­listler arası birliğin teorik ve tarihsel arka planını, imkân ve şartlarını tartışmak üzere 12, 13 ve 19 Ağustos günlerinde toplanan 172 sosyalistin son toplantısında kuruldu. Toplantı ‘Temmuz ayı içersinde, çeşitli sosyalist dergilerde Sosyalistlere, başlığıyla yayınlanan deklarasyonu imzalamış olan 18 kişinin çağrısı üzerine yapılmıştı.  Tarihsel Maddecilik Portalı olarak, Devrimci Mücadele Dergisi’nin “Sosyalist Demokrasi” başlıklı tebliğini sizlerle paylaşıyoruz.


Birlik Tartışmaları – 3, Sosyalist Demokrasi, Tartışma Tutanakları ve Tebliğler, sayfa 131-151

SOSYALİST DEMOKRASİ

DEVRİMCİ MÜCADELE Dergisi

İktidara gelen proletaryanın devlet biçimidir sosyalist demokrasi. Ya da proletarya diktatörlüğünün bir diğer adıdır. Bildiğimiz gibi sınıflı toplumdan, sınıfsız topluma geçiş uzun bir tarihi dönemi kapsar. Bu dönemde iktidarda olan proletaryanın devlet biçimine proletarya diktatörlüğü denir. İşte proletarya diktatörlüğüne biz sosyalist demokrasi de diyebiliriz.

Proletarya, toplumu sınıflı toplumdan alıp sınıfsız topluma götürecektir. Proletarya iktidarının tarihçil görevi budur. Demek ki proletarya iktidarı bir ara dönemin iktidarıdır. Bir geçiş dönemi iktidardır.

Bu dönemde proletarya sınıf düşmanı burjuvaziye karşı baskı uygulayacaktır. Zor uygulayacaktır. Bu kaçınılmazdır. Çünkü burjuvazinin direncinin bastırılması ve karşı-devrimin planlarının yok edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla burjuvazi üzerinde zor uygulanır. Yani burjuvaziyi “restorasyondan alıkoyma, itaat altına alma için gerekli”’dir zor. Yoksa onu ezmek için değil. Burjuvazi üzerinde uygulanacak olan baskının ya da zorun şiddetini ise burjuvazinin direnci belirler. Onun direnci ne denli şiddetli ise proletarya da o oranda bir şiddet uygulamak durumunda kalır. Burada ölçü direnci kırmak ve restorasyondan alıkoymaktır.

Devrimler tarihi bize öğretmiştir ki, iktidara gelen her devrimci sınıf, ancak zor yoluyla iktidarda kalabilir. Yendiği ve iktidardan alaşağı ettiği gerici sınıf üzerinde yeterince zor uygulamayan her devrimci sınıf iktidarını uzun süre koruyamaz, programını uygulayamaz ve er geç bir karşı devrimle iktidardan uzaklaştırılır. Bu tarihcil gerçeklik iki artı iki eşittir dört ederce kesindir.

Bu prensiplerin ne denli önemli olduğunu ilkin Marx-Engels ustalar göze batırmıştır. Lenin usta da bu vazgeçilmez devrim kanununu, Marksizm’i çarpıtmaya kalkışan Kautsky gibi hainlere karşı bıkıp usanmadan tekrar tekrar savunmuş ve bu kanunun reddinin Marksizm’in reddi anlamına geleceğini çok açık ifadelerle ortaya koymuştur.

Biz de Lenin’in beğendiği Engels’in tarihteki ilk proletarya iktidarı (ya da proletarya diktatörlüğü) olan Paris Komünü için yazdığı şu satırları buraya aktaralım. Bildiğimiz gibi Lenin usta, Engels’in bu satırlarını, Dönek Kautsky’e dönekliğini göstermek için, “Proletarya İktidarı ve Dönek Kautsky” adlı eserinde ““hatırlatmak ister”. Ama Kautsky, yine bildiğimiz gibi “Hain iflah olmaz” diyen Arap atasözünde ortaya konan gerçekliği doğrular. Ve tarihin çöplüğündeki yerini alır.

Şimdi Engels Usta’nın ünlü satırlarını okuyalım:

“Acaba bu baylar (otorite aleyhtarları) hiç ihtilal gördüler mi? Elbette ihtilal en otoriter şeydir. Halkın bir kısmının, tüfek ve toplarla, hepsi de çok otoriter olan bu araçlarla, öteki kısım üzerinde iradesini kabul ettirmek için yaptığı bir eylemdir. Zafere ulaşan taraf silahlarını gericilerin esinlettiği terör yoluyla iktidarını sürdürür. Paris Komünü, burjuvaziye karşı silahlı insanların otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla dayanır mıydı? Tersine biz, otoritesini çok az kullanmış oluşundan dolayı onu suçlayamaz mıyız?” (Proletarya İhtilali ve Donuk Kautsky, S. 108)

Demek ki muzaffer proletaryanın burjuvaziye karşı tutumu açıkça bellidir. Onun üzerinde baskı uygulayacaktır Ona bu şekilde proletaryanın otoritesini kabul ettirecektir.

Şimdi yeniden Lenin Usta’ya dönelim ve devrimin proletaryaya ne gibi görevler yüklediğine bakalım:

“Burjuvazi devlet gücünü proletaryaya karşı, bütün emekçi sınıflara karşı kapitalist sınıfın bir aracı olarak kullanmıştır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde durum bu olmuştur. Yalnızca Marksizm’in hainleri bunu ”unutmuşlardır.”

“Proletarya, bu aracı kendi sınıf amaçları… kullanmak üzere burjuvaziyi (yeterince güçlü siyasal ve askeri ‘vurucu güçleri’ toparladıktan sonra) alaşağı etmek ve devlet gücünü ele geçirmek zorundadır.

““Proletaryanın sınıf amaçları nelerdir?

“Burjuvazinin direnişinin bastırılması,

“Köylülüğü tarafsızlaştırma ve eğer olabilirse, onu ne pahasına olursa olsun emekçi, sömürmeyen kısmın çoğunluğunu proletaryanın yanına kazanma;

“Burjuvaziden alınan fabrikaları ve genel olarak üretim araçlarını kullanarak geniş-ölçekli üretimi örgütleme;

“Kapitalizmin yıkıntıları üzerinde sosyalizmi örgütleme.

“Marks’ın öğretileriyle alay ederek, bu beyler, Kautsky’ciler de dahil, oportünistler, halka, proletaryanın önce genel oyla bir çoğunluk sağlaması, sonra çoğunluğun oylarıyla devlet gücünü ele geçirmeleri ve ancak bundan sonra “‘tutarlı”” (bazıları buna “an”) demokrasi temeli üzerinde sosyalizmi örgütlemeleri gerektiğini “öğretiyorlar.”

“Ama biz, Marx’ın öğretisine ve Rus devriminin deneyimine dayanarak şöyle söylüyoruz:

“Proletarya önce burjuvaziyi alaşağı etmeli ve devlet gücünü kendisi için kazanmalı ve sonra bu devlet gücünü, yani proletarya diktatörlüğünü, emekçi halkın çoğunluğunun sempatisini kazanmak amacıyla sınıfının bir aracı olarak kullanmalıdır.

“Proletaryanın ellerinde devlet gücü, proleter olmayan emekçi halkın üzerinde etkide bulunmak yolundaki sınıf savaşımının, bunları kendi yanına çekmek, onları kendi yanına kazanmak, onları burjuvaziden çekip almak savaşımının aracı haline nasıl gelebilir?

“Birincisi proletarya bunu devlet gücünün eski aygıtını harekete geçirerek değil, onu paramparça ederek, (gözü korkmuş darkafalıların iniltilerine ve kundakçıların tehditlerine karşın) onu yerlebir ederek ve yeni bir devlet aygıtı proletarya diktatörlüğüne ve proleter olmayan emekçi halkın kazanılması yolunda burjuvaziye karşı vermekte olduğu savaşıma uyarlanır. Bu yeni aygıt, herhangi bir insanın icadı değildir, savaşım yaygınlaştıkça ve yeğinleştikçe, proletaryanın sınıf savaşımıyla gelişti. Devlet gücünün bu yeni aygıtı, bu yeni tip devlet gücü Sovyet iktidarıdır.

“Rus proletaryası, hemen devlet gücünü ele geçirdikten birkaç saat sonra (Marx’ın da gösterdiği gibi yüzyıllardan beri, en demokratik cumhuriyetlerde bile burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet için uyarlanan) eski devlet aygıtının dağıtıldığını ve bütün iktidarının Sovyetlere geçirildiğini ilan etmiştir ve yalnızca emekçi ve sömürülen halk, Sovyetlere girebiliyor, her türden başka sömürücüler dıştalanıyordu.

“Bu yolla proletarya, bir anda, bir darbede devlet gücünü ele geçirdikten hemen sonra, küçük burjuvazi ve “sosyalist” partiler içerisinde onun destekçisi durumundaki geniş yığını burjuvaziden koparıp aldı; çünkü bu kitle, burjuvazi (ve onun hınk deyicileri, Çernov’lar, Kautsky’ler, Martov’lar ve ortakları) tarafından kandırılmış olan sömürülen halk, Sovyet iktidarının ele geçirilmesi üzerine, ilk kez olarak, burjuvaziye karşı kendi çıkarları uğruna bir kitle savaşım aracı kazandı.

“İkincisi, proletarya, bir anda, ya da ne pahasına olursa olsun çok çabuk bir biçimde burjuvaziden ve küçük burjuva demokratlardan “kendi”‘ yığınlarını, yani onları izlemekte olan yığınları en ivedi ekonomik gereksinmelerini, toprak sahiplerini ve burjuvaziyi mülksüzleştirerek devrimci bir yolla karşılamak yoluyla onları çekip alabilir ve almak zorundadır da.

“Burjuvazi, elindeki devlet gücü ne denli “kuvvetli” olursa olsun bunu yapamaz.

“Proletarya ise, devlet gücünü ele geçirişinin hemen ertesi günü bunu yapabilir, çünkü bunun için hem bir aygıta (Sovyetlere) hem de ekonomik araçlara (toprak sahiplerinin ve burjuvazinin mülksüzleştirilmesine) sahiptir.

“Rus proletaryasının, sosyalist-devrimcilerden köylülüğü koparıp alışı işte tam da böyledir ve onları devlet gücünü ele geçirişinden harfi harfine birkaç saat sonra kendi yanına kazanmıştır. Petrograd’da burjuvaziye karşı kazandığı zaferden birkaç saat sonra bir “toprak kararnamesi” yayınladı ve bu kararnamede, bir anda devrimci bir sürat, enerji bağlılıkla köylülerin çoğunluğunun en ivedi gereksinmelerini tümüyle karşıladı, toprak sahiplerini tümüyle ve tazminat ödemeksizin mülksüzleştirdi.

“Köylülere, işçilerin onları ezip geçmek istemediğini, onlar üzerinde baskı kurmak istemediğini, tersine onlara yardım etmek ve onların dostu olmak istediğini tanıtlamak için, zafere ulaşmış Bolşevikler ‘toprak kararnamesine’ kendilerinden bir tek sözcük bile eklemediler, onu sözcüğü sözcüğüne, sosyalist-devrimcilerin, Sosyalist-Devrimci gazetede yayınlamış oldukları köylü kararnamesinden (kuşkusuz bunların en devrimci olanlarından) kopya etmişlerdi.

“Sosyalist-devrimciler ‘Bolşeviklerin kendi programların çaldıkları’ konusunda öfkelendiler, bağırıp çağırdılar, protestoda bulundular, uluyup durdular, ama onlara ancak gülünüp geçildi; gerçekten de programda devrimci ve emekçi halkın yararına ne varsa gerçekleştirilmesi için, yenilmesi ve hükümetten sürülüp atılması zorunda olacak kadar iyi bir parti!

“İkinci enternasyonalin hainleri, taşkafalıları ve bilginleri böylesine bir diyalektiği hiçbir zaman anlayamazlardı; eğer nüfusun çoğunluğunu kendi yanına kazanmazsa proletarya zaferi kazanamaz. Ama kazanmayı burjuvazinin yönetimi altındaki bir seçimde bir oy çoğunluğu sağlamak, ya da bunu, kazanmanın bir koşulu yapmakla sınırlamak en kabasından bir dangalaklık ya da işçileri aldatmaktan başka bir şey değildir. Halkın çoğunluğunu kendi yanına kazanmak için proletarya, önce burjuvaziyi alaşağı etmek ve devlet iktidarını ele geçirmek zorundadır; ikinci olarak Sovyet iktidarını getirmek ve eski devlet aygıtını tümüyle kırıp almak zorundadır, böylece de burjuvazinin ve küçük burjuva uzlaşmacılarının proleter olmayan emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğini, saygunluğunu ve etkisini yıkar Üçüncüsü, burjuvazinin ve küçük burjuva uzlaşmacılarının proleter olmayan yığınlarının çoğunluğu üzerindeki etkilerini onların ekonomik gereksinmelerini sömürücüler aleyhine devrimci bir yolda karşılayarak bütünüyle yok etmesi gerekir.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, S.233-237)

Lenin Usta’dan yaptığımız bu uzun alıntımızdan sonra artık iyice görülmüştür ki, proletarya; burjuvaziyi iktidardan alaşağı etmek, yenilen burjuvazinin direncini kırmak (ya da bastırmak), köylülüğü ve diğer çalışan ve ezilen halk yığınlarını kendi saflarına kazanmak zorundadır. Proletarya bu görevlerle görevlendirilmiştir. Bu görevleri başarmadan kendi iktidarı da garanti altına alınmış olamaz. Ancak bu görevleri başardıktan sonra, burjuvaziden alınan fabrikalar ve genel olarak üretim araçları ile geniş ölçekli üretimi örgütleyebilir. Kapitalizmin yıkıntıları üzerinde sosyalizmi inşa edebilir.

Burada önemle üzerinde durmamız gereken nokta şudur: Proletarya’nın burjuvaziye karşı nasıl davranması gerektiği sorunu açıktır ve basittir. Zor uygulayacaktır. Baskı altında tutacaktır.

Ama proletarya, özellikle köylülük olmak üzere tüm küçük burjuvaziye karşı nasıl davranacaktır? Asıl çözümü güç olan karmaşık olan sorun budur.

Yukarıda Lenin Usta’nın açıkça belirttiği gibi, Proletarya, küçük burjuvazi üzerinde ya da toplumun proleter olmayan emekçi kesimleri üzerinde zor uygulayamaz. Bu sosyal tabakalara karşı burjuvaziye davrandığı gibi davranamaz İşte, proletaryanın devrimci yeteneğini, sabrını ve olağanüstü yaratıcılığını göstermesi gereken konu budur. Proletarya sayıları on milyonları bulan bu insanları ikna yöntemi kullanarak kazanmak zorundadır. Bu insanların, Lenin Usta’nın deyimiyle “sempatisini kazanmak” zorundadır. Proletarya, emekçi halkın çoğunluğuna, çıkarlarının kapitalist düzende değil, sosyalizmde olduğunu hem teorik ikna yeteneğiyle, hem de (asıl önemlisi budur) pratik uygulamalarıyla göstermek zorundadır. Bu insanları, sosyalizme inandırmak zorundadır. Özetçesi, proletarya bu geniş halk yığınını burjuvazinin ve uzlaşmacı küçük burjuva partilerinin saflarından koparıp almayı başarmalıdır. Bu yığınları onların ideolojik, politik, kültürel etkisinden kurtarmalıdır. Lenin usta proletarya iktidarının bu önemli görevini şöyle belirtir:

“Ama eğer Bolşevikler proleter olmayan emekçi yığınların çoğunluğunu kendi yanlarına kazanamamış, onları Sosyalist-Devrimciler’den ve öteki küçük burjuva partilerden koparıp alamamış olsalardı, bu koşullar ancak çok kısa ömürlü ve kararsız bir zafer sağlayabilirdi.

“Bu esas noktadır.

“Ve ikinci enternasyonalin “sosyalistler”’in (siz bunu küçük burjuva demokratları olarak anlayın) proletarya diktatörlüğünü anlayamamalarının başlıca nedeni, şunu anlayamamalarıdır.

“Bu sınıfın, proletaryanın ellerinde devlet iktidarı, proleter olmayan emekçi yığınların, proletaryanın yanına kazanılması için bir araç, bu yığınların burjuvaziden ve küçük burjuvazi partilerinden koparılıp alınması için bir araç haline gelebilir ve gelmek zorundadır.” (A.g.y. S. 232-233)

Yukarıda Lenin Usta, proletaryanın, emekçi yığınları burjuvazinin etkisinden olduğu gibi, küçük burjuva partilerin etkisinden de kurtarmayı gerektiğini tekrar tekrar vurguluyor. Çünkü küçük burjuva partileri son duruşmada uzlaşmacı partilerdir. O partiler devrimin sonuna götürülmesine er geç karşı çıkacaklar ve burjuvaziye yanaşarak uzlaşacaklardır. Burjuvaziyle uzlaşmak için sürekli fırsat kollayacaklardır. Ve devrime içten içe bir düşmanlık duyacaklardır. Bu özellik onların sınıf karakterinden kaynaklanmaktadır.

O nedenden, proletarya; onların programında “devrimci ve emekçi halkın yararına ne varsa gerçekleştir”meli, bu sayede onların demagoji yaparak halkı kandırmasına olanak tanımamalı, sonra da onları yenerek eğer katılmışlarsa hükümetten sürüp atmalıdır.

Proletarya, zaman (süreç) içinde, bu küçük burjuva partileri, kesince ideolojik ve politik yenilgiye uğratarak (kitle tabanlarını hemen tümüyle boşaltarak ve kendi saflarına kazanarak) onların kendiliklerinden (kökleri kuruyan bir ağaç gibi) ortadan kalkmalarına yardımcı olmalıdır.

Bunlara karşı etkin bir ideolojik ve politik mücadele verilmezse, bunların ortadan kalkması gecikir. Bu da geniş emekçi yığınların, proletaryanın saflarında kenetlenmesini güçleştirir ve geciktirir. Böylelikle de sosyalist kuruluş süreci yavaşlamış olur. Yani bunların ortalıkta durması, proletaryanın işlerini güçleştirir. Proletaryaya hiç yoktan engeller çıkarır. Çünkü bu partiler, sürekli olarak gerici düşüncelerle emekçi yığınların kafasını karıştırmaya, bilinçlerini bulandırmaya çalışarak, onların proletarya saflarına akışını engellemeye hiç değilse yavaşlatmaya çalışacaktır. Yani emekçi yığınların sosyalistleşmesini engellemeye uğraşacaktır. Bu da tüm halkın zararınadır.

Şimdi, sanırız, Kıvılcımlı’nın satırlarını okumamız bizleri daha da aydınlatacaktır:

“Bu kısa açıklama üzerine, ““Siyasi Parti nedir?” sorusuna verilecek karşılık kendiliğinden ortaya çıkar. Toplumda herhangi bir bölünmeyi yaşayan insan kümelerinin iktidar eğilimleri, yani Devleti ele geçirme çabaları siyasi partileri yaratır. Başka bir deyimle, siyasi parti, sosyal bir bölük insanın iktidar eğilimlerini temsil eden bir örgüttür.

“Bu gerçek anlaşılır anlaşılmaz, “İKTİDAR” sözcüğünün bütün insanüstü gösterilmeye çalışılan ve en inanılmaz biçimlerde mistikleştirilen binbir tecellisi aydınlığa çıkar. Birçok yanlış kavramlar, sürüyle düşünce, davranış kargaşalıkları yahut alışkanlıkları kendiliğinden ortadan kalkar. Ve problemin tersi de doğru olarak konulabilir.

“Bir ülkede SİYASİ PARTİLER varsa, o ülkede ve ya dünyada toplumun ayrı ayrı bölüklere bölünüşü var demektir. Bir ülkede hem siyasi parti kurulur, hem de sosyal bölünüşler (sınıflar, tabakalar, zümreler) yoktur denilirse: böyle bir iddia, en saçma görüldüğü zaman bile, kendine göre derin bir anlam taşır. Bu anlamları, toplumun karakteristiğine göre ayrı ayrı biçimlerde görebiliriz.

“Ya toplumda gerçekten BİLİNÇLİ bir örgüt, sosyal sınıfları yok etmek üzere tarihcil görev yaptığına inanmaktadır. Ö zaman bu görev, şu veya bu sosyal sınıfın mekanizmasına dayansa bile, sınıf ayırdı yapmaksızın tümüyle insanlığa yönelmiştir. Böyle açık insancıl bir görevi güdenler, gizlemeye değil, büsbütün açıklamaya önem verirler. Onun için sosyal bölünüşleri yok saymaya yer kalmaz. Sosyal bölünmeler vardır, ama giderilmeleri için toplumun ekonomik temelinde ve sosyal üstyapısında gelişen şartlar yeterince olgunlaşmıştır, denir. Toplumdaki bölünüşlerin ve çatışmaların ne ekonomik, ne sosyal, ne kültürel ve ilh. gerekliliği kalmamıştır. Tarih bakımından yargılanmış gibi müzeye kaldırılması gereken sosyal bölükler henüz silinmemiş olabilirler. Bunların politika altında debelenmeleri, boşuna ve yok yere hem toplumu, hem kendilerini zarara uğratır. Böyle kısır ve boşuna zararlı çabalarla çatışmalara sürüklenmemek için, işin bilincine ermiş bir siyasi parti ortada bulunabilir.

“Bugün yeryüzünde bu anlamda tek kalmış yahut güdücü duruma girmiş Sosyalist Partileri vardır. Ancak bu partilerin başlıca görevleri bir an önce kendi temellerini yok etme bilincinden güç alır. Böyle bir tek partide insanüstü otoriteler yaratılamaz. İktidar için iktidar ülküsü taşınamaz. Parti için parti yoktur. Kutsal misyon toplum içinde binlerce yıldır babayı oğula düşman etmiş sosyal bölünmeleri babanın da, oğulun da hayrına gidermektir.” (Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler, 5.34-35)

Demek, proletarya diktatörlüğü döneminde, toplumda proletarya partisinin dışında başka partilerin de bulunması tüm toplumun zararınadır. Çünkü bu durum toplumda süren (daha doğrusu proletarya tarafından en bilinçli şekilde sürdürülmesi gereken) sınıflar savaşının boşu boşuna uzamasına ve daha şiddetli biçimler almasına neden olabilir. Toplumu “böyle kısır ve boşuna zararlı çabalarla çatışmalara sürükle”memek için bunların (küçük burjuva partilerinin) komünist toplumun, üst evreye yani sınıfsız topluma, daha kolay, daha sorunsuz ve daha kısa sürede geçmesi gerçekleşebilir.

Tabii, sosyalist toplumda, burjuva partilerinin bulunmayacağı kendiliğinden anlaşılır. Bunu belirtmeye bile gerek yoktur. Çünkü bu sömürücü sınıf üzerinde, proletarya şiddet uygulamak zorundadır. Yoksa burjuvazi hemen, fırsatını bulur bulmaz restorasyon çabalarına girişir. Ona bu olanağı hiçbir zaman vermemek gerekir.

Yukarıda aktarılan satırlarda açıkça görülmektedir ki, bu konuda, Lenin ve Kıvılcımlı’nın görüşleri tam bir uyum içindedir. Her ikisi de toplumu, sınıflı toplum konağından alıp, sınıfsız toplum konağına yalnızca Proletaryanın ve onun partisinin götürebileceğini ileri sürmektedirler. Bu görüş de son derece doğrudur. Çünkü çağdaş toplumda sonuna kadar devrimci olan biricik sınıf proletaryadır. Proletaryanın öncüsü, keşif kolu ya da genelkurmayı da Proletarya Partisidir. Yine Lenin Usta’nın söylediği gibi: Proletarya partili ise heptir, partisiz ise hiçtir ya da sıfırdır. O nedenden proletaryanın tüm eylemleri onun partisi tarafından güdülmelidir. Bu konuda yine Lenin Usta’yı dinleyelim:

“Sosyalizmin (komünizmin birinci evresi) kapitalizm üzerindeki zaferi, gerçekten devrimci tek sınıf olan proletaryadan, şu üç görevi yerine getirmesini ister. Birincisi: sömürücüleri ve en başta, anların başlıca iktisadi ve siyası temsilcileri olan burjuvaziyi devirmek; onları mutlak bir yenilgiye uğratmak; dirençlerini ezmek, sermaye boyunduruğu ve ücretli köleliğin yeniden kurulması yolunda, ne olursa olsun, onlardan gelecek her girişimi olanaksız kılmak… İkinci görev: Proletaryanın devrimci öncüsü, onun komünist partisi ardında, yalnızca tüm proletaryayı ya da onun engin, ezici çoğunluğunu değil, tüm emekçiler ve sermaye tarafından sömürülenler yığınını da sürükleyip götürmek, gözü pek, sarsılmaz ve amansız bir savaşımın akışı içinde onları yetiştirmek, örgütlemek, eğitmek, disipline sokmak, bütün kapitalist ülkeler nüfusunun bu ezici çoğunluğu burjuvazi karşısındaki bağımlılığından çekip kurtarmak, kendi pratik deneyi temelinde, ona proletarya ve devrimci öncüsünün yönetici rolüne güven vermek… Üçüncü görevi: burjuvazi ile proletarya arasında, burjuva demokrasisi ile Sovyetler iktidarı arasında nüfusun bir azınlığından başka bir şey oluşturmamasına karşın, hemen tüm ileri ülkelerde sayıları henüz çok olan, tarım, sanayi ve ticaretteki küçük patronlar sınıfı içinde olduğu kadar, bu sınıfa karşılık düşen aydınlar, müstahdemler vb. tabakası içinde de kendini gösteren duraksamaları etkisizleştirmek ya da zararsız kılmak.

“Bu görevlerden birincisi ve ikincisi, sömürücüler bakımından olduğu kadar sömürülenler bakımından da, her biri özel eylem araçları gerektiren, bağımsız görevlerdir. Üçüncüsü ise ilk ikisinden çıkar ve çeşitli duraksama türlerinin somut koşullarına göre, ilk iki görevin gerçekleştirilmesi için kullanılmış bulunan araçların ustaca, elverişli ve esnek bir bağdaşımından (kombinezonundan) başka bir şev istemez.” (…)

“Gerçeklikte, ancak ve ancak proletaryanın, tek devrimci sınıf olan bu sınıfın tümü ya da çoğunluğu tarafından desteklenen öncüsü, sömürücüleri alaşağı ettikten, onları ezdikten, sömürülenleri kölelikten kurtardıktan ve yaşama koşullarını mülksüzleştirilen kapitalistler zararına iyileştirdikten sonra, ancak ve ancak sert bir sınıf savaşımından sonra ve böyle bir savaşımın içindedir ki, en geniş emekçi ve sömürülenler yığınlarının proletarya çerçevesinde, onun yetkisi ve onun yönetimi altında yetiştirilme, eğitim ve örgütlenmesini gerçekleştirmek, onları özel mülkiyet rejiminden doğmuş bencilliklerden, bölünmüşlüklerden kurtarmak ve özgür emekçilerin özgür bir birliği durumuna getirmek olanaklı olacaktır.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, S. 303-305)

Demek toplumu, sınıfsız topluma proletarya ve onun öncüsü yani partisi götürecektir. Bu konuda en küçük bir kuşkuya yer yoktur.

PROLETARYA PARTİSİ: ÇOK DERDİN TEK İLACIDIR

Burada belki akla şöyle bir soru gelebilir: Her ülkede bir tek mi proletarya partisi olmalıdır? Bir ülkede birden fazla proletarya partisi olamaz mı? Böyle bir soru kuşkusuz Marksizm-Leninizm ve proletarya devrimleri konusunda derin bir bilgisizliği ve anlayışsızlığı ortaya koyar. Proletarya devrim ordusunun öz gücüdür. Ve bir ordunun ancak bir kurmay heyeti olabilir. Yani bir ordu ancak bir merkezden yönetilirse başarılı olabilir. İki ya da daha çok merkezden yönetilmeye kalkışılması, o ordunun yenilgisinin önceden hazırlanması anlamına gelir.

Bir ülkede birden fazla proletarya partisi olmasını istemek proletaryanın bölünüp parçalanmasını ve sınıf düşmanları karşısında yenilgiye uğratılmasını istemek anlamına gelir. Hiçbir gerçek devrimci böyle bir istek ve böyle bir tez ortaya atmaz. Bu konuda da Lenin Usta’nın aşağıdaki satırları bize ışık tutacaktır sanırız:

“Uluslararası Proleter hareket bakımından komünist partilerin esas görevi, proletaryanın devlet iktidarının fethine hazırlık çalışmasını on kat artırmak için şu anda dağınık komünist güçleri bir araya getirmek, her ülkede tek bir komünist partisi kurmaktır (ya da her ülkede var olan komünist partiyi pekiştirip yenileştirmektir).” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, S. 307)

Demek proletaryayı bölmek, parçalamak değil, tersine tek bir parti çatısı altında birleştirmek gerekir. Proletarya, tarihi görevini ancak böyle bir partinin kılavuzluğunda gerçekleştirebilir.

Toplumu, sınıflı toplum konağından alıp, sınıfsız toplum konağına, ya da hayvanlık konağından alıp insanlık konağına, ya da kader çağından alıp özgürlük çağına, proletarya götürecektir dedik. Burada tüm toplumu hareket halindeki bir trene benzetebiliriz.  Bu tren sınıflı toplumdan, sınıfsız topluma doğru yol almaktadır. Bu trenin lokomotifi proletarya partisidir. Vagonları yığın örgütleridir. Sovyetlerdir, sendikalardır, odalardır, memur örgütleridir, aydın örgütleridir ve diğer halk örgütleridir. Yalnız başına lokomotifin de, vagonların da bir işe yaramadığı gibi bu halk örgütleri ile parti yalnız başlarına kalırlarsa bir işe yaramazlar. Yani bir iş yapamazlar. Bir başarı sağlayamazlar.

Öyleyse proletarya partisi ile kitle (halk) örgütlerinin uyum içinde çalışması ya da birleşmesi gerekir. Ancak bu gerçekleşirse toplum doğru bir yönde istenilen amaca doğru ilerleyebilir. Bu gerçekleşmezse, toplum yerinde saymaya başlar. Gelişemez, ilerleyemez. O zaman toplumda bozulma başlar, çürüme başlar.

Bu istenmeyen duruma düşülmemesi için her şeyden önce partinin çok sağlıklı olması gerekir. Çünkü halk kitlelerini, amacımıza doğru çekip götürecek olan lokomotif partidir. Partinin sağlıklı olması demek, Leninci prensiplere uygun olarak çalışması demektir. Yalnızca Leninci prensiplere harfi harfine uyan bir parti gerçek bir proletarya partisi olma hakkına sahip olabilir ve görevlerini başarıyla verine getirebilir. Bu prensipleri, hafife alan, koşullar değişti artık bu prensipler geçerliliğini yitirdi gibi aşağılık gerekçelerle bu prensiplere yan çizen bir parti sınıfından kopar, diğer emekçi kitlelerden kopar ve sonunda bir bataklığa saptanır kalır.

Burada öncelikle, partinin bir çalışma prensibinden söz etmek istiyoruz. Tabii Marksist-Leninist bir çalışma prensibinden: ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ prensibinden. Bu prensip proletarya partisinin akciğerleridir. Bu prensip ortadan kaldırıldığı anda parti boğulur, soluk alamaz. Ve sonunda bir anlamda ölür. Taşlaşır. Artık görev yapamaz duruma düşer. Bu nedenden eleştiri-özeleştiri prensibini en titiz biçimde uygulamak gerekir. Bu prensibi açıkça veya gizlice reddeden bir parti yetkilisi ya da lideri; ben hata yapmam papalığına veya şeyhliğine soyunmuş olur. Bu kişi Marksizm’in dışına düşmüş olur. Çünkü Marksizm’de; mükemmel insan ölmüş insandır. Yaşayan, çalışan her insan hata yapar. Zaten insan demek unutkanlıklar ve hatalar karmaşası demektir. Gerçeklik böyle olunca, eleştiri-özeleştiri prensibinin önemi açıkça ortaya çıkmış olur. Leninist prensibe göre, bir kişinin siyasi yanılgısını açıkça ve mertçe kabul etmesi bile başlıbaşına büyük politik bir eylemdir. Yine bu prensibe göre bir partinin hataları karşısındaki tutumu onun ciddiyetinin bir göstergesidir. Demek, bir siyasi örgütün ne denli ciddi bir örgüt olduğunu anlamak için, onun hatalar karşısındaki tutumuna bakmalıyız. Hatalarını açıkça kabul edip onlardan arınabiliyorsa, o hareket ya da örgüt ciddi bir örgüttür demektir.

Kıvılcımlı, bizi eleştirenler, hatalarımızı bize gösterenler, öz düşmanlarımız bile olsalar, onlara teşekkür borçlu oluruz, çünkü bizim, hatalarımızı görerek onlardan arınmamıza ve daha eksiksiz bir insan olmamıza yardımcı olmuş olurlar, der. Yine Kıvılcımlı, Vatan Partisi tüzüğünde, “bütün organların toplantılarında, her üyenin eleştiri hakkı sınırsız ve seçimlerde oy hakkı mutlak surette bir tektir” der.

Çağımızın en büyük Marksist-Leninistlerinden biri olan HO Şİ MİNH (HO Amca) da vasiyetnamesinde, bu konuda şunları söyler;

“Birlik, partimizin ve halkımızın son derece değerli bir geleneğidir. Merkez komitesinden taban hücrelerine kadar bütün yoldaşlar Parti’nin birliğini ve tek vücutluğunu gözlerinin bebeği gibi korumalıdırlar. Parti içinde, geniş bir demokrasi gerçekleştirilmeli, Parti’nin birliğini ve bütünlüğünü sağlamlaştırmak ve geliştirmek için en iyi araç olan özeleştiri ve eleştiri, düzenli olarak ve ciddi şekilde uygulanmalıdır. Kardeşçe bir sevginin bütün yoldaşları birbirine bağlaması çok önemlidir ”

Demek eleştiri-özeleştiri prensibi yalnızca partinin hatalarından arınma yöntemi değil, aynı zamanda parti içinde birliğin-beraberliğin ve yoldaşlar arasında olması gereken kardeşçe sevginin de aracıymış.

SBKP’yi de bozan, topluma önderlik edemez duruma düşüren en önemli etken, bu prensibin Stalin tarafından ortadan kaldırılmış olmasıdır. Stalin, bilindiği gibi, daha Lenin ölmeden, Krupskaya’ya (Lenin’in eşine) bir sokak kabadayısı ağzıyla küfreden adamdır. Bu insan Lenin’in eşine bile böyle davranabilirse, başka kişilere neler yapar varın siz düşünün. Gerçi düşünmeye gerek yoktur. Çünkü başkalarına yaptığı ortadadır; Kıvılcımlı’nın deyimiyle “burnundan kıl koparanı cehenneme göndermiştir.” Böyle bir kişinin genel sekreter olduğu partide hiç eleştiri-özeleştiri mekanizması işletilebilir mi? Buna hiç imkân ve ihtimal var mı?” Elbette yok.

Stalin, Lenin’i en iyi anlayan kişiydi. Ama bu yönü, bu gaddar, bu acımasız, bu kaba hoyrat yönü onun tüm olumluluklarını yiyip bitiriyordu. Yine bildiğimiz gibi Lenin, son günlerinde bu özelliğinden dolayı Stalin’in genel sekreterlikten alınması ve yerine yoldaşlarına karşı daha toleranslı, daha sevecen birinin getirilmesini ister. Ama bu isteğini gerçekleştirmeye ömrü yetmez.

Stalin’in parti içinde eleştiri ve özeleştiri prensibini kullanılamaz duruma getirmesi, partinin işleyişini bozdu. Dünyada ilk proletarya devrimini başarmış, Lenin’in demir disiplinli partisi bile bu prensiplerin yokluğuna dayanamazdı ve dayanamadı. Parti’nin üye kalitesi bozuldu. Yaratıcı, enerjik üyeler partide barınamaz ve yükselemez oldular. Çünkü en küçük bir eleştiri kelle fiyatına idi. Böylece bu yaratıcı, fedakâr, çalışkan, hakyemez, bilimli, bilinçli, kararlı üyeler parti yönetiminden uzaklaştırıldı. Yerlerine uşak ruhlu, ikiyüzlü insanlar getirildi. Bunların görevi görünüşte Stalin’e kulluk etmekti. Stalin padişah, diğer yöneticiler de kullarıydı.

Parti önce kendi sınıfından koptu, sonra diğer emekçi halk yığınlarından koptu. Ve giderek tüm halktan koptu. Parti ve devletteki yönetim kadrolarının çoğu artık idareyi maslahatçılardan oluşuyordu. Bunların artık kitlelere önderlik etmesi sözkonusu olamazdı. Bu liderler kitleler için kötü örnekler oluşturuyordu. Sevilmeyen insanlardı kitleler tarafından.

Tüm bunların sonucu olarak Sovyet toplumunun gelişimi durdu. Ülke bilimde, teknikte geri kalmaya başladı. Üretim miktarı ve kalitesi düştü. Yeni kuşakların sosyalizme bağlılığı zayıfladı. İnsanlara esaslı bir Marksist-Leninist eğitim verilemez oldu. Çünkü verecek insan yoktu önce. Velhasıl ülke bugünkü bilinen durumuna düştü.

Avrupa sosyalist ülkelerinde ise bilindiği gibi, bugün durum çok daha kötüdür. Karşı devrimci hareketler bu ülkeleri silkelemektedir. Çünkü bu ülkelerdeki partilerin durumu SBKP ile kıyaslanamayacak kertede kötüdür. Bildiğimiz gibi bu ülkelere sosyalizm ikinci emperyalist evren savaşı sonrasında Kızılordu tarafından getirilmiştir. Faşist Nazi ordularını bozguna uğratıp kovalayan Kızılordu girdiği her ülkeye sosyalizmi getirmiştir. Buradaki partiler Kızılordu’nun süngüsü tarafından hazır iktidar koltuklarına oturtulmuşlardır. Yani bu partiler, ülkelerinde işçi sınıfı ve diğer emekçi halkı örgütleyerek ve iyi hazırlanmış bir isyanı zaferle taçlandırarak iktidara gelebilmiş partiler değildir. Devrim ateşi içinde her türlü küçük burjuva hastalıklardan arınmış, çelikleşmiş partiler değildir. Bu partilerin liderleri, bir anlamda Stalin tarafından o görevlere atanmış memurcuklardır. Stalin’in bunların seçimini yaparken kullandığı ölçütlerin neler olabileceğini bizlerin iyi bilmesi gerekir. Stalin besbelli ki kendine en iyi kulluk edeceğine inandığı kişileri atamıştır bu partilerin başına. Sosyalizmde kulluk da, padişahlık da olmaz. O nedenden bunların gerçek sosyalistler olabileceğini biz kabul edemeyiz.

Stalin’in padişah olma eğilimleri SBKP gibi bir partinin bile donuklaşmasına, kitlelerden kopmasına ve önderlik rolünü yerine getirememesine yol açmıştı dedik.

Bu partiler ise zaten daha işin başında yani iktidara gelirken hasta durumdadırlar. Böyle olunca bunlardan tutarlı bir sosyalist uygulama beklemek yanılgı olur. Kıvılcımlı bu gerçekliği 1971’de Brejnev’e mektubunda çok açık bir biçimde dile getirir. Şöyle der:

“Yalnız, bu militan (Kıvılcımlı’nın kendisi B.N) pratik ve örgütlü dövüşleri arasında hiç SSCB’ne gitmemiştir. Çünkü:

1-) O, kendisini kaydı hayatla vakfetmiş bulunduğu Milli Dövüş Cephesi üzerindeki nöbet yerini boş bırakmaya katlanamamıştır.

“Bundan başka, o militan deneyiyle biliyor ve açık seçikçe görüyor ki, ‘Türkiye dövüş cephesinden bir yol koptular mıydı, insanlar çabucak Proletarya Vatanı’nın derebeyice asalağı ve kendi ülkelerinin hayati proselerine darkafalı ve ukalâ yabancılar halinde soysuzlaşıveriyorlar.

“Leninizm demiri bir **kutva” içinde dövülmemişti. Bedenin tüm tükenişinden önce insan “Babasının evinde (SSCB’nde B.N.) dinlemeyi hak edemezdi. (Ne demeli ki, 1. Kategori insanları için o tükenişten sonra dahi bu yasak olacakmış).

“Böylece 1. Kategori militan, 11. Enternasyonal’in tozlu dosyalarının gizli sırrına erememiş bulunan Sovyetliler için adsız ve mutlak surette bilinmez kalıyordu.

“2-) Kategori: Sovyetler “eşeğini aşındırma” zanaatinde “’uzman”’lardan derleşiktir.

“Onlar için:

“İdeoloji”: kimi Sovyet metinlerini yarım yamalak, yanlış tercüme veya dörtte bir intihal etmektir.

“Bir ülkenin veya genel tarihin sosyal karakteristiklerini araştırmak: Anti-Marksizm ve Anti-Sovyetizme çalan affedilmez bir icattır, bid’attır.

“Marksizm-Leninizm: Hakiki ve hayali düşmanlara karşı gelişigüzel söğerce kusulacak kimi soyut klişelerden başka bir şey değildir.

“Kendi ülkesi içinde çalışmak: Lanetleme, ikinci kerte, 1. Kategori kişilerine kalmış bir saçma uğraşıdır.

“Onlar, o ”Yukarı”’nın tehlikeli ‘Endüstri Şovalyeleri’, kendi ülkelerinin loş yuva delikleri içinde, yahut pırıl pırıl evrensel mikroları önünde çalımlı çalımlı, Kızıl Ordu süngülerinın kendilerini hak edilmemiş bir iktidarın muhteşem koltukları üzerine sivrilip kurulmasını ve oradan kendi ülkelerindeki ölümlülerin üstüne yomsuz bir sinsilikle fermanlar yağdıracakları günü beklerler.

“İşte, iş işten geçince, son duruşmada, en iyi niyetlerine rağmen, ne yazık ki Sovyet güçlerini acı acı müdahale zorunda bırakan Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve ilh. ve güçlerini hareketlerinin nedeni de 2. Kategorilerin oluşturduğu sahte devrimi trajedilerindeki karanlık ve kanlı aktörlerin organik dolaysız kökleri budur.

“Bu rezil çember yahut kaçak akım bilimcil sosyalizmin göğsünde nasıl biçimlenmiştir?

“Her şeyden önce, Teoride: doğrudan doğruya 2. Kategori tiplerinin ‘Beyinsiz işgüzarlık’larından; Pratikte: Özellikle Lenin’in büyük ‘Profesyonel devrimciler’ prensibini utanmazca ‘biçimsizleştirmek’ten.

“Bu küçük burjuva külah kapıcılığının (kariyerizminin) genel üslubu içinde, dengesiz ve psikastenik ve karılaşmış (efemine) bireylerin ihanete dek varan tamamıyla alaturka ‘Ev sahibini şaşırtan yavuz hırsız’ gibi tabansızlıkları yatar.” (Kim Suçlamış S.153-154)

Bildiğimiz gibi, Kıvılcımlı’nın “2. Kategori” olarak adlandırdığı kişiler, Şair Nazım Hikmet, İ.Bilen, Zeki Baştımar benzeri insanlardır. Avrupa Sosyalist Ülkeleri liderleri de bu kategoriye giren liderlerdir. Ve bu ülkelerin partileri de bizdeki sahte TKP (bugün adı TBKP’dir) tipindeki partilerdir. O ülkelerde bugün açıkça görülen bunalımların ve azıtan karşı devrim hareketlerinin nedeni de hep bu 2. kategorilerin oluşturduğu sahte devrimci (ya da sahte komünist, yani lafta komünist ama gerçeklikte komünist olmayan oportünist) partilerdir.

Bu ülkelerdeki partilerin gerçek devrimci partiler olmadığı bugün apaçık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Macaristan’da, parti kendi kendini feshetmiş ve bir sosyal demokrat (yani burjuva) partiye dönüşmüştür. Yine bilindiği gibi bu dönüşümün karar altına alınması, toplantıya katılan delegelerin onda dokuzundan fazlasının oyuyla gerçekleştirilmiştir. Bin küsur delegeden ancak 80”; (ortalama olarak) dönüşüme karşı çıkmıştır. Geri kalan ezici çoğunluk partinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.

Polonya’da, parti, iktidar tekelinden, öncü rolünden vazgeçerek muhalefete geçmeyi kabullenmiştir. Çekoslovakya’da yine aynı şekilde parti, öncü rolünden vazgeçmeyi kabullenmiştir. Demokratik Almanya’da benzer olaylar yaşanmaktadır.

Açıkça görülmektedir ki, bu partilerin lider kadroları içinde bilimli, bilinçli, kararlı devrimciler ya yoktur, ya da sayıları çok azdır. O nedenden bu partiler gerçek sosyalizmi uygulamamışlar ve sınıflarından, kitlelerden iyice kopup uzaklaşmışlardır. Hatta kitle çoğunluğunun nefretini kazanmışlardır. Kendileri Marksizm-Leninizm’i bilmedikleri için kitleleri bu doğrultuda eğitememişlerdir. Yine aynı nedenden dolayı bu partiler ekonomiyi iyi yönetememiş, üretici güçleri geliştirememiş, bunun sonucunda da üretimin miktarı ve kalitesi düşük düzeylerde kalmıştır. Kitlelerin maddi talepleri yeterince karşılanamamıştır. Bu nedenden de bu partiler, sosyalizmin, kapitalizme her yönden üstünlüğünü kendi kitlelerine tam olarak kanıtlayamamışlardır. Bilinçsiz insanlar da kendi ülkelerindeki malların, emperyalist ülkeler mallarından daha kalitesiz olduğunu görünce, sosyalizmin her yönden kapitalizme üstünlüğü konusunda kuşkuya düşmüşlerdir. Bu insanlar, sık sık gazete sütunlarına yansıyan konuşmalarında; “Bizim ülkemizde her türlü sosyal güvence var. İşsizlik, yoksulluk diye bir şey sözkonusu değil. Ama Batının (emperyalistlerin) malları da bizimkinden kaliteli” demektedirler. Onların bu kuşkusunu, emperyalizmin satılık ajanları ve her türden karşı devrimciler çok iyi sömürmektedir. Bilinçsiz insanları peşlerine takarak meydanlarda yönetim aleyhinde bağırmaktadır… Uluslararası emperyalistler ve onların bu sosyalist ülkelerdeki ajanları bilinçsiz kitlelere tatlı yemler atmayı da hiç ihmal etmemektedirler. O ülkelerin karşı devrim yönünde ilerledikleri takdirde, her türlü yardımın yapılacağına dair sözler vermektedirler. Polonyalı Walesa uşağı bildiğimiz gibi başta ABD olmak üzere tüm emperyalistleri dolaşarak hak ettikleri bahşişin kendilerine verilmesini istemektedir. ABD lideri Bush’a “manevi babam” diyen bu emperyalist uşağı “‘bize yeterli yardımı yapmazsanız başarısızlığa uğrarız. O zaman da Doğu Avrupa ülkelerindeki reformcu gelişmeler hüsranla sonuçlanır” diyerek emperyalist efendilerinden daha fazla bahşiş almaya çalışmaktadır.

Bu ülkeler partilerinin liderleri bürokratlaşmışlardır. Zaten sağlam bir kumaştan yapılmadıkları için kolayca bürokratlaşabilmişlerdir. Bu ülkelerin halklarının sosyalizme sıkı bir biçimde sarılamayışlarının önemli bir nedeni de budur.

Marks-Engels-Lenin, bürokratlaşmaya karşı en önemli (birinci derecede önemli) güvence olarak şu prensibi getirmişlerdir ya da koymuşlardır: Parti veya devlet başkanları bile ortalama bir işçi ücretinden daha yüksek maaş alamaz. Demek, iktidara gelen bir devrimci partinin en önemli liderleri bile ancak ortalama işçi ücreti alabilecekler. Ve bu ücretle geçinebilecekler. Başka ayrıcalıkları olmayacak. Devirdikleri gerici sınıf liderlerinin saraylarına girmeyecekler. Çünkü, Kıvılcımlı’nın deyimiyle, tüm devrimci liderler için ”saray mezardır”. Oraya giren bir devrimci, önder ruhen ölür. Bu kaçınılmazdır. Tabii bundan başka prensipler de vardır bürokratlaşmaya karşı, milletvekillerinin halk tarafından her an geri çağrılabilir oluşu gibi. Ama bunlar ikinci derecedeki önlemlerdir. En önemli önlem yukarıda belirttiğimiz gibi, önderlerin, ancak, ortalama işçi ücretine eşit bir ücretle ücretlendirilmesidir. Bu prensibin derin anlamları vardır. Bildiğimiz gibi diyalektik maddeciliğe göre insanların düşünce biçimlerini, maddi hayatlarını kazanma biçimleri belirler. Lider kişilerin de sürekli devrimci kalabilmeleri (kendilerini bir bıçak gibi her gün bileyebilmeleri yani bilinçlerini, inançlarını, enerjilerini ve fedakârlıklarını bileyebilmeleri) halktan biri gibi yaşamalarıyla olasıdır. Halkın duyduğu, yaşadığı acıları, sıkıntıları onların aynı şekilde duymaları ve yaşamalarıyla olasıdır. Böyle olursa önderler ve parti, sınıfından ve tüm halktan kopmaz. Halkın bir parçası olmaya devam eder. Halkın üstüne yükselme hevesine kapılamaz. Halkı küçümsemez. Halkın yaratıcı gücünün önemini unutmaz. Halka inancını yitirmez. Her güçlüğün, hatta her işin halkla birlikte çözümlenmesi gerektiğini hiç unutmaz.

Peki Avrupa Sosyalist Ülkelerinin liderleri böyle miymiş? Ne gezer… Onların köşkleri, villaları, halkın giremediği hatta yaklaşamadığı özel oturma alanları ve binlerce dönümden oluşan ev sahaları, bizim burjuva basının bile diline düşmüş bulunmaktadır. Bu liderler, gerçek devrimci liderler gibi değil de sultanlar, padişahlar, firavunlar, krallar gibi yaşama özlemine tutulmuşlardır. Saraylardaki, şatolardaki, köşklerdeki insanların halkla ne ilgisi olabilir? Bu insanlar halkın acil gereksinimlerini, halkın dertlerini nereden bilebilirler? Ve halka nasıl önderlik edebilirler? Edemediler de işte… Halk kitlelerini kendilerinden nefret eder hale getirdiler. Partiden soğuttular. Ve sosyalizmin, kapitalizme olan üstünlüğü konusunda kuşkuya düşürdüler, Tabii bu durumu fırsat bilen uluslararası emperyalistler ve onların bu ülkelerdeki ajanları harekete geçmekte gecikmediler. Kitlelerin, bürokratlaşmış liderlere olan öfkesini dile getiren sloganlar ürettiler. Böylece de halk kitlelerine şirin görünmeyi dolayısıyla da onları kandırmayı başardılar. Bugün, kitleler karşı devrimcilerin etrafına birleşmiş durumda. Sözde komünist partiler ise derin bir yalnızlığa düşmüş durumda. Bu ülkelerde karşı devrim her geçen gün adım adım gelişme kaydetmektedir Ve iktidara yürümektedir, Bilinçsiz kitleler kandırılmış ve emperyalist ajanlarının peşine takılmış durumdadır.

Emperyalistler, bu ülkelerde karşı devrime zafer, kesin zaferler kazandırırlarsa bununla yetinmeyeceklerdir. O noktadan sonra Sovyetler Birliği’ne yöneleceklerdir. Baltık Cumhuriyetleri, Gürcistan, Ermenistan derken tüm Sovyetler’i ortadan kaldırmak isteyeceklerdir. Sosyalizmin kalesini ele geçirmek, böylece de sosyalizmi yeryüzünden kazımak isteyeceklerdir. Onların isteği, niyeti ve planı budur. Bundan hiç kuşkumuz olmasın.

Şimdi gelelim Proletarya Partisi’nin üye kalitesine. Proletarya Partisi yol geçen hanı değildir. İşçi sınıfı ve tüm halkımızın en bilinçli, en fedakâr, en kararlı, en inançlı, en enerjik, en cesur temsilcilerden oluşmalıdır parti, Burada Lenin Usta’nın şu satırlarını okumalıyız:

“Yalnızca komünist parti, eğer gerçekten devrimci sınıfın öncüsü ise, eğer saflarında bu sınıfın en iyi temsilcilerini barındırıyorsa, eğer tamamıyla bilinçli ve özverili, direngen bir devrimci savaşım deneyimi ile yetişip çelikleşmiş komünistlerden birleşmiş bulunuyorsa, eğer bu parti kendi sınıfının tüm yaşama ve onun aracılığıyla, tüm sömürülenler yığınına çözülmez bir biçimde bağlanmayı ve bu sınıf ile bu yığına mutlak bir güven esinlemeyi biliyorsa – kapitalizmin bütün güçlerine karşı en gözüpek ve en amansız sonal savaşımda yalnızca böyle bir parti proletaryayı yönetmeye yeteneklidir.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, S.305-306)

Demek parti üyeleri “tamamıyla bilinçli ve özverili, direngen bir devrimci savaşım deneyimi ile yetişip çelikleşmiş komünistlerden bileşmiş bulun”malıymış. Sonra da bu parti “kendi sınıfının tüm yaşamının ve onun aracılığıyla tüm sömürülenler yığınına çözülmez bir biçimde bağlanmayı ve bu sınıf ile bu yığın, mutlak bir güven esinlemeyi bil”’meliymiş.

Demek, zaferin garantisi için vazgeçilmez, en hayati koşullar bunlardır. Bu iki koşul, Proletarya Partisi’nin, bu iki vazgeçilmez koşulu ya da niteliği, aslında kopmaz bir biçimde birbirine bağlıdır. Yanı birinin kalitesi ya da özelliği neyse ötekinin de odur. Biraz açarsak konuyu şöyle dememiz gerekir. Partinin üye kalitesi ne denli yüksekse, parti ne denli, kendini devrime adamış bilgili, deneyimli üyelerden oluşuyorsa; partinin sınıfı ile ve tüm emekçi yığınları ile bağları da o denli sağlam demektir. Ya da bunun tersi: Partinin sınıf ve kitle ile bağları ne denli güçlü ise üye kalitesi de o denli yüksek demektir. Demek ki her gerçek proletarya partisinde bulunması gereken bu iki özellik birbirinden çıkıyor. Veya birbirini belirliyor.

Yine Ho Amca bu konuda, Vasiyetname’sinde şunları yazar:

“Biz bir iktidar partisiyiz Her parti üyesi, bütün kadrolar devrimci ahlakı en derininde taşımalıdır, çalışkan, tutumlu, sağlam karakterli, dürüst olmalı, halkın menfaati sözkonusu olduğunda tam bir bağlılık ve feragat ile hareket etmelidir. Parti’nin tertemiz niteliğini korumalı ve. Parti’nin yönetici rolüne, halkın gerçekten sadık hizmetkârı rolüne layık olunmalıdır.”

HO ŞI MİNH’in de belirttiği gibi iktidara gelmiş bir partinin, üye seçiminde, en az devrim öncesi burjuvaziye karşı mücadele eden bir parti kadar dikkatli olması gerekir. Çünkü devrimden sonra, yığınla insan, (ki bunların içinde üçkâğıtçılar, serseriler, tembeller, hatta karşı devrimciler bile bulunabilir. Bulunması çok doğaldır) partiye üyelik için başvuracaktır. Onların çoğu partili olmanın bir imtiyaz olduğunu düşüneceklerdir. Bu tip kişiler, kişicil çıkar elde edebilmek için, partiyi araç olarak kullanmak isteyeceklerdir. Bazıları da, kariyerist duygularını tatmin için partili olmak isteyecektir. Bu nedenden partinin üye seçiminde çok “ince eleyip sık dokuması” gerekecektir. Bu konuda yapılacak en küçük bir ihmal, partinin üye kalitesinin düşmesine yol açacaktır. Tabii bu kişiler partiye başvururken, herkesten çok devrimci olduklarını ileri süreceklerdir. Bunlara dikkat edilmesi gerekmektedir.

Parti, halkın en fedakâr, siyasi bakımdan en ileri, sosyalizm davasına kendisini adamış temsilcilerden oluşmalıdır. Rüşvet, her türden yolsuzluğa, adam kayırmaya, hak yemeye ancak bu tür insanlar karşı durabilir. Ancak bu tür insanlar halkın güvenini kazanabilir. Ve halkı devrim davasına inandırarak partinin etrafında birleştirebilir.

Tüm bu nedenlerden partinin üye sayısı da, tutulur. Niceliğe değil niteliğe önem verilir. Rastgele toparlanan insanlarla üye sayısının şişirilmesi yarar değil zarar verir. Bu nokta hiç gözden ırak tutulmamalıdır. Partinin kadroları alabildiğine dar tutulurken, partinin etrafında oluşturulması gereken devrimci güçler cephesinin alabildiğine geniş tutulması gerekir. Bu cepheye tüm halkın kazanılmasına çalışmak gereklidir. Demek parti alabildiğince dar (homojen) bir kadrodan oluşacak, devrimci güçler cephesi ise alabildiğince geniş (heterojen) kitlelerden oluşacak. Bu iki şeyin (zıt) diyalektik karakteri kafaları karışmamalı, iyi anlaşılmalıdır.

Burada özel bir eleştiride bulunmak, daha doğrusu bir toplantıda bize yöneltilen bir eleştiriyi cevaplamak istiyoruz. O toplantıda, cevaplamaya dakikalarla sınırlı olan zamanımız elvermemişti:

Yeni Öncü dergisi çevresinden veya yazarlarından Ahmet Ural; bizim, partiye üye seçiminde yüz ahmağa bir akıllıyı tercih etmeliyiz biçimindeki tezimizi, özetçe şöyle diyerek eleştirdi:

“Burada savunulan bir seçkinler partisidir.”

Evet biz Leninistler bir “seçkinler” partisini savunmaktayız. Ama buradaki “seçkinler”, başta işçi sınıfımız olmak üzere tüm halkımızın siyasi yönden en ileri, en fedakâr, en çalışkan, en sınangılı ve sosyalizm davasının en sadık temsilcilerinden oluşmalıdır. Böyle olmazsa parti devrim yapamaz. Hazır iktidar koltuğu teslim edilse, sosyalizmi kuramaz. Tıpkı Avrupa Sosyalist Ülkelerinin sözde devrimci partilerinin yaptığını yapar. Kitleleri sosyalizme kazanacak yerde, sosyalizmden kaçırtır. Ve kendisini köşklerin, şatoların, sarayların içine gömer sizin dediğiniz parti. Sonra da oralarda ölüp gider. Bugün, Avrupa’da ölen ya da can çekişen partiler gibi…

Bilindiği gibi; Marksist-Leninist literatürde, “ahmak”lara karşı savunulan “akıllı”lardan kastedilen profesyonel devrimcilerdir. Bu konuda Lenin’in “Ne Yapmalı?” adlı eserine bakılabilir. O eserde anlatıldığı gibi, Lenin’i de ekonomistler; “yüz ahmağa karşı on akıllıyı”’ savunduğu için, parti içi demokrasiyi ihlal etmekle suçlamışlardı.

Biz, o tezimizle (ki tez Lenin Usta’ya aittir), partinin amatörlerden değil de, hayatını devrim davasına adamış, devrimciliği meslek edinmiş kişilerden oluşmasını tercih etmeliyiz demek istemiştik.

Eleştirmenimizin, Lenin’in bu tezinden haberdar olması gerekir. Bilmiyorsa, en kısa sürede cehaletini gidermelidir. Eğer biliyor da, bizi, bildiği halde eleştirmeye kalkmışsa ona şunu deriz: Sizin, ideolojik besi kaynağınız “Devrimci Marksizm?” yaftası altında sunmaya çalıştığınız; özünde küçük burjuva anarşizminden başka bir şey olmayan Trotskizm’dir. Trotskizm’in kökü ise Menşevizm’dir. O nedenden sizin Leninci parti öğretisine karşı çıkmanızı doğal karşılarız. Ama şunu da hiç unutmayın ki, devrimci olan biricik teori Marksizm-Leninizm’dir. Hayat her gün bunu ispatlamaktadır.

PARTİNİN İLİŞKİLERİ

Bu konuda Lenin Usta’nın şu satırlarını okuyarak başlayalım işe:

“Kapitalizm üzerinde zafer, yönetici komünist parti, devrimci sınıf, yani proletarya ve yığın, yani emekçiler ve sömürülenlerin tümü arasında doğru ilişkiler kurulmasını gerektirir.” (A.g.y s: 305)

Bu bölümde söylememiz gerekenlerin tümü şu cümlelerle özetlenebilir:

1- Parti, ilkin, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm çalışan ve ezilen kitlelere içtenlikle inanacak.

2- Parti, bu kitlelerin yaratıcı gücünü ve eylemini bütünüyle harekete geçirmeyi bilecek ve başaracak. Bunun en başarılı yolunu bulacak. Çünkü devrimin motoru bu kitlelerin yaratıcı eylemidir.

3- Ve bunların mantıki sonucu olarak parti, yani öncü ya da devrimin kumanda heyeti kitleleri sosyalizmin kurulması yönünde peşine takıp götürecek, Sınıfsız topluma doğru yönlendirecek. Yani parti ilişkilerini hep bu amacı göz önünde tutarak düzenleyecek.

Şimdi Kıvılcımlı’nın “Devrim Nedir” adlı eserinden, bu konuda söylediklerine bakalım.

KİTLENİN YARATICI TEŞEBBÜSÜNE İNANMAK:

“Kitleyi kendi denemesiyle inandırmak için her şeyden önce kitleye inanmak lazımdır. Kitleye inanmak deyince, yalnız aşağı tabakaya yukarıdan bakmaya alışmış burjuva aydınlarının böbürlenişini bir yana atmak yetmez. Şüphesiz “kaba kitle”‘, “cahil yığın”, atıl insanlar”” ve ilh. diye afakonları kalkanlar, kitleyi egemen sınıf elinde hammadde ve cansız alet gibi bırakmak isteyenlerdir. Onlara tarih silleli dersini her zaman verir. .

“Burada bilhassa kitleci olanların, gerçekten samimiyetle yığın hareketine gönül bağlayanların bilmeleri gereken şart aranır, Kitleye karşı platonik sevgi beslemek, yahut yüksek ilân’ı aşklar etmek kitleye inanmak değildir. O gibi âşıklar, bütün platonik âşıklar gibi, hayatın dili olan kitlenin dilini anlamayarak çarçabuk şaşıp bezerler, Kötümser, şaşkın ve bezginler ise, kimseyi ikna edip inandıramazlar.

“Mademki devrim yalnız kitlenin işidir ve ancak onun tarafından yapılabilir, asıl büyük işi kitlenin yapacağına inanmayanlar, kitleyi o işi yapmaya nasıl inandırabilirler?

“Birinci Had: Teşkilatta Kitleye İnanmak: Keşif kolunun (Öncünün) kendisi, yani Parti teşkilatı ancak bilinçli bir azlığı içine alabilir, Bu teşkilat, dağınık yığınlar içinde tesirli olabilmek için, ayrıca milyonlarca kişilik kitleleri içine alan yığın teşkilatları bulmalıdır.

“Kitle teşkilatları nasıl doğacaktır?

“Eğer onu daima keşif kolunun (öncünün) doğrudan doğruya her yere erişip yetişerek yaratması bekleniyorsa: Çok beklemek ve az iş yapmak, hatta davayı tehlikeye düşürmek ortaya çıkabilir. Büyük yığın teşkilatlarını yaratmak için, keşif kolunun (öncünün) kitleyi işbaşına seferber etmesi çok defa yeterli olur. .İşin başa düştüğünü gören kitle, her işin ancak layık olduğu teşkilatlarla yapılabildiğini kavramakta gecikmez. Hele bugün işçi sınıfı gibi bir halk nüvesi kitle içinde bulunursa teşkilatlanma daha tabiileşir.

Bütün bu teşkilatlanma sırasında kitlenin teşebbüsüne ve teşkilat kabiliyetine inanmak birinci şarttır. Onun için, hatta Parti iktidar mevkiine geldiği zaman dahi, “yürüyemiyoruz?’ diyenlere büyük devrim şefi şöyle söylenmiştir:

‘Köylerde köylüler toprağı alsınlar; işçiler fabrikaları ve işletmeleri ellerine geçirsinler: dört bir yanda her şeye gücü yeten teşkilatlar fışkırır.’ (V.İ.U: “III. Tüm Sovyetler Kongresi Halk Komiserleri Konseyi’nin Raporu Üzerine Son Konuşma, 12 (25) Ocak 1918” C.KXVI, 5.476).

“Böyle davranılsa Parti bir lokomotif olur, kitlenin yarattığı vagonları birbirine ve kendisine bağlayıp demiryol üstünde harekete getirir.

“Ancak, kitle teşkilatlarını kitle yaratır demek, yığınlar teşkilatlanırken keşif kolu (öncü) yan gelip yatacak demek değildir. Her şey kendiliğinden olmaz. Kitle teşkilatlanırken, Parti hep en güç, en temelli işleri üzerine alacaktır. Her zaman yeni teşkilat biçimleri ve parolaları ortaya atacaktır. Kitlenin kendi içinde teşkilatçı güçleri hızlandırmak üzere öne düşecek, örnek olacak, misaller verecek, yapılanları kontrol edecek, her an hesap verecek, hesap alacaktır.

“Gene de bütün bu çabalar ve işler ortasında hiç unutulmayacaktır ki, geniş yığınların teşkilatçı eğilimleri ve girişkin güçleri olmaksızın hiçbir şey yapılmaz. Ancak kitlelerin seferber edildiği yerde görevler yerine getirilecek.

“İkinci Had: Harekette Kitleye İnanmak: Devrim teorisi: devrim hareketinin genel kanunlarını sezer ve çizer. Bu kanunların hayatta ve her memlekette oranın gerçekliğine uygun olarak, tamamıyla özel ve ayrıntılı tatbikat yapılmalıdır. Bu uygulamada ortaya çıkacak konkret (somut) ihtimaller ve bütün hareket şekilleri hazır reçeteler halinde verilmez.

“Marks’ın deyimiyle. “Geleceğin lokantası için Kontvari hazır reçeteler” verenler, gelecekteki topluluk biçimlerini softanın cennet-cehennemi tasvir ettiği gibi, bire dek hikaye edenler, ya kuruntucu ütopistler yahut şarlatan demagoglardır.

“Bir topluluğu yaratacak olan şey ne en dâhi filozofun kafasındaki uydurmalar, ne de dünyaya kapalı tarikatın ilhamları ve temennileriyle olmaz. Devrimi de, devrim hayatını ve devrimci düzeni de yaratacak olan güç Yığınların hareketidir.

“Kitleler, yerine ve zamanına göre en umulmadık ve beklenmedik orijinal gösterilerle yürürler. Yığınların varacakları hedef, gidecekleri yön önceden kestirilebilir. Bilim, bir önceden görüdür. Ama, kestirilen hedefe varırken kitlenin yapacağı zigzaglar, kazanacağı çabukluk, çizeceği yörünge vaktinden önce elifi elifine tespit edilemez Öyle olsaydı, devrimcilikten daha kolay bir şey tasavvur edilemezdi.

“Kitle hareketi ancak yığınlar yakından güdülerek tayin olunabilir. Bütün mesele, hareket halindeki yığınlardan kopuşmamayı bilmektir.

“Bir kaba örnek verelim. Dağ başına yağan yağmurun seller halinde dağ eteklerine doğru ineceği bilinir. Yağmurun ve dağın ne olduğunu bilenler için bundan kolay hüküm verilmez. Ancak, suyun tepeden inerken hangi sath’ı maillere (meyilli yüzeylere) akacağı, nerelerde yatak kazacağı, yahut çağlayanlar atlayacağı, hangi kerteye dek bulanık veya duru, sert yahut yavaş akacağı peşin peşin ve harfi harfine kesilip atılamaz. Suyun içine girilerek, başına geçilerek, hareketin akışı adım adım izlenerek durum anlaşılır. Tıpkı onun gibi:

‘Biz, sosyalist devrimine girişmek için iktidarı ele aldığımız vakit şunu biliyorduk: ‘Başkalarının mülklerini alanların mülkleri ellerinden alınacaktır? (ekspropriatörler eksproperie edileceklerdir).. Ama, ne geçirilecek değişikliğin biçimini, ne konkret (somut) olarak yeniden teşkilatlandırma çabukluğunun temposunu bilemiyorduk. Yalnız kollektif tecrübedir ki, yalnız milyonlarca insanın denemesidir ki bu hususta kesin ispatlamayı verebilir. Çünkü, bilhassa davamız için, sosyalizmin kuruluşu davası için, şimdiye kadar gerek ağalar topluluğunda, gerek kapitalist topluluğunda olduğu gibi, tarihi yapan, hakim tabakadan yüz veya yüz bin kişinin tecrübesi yetmez Biz böyle bir şeyi bilhassa: ona karşılık düşen tecrübeyi hesaba kattığımız için, milyonlarca emekçinin denemesini hesaba kattığımız için yapamayız.’ (V.L.U.: “Halk Ekonomisi Sovyetlerin Kongresinde Söz”, 26.5.1981, C.XV, s.304)

“Demek, devrim hareketinin hangi şekilde en uygun düşeceği ve nasıl bir tempo ile yürüyeceği üzerine önceliğinden fermanlar buyurulamaz. Kitle teşebbüsünün her alanda yarattığı ve yaşadığı tecrübeler göz önünde tutulur. Kitle hareketinin önemi, özellikle sosyalist devriminde her şeyden üstün tutulur.

“Çünkü, başka devrimler genel olarak iktidarın bir azlıktan (mesela derebeylerden) öteki, azlığa (mesela burjuvalara) geçmesi biçiminde olur. İktidara geçen sınıf daha devrimini başarmadan önce: kendi rejiminin siyasi, idari, sosyal ve ekonomik teşkilatlarını az çok tasarlamış bulunur. Sosyalizm devrimi ise, tâ temelinden bir altüstlük getirdiği için, eski topluluk onun teşkilatlarına pek az göz yumar.

“Burjuva devriminin hedefi; üstün gelen yeni azlığın, bir avuç kapitalistin sömürme teşkilatını yaratmaktır. Böyle bir teşkilat şüphesiz kitleden medet ummaz. Tam tersine, kitleye karşı ve kitleye rağmen kurulur. O yüzden yığınların girişkinliğine ver bırakmaz. Kendi bir avuç zümresi içinde kurduğu ahbapçavuş meclislerinde gizli açık kararlarını alıp buyrultularını yürütür.

“Proletarya devriminde kökünden değişecek olan şey geniş yığınların yaşayışıdır. O yaşayış değişikliğini geniş kitle hareketinden başka hiçbir güç gerçekleştiremez. Onun için, kitle hareketini zincirlerinden boşandırmak ve inançla karşılamak, devrim zaferinin ilk şartıdır.

“Mantıki Netice: Kitleye Dilediğini Yaptırmak: Kitlenin istediğini yapması şüphesiz anarşi demek değildir. Yani, her önüne gelen şartsız kayıtsız aklına eseni yapacak denilemez.

“Kitle deyince, büyük yığınların öncüsü olan sınıf ve o sınıfın keşif kolu (öncüsü) de akla gelir. Keşif kolu (öncü) ise, kitlelerin: en bilgili, en bilinçli en sadık ve en fedakar elemanlarından derleşiktir. O sıfatla, kitlelerin en geniş ve en yüksek menfaatlerini öne sürer. Kitle o menfaatlerini kavrayarak hayata uygular. Kitle cahildir yahut aklı ermez diye işinden alıkonulamaz, teşebbüsünden caydırılamaz. Kitle devrimin tek canlı motorudur. O durursa bütün işler kalır.

‘Kitlenin yaratıcı kudreti: işte yeni topluluğun esas faktörü, öz yapıcısı budur. İşçiler, kendi fabrika ve işletmeleri üzerinde işçi kontrolünün yaratılması uğruna dövüşmelidirler, fabrikalar vasıtasıyla köyü beslemelidirler, buğdayla değiş-tokuş yapmalıdırlar… Bir tek ürün, bir tek fund buğday hesap dışına kaçmamalıdır. Çünkü sosyalizm demek hesap demektir. Sosyalizm yukarıdan buyrultu ile yaratılmaz. Sosyalizmin ruhu maliyeci-kırtasiyeci (finans ve bürokrasi) otomatlığından ıraktır. Canlı sosyalizm halk yığınlarının kendi yaratığıdır.’ (V.İ.U.: “Sol S.R.’lerin Taleplerine Cevap”, 4.11.1917, C.XV, 5.28).

“Kitle ile parti vazgeçilmez ahenk içinde, karşılıklı etki-tepki halinde bulunurlar. Bu haliyle ne partinin direktifi, ne kitlenin teşebbüsü birbirine karşı şeyler gibi konulamaz. Her iki taraf da birbirini bütünüyle tamamlar. Büyük zaferi kitle inancında bulan devrim şefi, yığınların inisiyatifini şöyle zembereğinden boşandırır:

‘Onlar (emekçi yığınlar) bilirler ki, Sovyetler iktidarına geçmekle ancak ve ancak sömürücüler aleyhine yardım derlemiş olurlar. Sovyetler iktidarına büsbütün ve tamamıyla yardım etmeyen hiçbir tedbir emekçi yığınlarının işlerini kolaylaştırmaz. Sovyetler iktidarı ben şeyi bilici değildir, her şeyi vakt’ü zamanında olgunlaştıramaz. Bu iktidarın gidişi her yerde, her zaman güç vazifelerle karşılaşır, Pek çok defalar, mesela toprak meselesi gibi işlerde nasıl davranacaklarını soran işçi ve köylü delegeleri hükümete gönderiliyor. Ben, onlara şöyle diyorum: İktidar sizin, neyi yapmak istiyorsanız yapın, size gereken her şeyi alın, biz size yardım ederiz. Kaygılanacağınız bir tek şey varsa, oda üretimin yararlı olmasıdır. Faydalı işlere girişin. Olabilir ki yanılırsınız. Ama öğrenip yetişmiş de olursunuz… Derken, işçiler öğrenmeye başladılar. Hatta sabotajlarla mücadeleye bile artık giriştiler. Teşkilat adamları avans yaptılar, karışık işler ileri gitti. Bu avans giderilecektir.’ (V.İ.U.: “III. Tüm Sovyetler Kongresi – Halk Komiserleri Konseyinin Faaliyetleri Üzerine Rapor.” C.26, S.468) (Kıvılcımlı – A.g.e., s.63-68).

Proletarya Partisi’nin en temel görevi, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçileri aktif politikaya, yani devlet yönetimine yani kendi kendilerini yönetmek işine çekmektir. Buna alışmalarını sağlamaktır. Bu işi vazgeçilmez bir alışkanlık olarak yapmalarını sağlamaktır. Devlet görevlerinin, yani yönetim işinin resmi görevliler tarafından değil de, üretmen halk tarafından gerçekleştirilmesi sağlanınca, UCUZ DEVLET parolası da hayata geçirilmiş olacaktır. Şimdi Lenin Usta’nın bu konu üzerine olan şu satırlarını okuyalım:

“Ve proletarya, kapitalizm tarafından bozulmuş küçük bir işçi aristokrasisi azınlığının – trade union’ların, kooperatiflerin vb. eski liderleri – kaçınılmaz gevşeklik ve bazen de direncini ortadan kaldırarak, kendi devrimci atılımının tüm gücünü ancak böyle bir partinin (devrimci kavgada çelikleşmiş ve yığınlarla kopmaz ve sarsılmaz bağlar kurmuş bulunan bir partinin, B.N.) yönetimi altında gösterebilir. En sonu, ancak burjuvazi ve burjuva devlet aygıtının boyunduruğundan gerçekten kurtulduktan, ancak kendi Sovyetlerinde (sömürücülerine oranla) gerçekten tam bir özgürlük içinde örgütlenme olanağını elde ettikten sonradır ki, yığın, yani emekçilerin sömürülenlerin tümü, kapitalizm tarafından ezilmiş on milyonlarca insanın tüm girişim ve enerjisini tarihte ilk kez olarak gösterebileceklerdir. En aydın ve en özgür burjuva demokrasisinde bile, yüzde 99’u yönetimden tek devlet aygıtı durumuna geldikten sonra sağlama bağlanmış olabilir. Sömürülenler yığını, sosyalist kuruluşu, yeni bir toplumsal disiplin, özgür emekçilerin özgür bir birliğinin kurulmasını, kitaplarda değil, ama kendi öz pratik deneyimine dayanarak, ancak Sovyetleri içinde öğrenmeye başlar.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, S. 306)

Proletarya Partisi, tüm emekçi kitlelerin politikaya aktif bir biçimde katılmalarını böylelikle de kendi kaderlerini ellerine almalarını eksiksiz bir biçimde sağlamak için, devletle Sovyetlerle mümkün olan en sıkı birliği gerçekleştirmek zorundadır. Bu konuyu gözden uzak tutmamak gerekir. Bazı küçük burjuva ““Yeni Öncü” yazarları partiyi devletten uzak tutmak gerekir, diyorlar. Oysa doğru olan bunun tam tersidir. Parti, devletten uzak tutulur, yani devlet yönetimine katılmaz ise, o iktidarın adı proletarya iktidarı olmaz. Tabii Proletarya Partisi de iktidara gelmiş sayılmaz. Devletin proleterlerin devleti olabilmesi ve sosyalizmin ekonomiden kültür ve sanata kadar hayatın her alanında kurulabilmesi için, partinin devletle ve Sovyetlerle kaynaşması gerekir. Ancak bu şekilde, sosyalist uygulama gerçekleşebilir. Ve ancak bu şekilde devletin, yapacağı hatalar mümkün olan en alt düzeye indirilebilir. Partinin yol göstericiliği olmadan hiçbir iş layıkıyla başarılamaz.

Bu gerçekliği Lenin Usta son sözünde (kaleme aldığı son yazısında), şu şekilde ortaya koyar:

“Bir parti kurumu bir Sovyet kurumu ile nasıl birleştirilebilir? Bu öneride uygun düşmeyen bir şey yok mudur?

“Ben bu soruları kendi payıma değil ama yukarıda aynen Sovyet kurumlarındaki gibi parti kurumlarımızda da bürokratlar olduğunu söylerken belli belirsiz bir biçimde değindiğim kişiler adına soruyorum.

“Ama bu, gerçekten, yaptığımız işin yararına ise niçin ikisini birleştirmeyelim. Böyle bir birleşmenin henüz başlangıçta gerçekleştirildiği Dış İlişkiler Halk Komiserliğinde çok yararlı olduğunu hepimiz görmedik mi? Politbüro, parti görüş açısından hareket ederek, yabancı güçlerin daha saygısızca bir terim kullanmayacak olursak, hilekârca “hareketler”ini önceden önlemek için bizim karşılık olarak yapmamız gereken “hareket”le ilgili önemli ve önemsiz birçok sorunu tartışmıyor mu? Bir Sovyet kurumu ile bir parti kurumunun bu esnek birleşmesi, politikamızda, çok büyük bir güç kaynağı değil midir? Kanımca, yararlılığını kanıtlamış olan, dış politikamızda tamamıyla benimsenmiş olan ve bu alanda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde alışılagelmiş olan her şey, devlet aygıtımız için bir bütün olarak hiç olmazsa uygun (gerçekte kanımca çok daha fazla uygun) düşecektir. İşçi ve köylü müfettişliğinin işlevleri, devlet aygıtımızı tüm olarak içine almaktadır ve eylemleri ise hiç istisnasız olarak: yerel, merkezi, ticari, tamamen yönetimsel, eğitimsel, arşiv, tiyatro ile ilgili vb. kısaca hiç istinasız olarak tek tek ve bütün devlet kurumunu etkileyecektir.

“O halde, eylemleri bu kadar geniş bir alana yayılan ve üstelik bu kadar olağanüstü biçim esnekliği gerektiren bir kurumun, bir parti denetim kurumu ile bir Sovyet denetim kurumunun bu garip birleşmesini benimsemesine niçin izin verilmesin?

“Ben buna engel olan bir şey görmüyorum. Daha ötesi var: Kanımca, böyle bir birleşme işimizdeki başarının tek güvencesidir. Bu alandaki bütün kuşkuların hükümet bürolarımızın en tozlu köşelerinden yükseldiği ve bunların mizahtan başka bir şey olarak işlem görmeye layık olmadıkları kanısındayım.” (A.g.y. 513-514)

Parti, devlet ya da Sovyetlerle en sıkı birliği gerçekleştirerek çalışacak. Bu vazgeçilmez bir zorunluluktur.

Sendikalar sözkonusu olunca durum hemen değişecektir. Parti sendikalarla yukarıda anılan türden bir ilişkiye girmemelidir. Yani organik ilişkiye girmemelidir. Parti, sendikaları, ancak komünist işçiler aracılığıyla teorik ve siyasi olarak etkilemeye ve yönlendirmeye çalışmalıdır. Sendikaların partiyle bağını bu komünist işçiler sağlamalıdır.

Sendikalar, devletle de organik ilişkiler içine girmemelidir. Sendikalar, fabrikaların ve işlemelerin yönetimine de fiilen katılmamalıdır. Sendikalar, işçi sınıfının yığın örgütleri olarak proletarya devletinin bürokratik eğilimlere kapılması halinde bir anlamda muhalefet organları olarak, uyarı ve eleştiri görevini üstlenmelidir. Proletarya devleti, işçi sınıfının dileklerini acil ve zorunlu gereksinimlerini, içinde bulunduğu koşulları en dolaysız biçimde sendikalardan duyup öğrenmelidir. Yani sendikalar bir anlamda Proletarya devletinin denetim organları gibi çalışmalıdır. Tabii sendikalar, işçi sınıfının en geniş kitlesini içinde toplamaya çaba göstermelidir. Böylece işçi sınıfının hemen tümünün taleplerini en eksiksiz bir biçimde dile getirebilir.

Fakat sendikalar yönetim işleriyle hiçbir şekilde ilgilenmeyecek diye bir tez de ileri sürülemez. Sendika, devlete ve fabrika yönetimlerine, sürekli olarak iyi eğitilmiş, işçi sınıfının hayati çıkarını her şeyin üstünde tutacak elemanlar sunarak yönetim işine yardımcı olmalıdır. Ya da bir anlamda, katılmalıdır.

Sonra sendikalar, devletle yakın ve sürekli bir ilişki içine girmelidir. Yani devlet bir örgütün olmamalı ama devletle her an yakın bir ilişki içinde bulunmalıdır. Örgütsel bağımsızlığını korumalı ama aynı zamanda, proletarya devletinin sosyalizmi uygulama çabalarına en aktif bir biçimde katılmalıdır.

Şimdi yine Lenin Usta’yı izleyelim:

“Genel anlamda bir komünizm okulu olan sendika özel olarak, bütün işçi kitlesini sosyalist sanayii (ve giderek tarımı) yönetme sanatında eğitmek için bir okul olmak zorundadır.

“Bu ilkelerden hareket ederek, sendikaların proletarya devletinin iş ve yönetim örgütlerinin eylemlerine katkısı aşağıdaki biçimlerde olmalıdır.

“Sendikalar, ekonomiye ilişkin bütün devlet iş ve yönetim organlarına eleman sağlamalıdır; onlara adaylar saptamalı ve danışma kurulu olarak hareket etmelidir. Sendikalar bu kurullara doğrudan değil, yüksek devlet kurullarının, ekonomik kurulların, fabrika yönetimlerinin (ortak yönetim söz konusu olan yerlerde) üyeleri olarak, işletmeci, yardımcı vb. olarak katılımda bulunmalıdırlar ve bu üyeler sendikalar tarafından önerilmeli, Komünist Parti ve Sovyet Hükümeti tarafından onaylanmalıdır.

“Sendikaların en önemli işlevlerinden biri de, işçiler arasından ve genel anlamında emekçi halk arasından fabrika işletmelerinin yetiştirilmesini sağlamaktır. Şu anda epeyce, tam anlamda yeterli, yüzlerce de az çok yeterli böyle fabrika işletmecisi vardır ama çok kısa zamanda yüzlercesine, daha ileride ise binlercesine gereksinme olacaktır. Sendikalar bundan böyle daha özenli ve düzenli biçimde, bu çeşit yerlere gelebilecek yetenekte büyük işçi ve köylülerin düzenli bir listesini çıkarmalı ve onların işletme sanatını öğrenmede yaptıkları ilerlemeyi her yönüyle ve etkin biçimde kanıtlamalıdır.

“Sendikaların, proleter devletinin tüm planlama organlarının eylemlerine katkısı da daha az olmayacaktır. Bütün kültürel ve eğitsel çalışmalara ve üretim propagandasına katılımlarının yanı sıra sendikalar, artan bir ölçüde, işçi sınıfını ve emekçi halk kitlelerini devlet ekonomisini kurma çalışmalarının tüm dallarında yer almak üzere yardıma çağrılmalıdırlar. Sendikalar onları ekonomik yaşamın bütün yönleri ve sınai uygulamaların bütün ayrıntılarıyla -hammaddenin işlenmesinden ürünün pazarlamasına ilişkin- donatmalıdırlar; onların, sosyalist ekonominin tek devlet planının gittikçe daha somut anlamını kavramalarını ve bu planın uygulanmasında işçilerin ve köylülerin fiili çıkarlarını öğrenmelerini sağlamalıdırlar.

“Sosyalizmin kuruluşunda ve endüstrinin yönetimine katılmalarında sendikaların temel işlevlerinden biri; ücret, malzeme vb. ölçeklerinin belirlenmesidir. Özellikle disiplin kurulları, sürekli olarak iş disiplinini ve bu disiplinin geliştirilmesi ve üretimini artırmak için gerekli yöntemleri iyileştirmelidir; ama bu işlevi yerine getirirken Halk Mahkemelerinin genel işlevlerine ya da fabrika yöntemlerinin işlevlerine karışmamalıdırlar.

“Sosyalist ekonominin inşası çalışmalarında sendikaların ana işlevlerinin bu sıralaması, elbette yetkili sendika ve hükümet kurullarınca en ayrıntılı biçimde saptanmalıdır. Sendikaların, doğrudan niteliksiz, yeteneksiz ve sorumsuz biçimde yönetsel işlevlere katılımı yerine; uzun yıllar sonunda genişleyecek eylem ölçeğine uyarlanmış, işçilere ve bütün emekçi halka, bütün ülke ekonomisinin işletilmesinde fiili eğitim vermeye yönelik, tutarlı fiili çalışmalara bilinçli ve kararlı biçimde yönelmeleri kendi açılarından da çok önemlidir.” (NEP Döneminde Sendikalar Üzerine Tezler, Tan Yayınları, 5.15-18)

Sendikalar, yukarıda anılan görevlerin dışında çok önemli bir görev daha üstlenirler. O da şudur: Proletarya Partisi ile sınıfın (Proletaryanın) ve tüm emekçilerin birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanmasının aracı olurlar. Parti ile sınıf ve yığınlar arasında bağ olarak görev yaparlar. Partinin bu şekilde yığınlardan uzaklaşması, yığınların acil gereksinimlerinden habersiz kalması önlenmiş olur. Yine Lenin Usta’yı izleyelim:

HER TÜRLÜ SENDİKA EYLEMİN TEMEL KOŞULU KİTLELERE İLİŞKİ

“Kitlelerle, yani işçilerin (ve ileride bütün emekçi halkın) büyük çoğunluğuyla kurulacak ilişkiler, her türlü sendikal eylemin başarısı için en önemli ve en temel koşuldur. Bütün sendika örgütlerinde ve onların işleyişinde, tabandan tepeye -hepsinin komünist olması gerekmeyen- sorumlu yoldaşlardan oluşan işçilerin içinde yaşayan, onların yaşamını ayrıntılı olarak inceleyen, herhangi bir sorunda, herhangi bir anda kitlelerin duygularını, isteklerini, gerçek gereksinmelerini ve düşüncelerini yanılmaz biçimde değerlendirebilecek bir sistem kurulmalı ve uzun yıllar boyunca fiili olarak denenmelidir. Bu yoldaşlar, onların sınıf-bilinçliliği düzeylerini, geçmişin kalıntıları ve çeşitli önyargılarıyla ne denli etkilendiklerini yanlış bir idealleştirme gölgesi düşmeyecek biçimde tanımlayacak yetide olmalıdırlar; ve (bu yoldaşlar – ç.n.) onların çıkarlarına olan ilgileri ve yoldaşlıkları ile kitlelerin sınırsız güvenini kazanmalıdırlar. İşçi sınıfının öncü kolu olarak geniş bir ülkeyi sosyalizme geçiş sürecinde yönlendiren (hem de şu anda en ileri ülkelerin doğrudan desteği olmamasına rağmen) sayıca küçük olan Komünist Partisi’nin karşısındaki en büyük ve en ciddi sorunlardan biri, öncü kolunun çok ileri gidebileceği ve “çizgisini saptamakta”’ başarısız kalabileceği tehlikesidir. Yani bütün olarak emek ordusu ile yakın bağları yitirerek işçilerin ve köylülerin büyük çoğunluğundan uzakta kalmasıdır. Nasıl en iyi fabrikamız; en iyi motorları ve birinci sınıf makinaları ile, motorlar ve makinaları bağlayan iletişim kayışları koptuğunda atıl kalırsa -sosyalist inşa çalışmalarımız da, sendikalar- Komünist Parti’nin kitlelere iletişim kayışları – kötü bir biçimde bağlanmış ya da kötü işliyorsa kaçınılmaz bir yıkıma neden olacaklardır. Bu gerçeği açıklamak, yinelemek ve onaylamak yeterli değildir; bütün olarak sendikal yapı ve sendikaların günlük eylemleriyle, örgütsel açıdan desteklenmelidir.”’ (A.g.y. S. 19-20)

Parti ve devlet ile sendikaların ilişkileri sırasında birtakım çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Sendikalar, bir yandan, işçi sınıfının yığın örgütleri olarak, kitlelerin hayati çıkarlarını dile getirecekler ve onların gerçekleşmesi, elde edilmesi için çalışacaklardır. Zorunlu kalırlarsa o çıkarların elde edilmesi için grev bile yapabileceklerdir. Devlet eğer bürokratik sapmalara düşerse, devlete karşı eleştiri ve uyarıda bulunacaklardır. Gerekirse bu eleştirilerini grev aracılığıyla dile getirebileceklerdir. Bu anlamda sendikalar devleti denetleyen örgütler konumunda bulunacaktır.

Diğer yandan ise sendikalar; devletle yakın ve sıkı ilişkiler içine girerek, devlet uygulamalarına (yukarıdan anlatılan biçimiyle) katılacaklardır. Bu bir çelişki değil midir? Evet çelişkidir. Ama hayatın ortaya çıkardığı (diyalektik) bir çelişkidir. Uydurma bir çelişki değildir. Yine Lenin Usta’yı dinleyelim:

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDE SENDİKALARIN KONUMUNDAKİ ÇELİŞKİLER

“Yukarıda açıkladığımız bütün noktalardan, sendikaların çeşitli işlevleri sırasında birçok çelişkinin ortaya çıktığı belirmektedir. Bir yandan ana uygulama yöntemleri, ikna ve eğitim iken, öte yandan devlet iktidarının uygulanmasında katkıda bulunduklarından zor kullanma olgusuna katılmaktan geri duramazlar. Bir yandan ana işlevleri, emekçi halk kitlelerinin, sözcüğün en doğrudan ve en ivedi anlamında, çıkarlarını korumak iken, öte yandan devlet iktidarının uygulanmasına katılarak ve ekonominin inşasında yer alarak baskıya başvurulması reddedilemez. Hem proletarya diktatörlüğü en şiddetli, en inatlı ve en tehlikeli sınıf savaşı olduğundan, askeri yoldan uygulamalara girişmek zorundadır, hem de özellikle askeri yöntemler sendikalara en az uygulanabilir yöntemlerdir. Hem (sendikalar, ç.n.) kendilerini kitlelere, onların düzeyine uydurmak zorundadırlar, hem de hiçbir zaman kitlelerin geri kalmışlığına, önyargılarına yaltaklanmamalıdırlar; tersine onların düzeyini yavaş yavaş yükseltmelidirler vb.

“Bu çelişkiler rastlantı değildir ve birkaç on yıl boyunca sürüp gidecektir. Çünkü her şeyden önce bunlar herhangi bir okulun özgül çelişkileridir. Sendikalar da komünizm okuludur, Birkaç on yıl geçmeden, emekçi halkın çoğunluğunun bir üst gelişim aşamasına ulaşacakları ve yetişkinler için açılmış “okul”un bütün kalıntı ve izleri sileceği beklenemez. İkincisi, kapitalizmin ve küçük üretim kalıntıları ayakta durduğu sürece, bunlarla sosyalizmin ilk sürgünleri arasındaki çelişkilerin toplumsal düzen içinde kaçınılmaz olduğu açıktır.

“Bundan iki pratik sonuç çıkarılabilir: Birincisi, sendikal eylemlerin başarılı gelişimi için onların işlevlerini doğru algılamak yeterli değildir; onları gereğince örgütlemek yeterli değildir. Ayrıca özel inisiyatif de gereklidir; her özel şıkta, kitleleri daha yüksek kültürel, ekonomik ve siyasal aşamaya en az sürtüşmeyle geçirmek amacıyla kitlelere özel bir biçimde yaklaşma yeteneği de gereklidir.

“İkincisi; yukarıda belirttiğimiz çelişkiler kaçınılmaz olarak tartışmalara, uzlaşmazlıklara, sürtüşmelere vb. yol açacaktır. Yeterli otoriteye sahip, bu çelişkileri anında çözüme ulaştırabilecek daha yüksek bir organa gereksinme vardır. Bu yüksek organ Komünist Parti ve bütün ülkeler Komünist Partilerinin Uluslararası Federasyonu -Komünist Enternasyonaldir.” (A.g.y. 5.21-23)

Komünist Enternasyonal, Stalin tarafından ortadan kaldırıldığına göre (kısa süre içerisinde kurulma olasılığı da bulunmadığına göre) bu görev her ulusun Komünist Partisi’ne düşüyor. Demek ki yukarıda da belirttiğimiz gibi sorunların, çelişkilerin en son çözüm yeri Komünist Parti’dir. Proletarya iktidara nasıl bu partinin yönetiminde gelmişse, sosyalizmi de yine bu partinin yönetiminde kuracaktır. Öyleyse parti ÇOK DERDİN TEK İLACIDIR. Yeter ki Leninist prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalınsın. Bunu sağlamak için de şu görevlerimizi asla ihmal etmemeliyiz.

“Komünistlerin ödevi, hareketlerinin güçsüzlüklerini gizlemek değil, ama onları çabucak ve kökten düzeltecek biçimde eleştirmektir.”

Biz de partimizi, eğer hatalarını görürsek eleştirmekten hiç çekinmeyelim. Eleştiri kişiyi de, partiyi de hatalarından arındırarak daha güçlü kılar. Bunu hiç unutmayalım.

Sosyalist demokrasi konusundaki yazımızı daha anlaşılır kılacağı için Lenin Usta’nın aşağıdaki satırlarıyla bitirmek istiyoruz:

“Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet biçimi gibi, demokrasi de, zorun, örgütlenmiş olarak, sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı, bu. Ama öte yandan, demokrasi yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına da gelir. Öyleyse bundan şu sonuç çıkar ki, demokrasi, gelişmesinin belirli bir aşamasında, önce, proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva devlet makinesini, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını, parçalamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine milise katılan silahlı işçi yığınları, sonra kerteli olarak, tüm halk biçimi altında daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçirmesini sağlar.

“Burada, “nicelik niteliği dönüşür”. Bu aşamaya eriştikten sonra demokratizm, burjuva toplum çerçevesinden çıkar ve sosyalizme doğru evrimlenmeye, sosyalizme dönüşmeye başlar. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa, kapitalizm artık unutulmaz. Ve kapitalizmin gelişmesi de, kendi payına, “herkes”in devler yönetimine gerçekten katılabilmesi için zorunlu öncülleri oluşturur. Bu öncüller içinde, ötekiler arasında, en ileri kapitalist ülkelerin birçoğu tarafından daha şimdiden gerçekleştirilmiş bulunan genel eğitim, sonra sosyalize edilmiş engin ve karmaşık posta, demiryolları, büyük fabrikalar, büyük ticaret, bankalar vb. aygıtı tarafından, milyonlarca işçinin “disiplin” bakımından eğitimi ve yetiştirilmesi vardır.

“Bu tür ekonomik öncüllerle, kapitalistler ve memurlar alaşağı edildikten sonra, üretim ve bölüşümün denetimi, emeğin ve ürünlerin kaydı için, bugünden yarına, pekala silahlı işçiler, tüm silahlı halk onların yerine geçirilebilir. (Kayıt ve denetim sorunu ile, mühendis, tarım uzmanı vb. gibi bilimsel bir formasyona sahip personel sorununu birbirine karıştırmamak gerekir: bugün kapitalistlerin buyruğu altında çalışan bu baylar, yarın silahlı işçilerin buyruğu altında daha da iyi çalışacaklardır.)

“Kayıt ve denetim: komünist toplumun, ilk evresinde, hem “yoluna konması”, hem de düzenli işlemesi için özsel olan, işte budur. Burada bütün yurttaşlar, silahlı işçiler tarafından kurulmuş olan devletin ücretli görevlileri durumuna dönüşürler. Bürün yurttaşlar bir tek devlet “kartel”inin, bir tek tüm halk “kartel”inin görevlileri ve işçileri olurlar. Önemli olan, herkesin eşit bir çaba göstermesini, çalışma kurallarına tastamam uymasını ve yazma işlemlerine ve bunlara karşılık düzen makbuzların teslimine, her şeyi,

okur-yazar ve aritmetiğin dört işlemini bilir herhangi birinin yapabileceği bir duruma indirgemiş bulunan kapitalizm tarafından son derece yalınlaştırılmıştır.

“Halk çoğunluğu, bu kayıt işine, (bundan böyle görevli durumuna dönüşmüş olan) kapitalistle, kapitalist alışkanlıklarını koruyacak olan aydın bayların bu denetimi işine kendisi ve her yerde girişeceği zaman, o zaman bu denetim gerçekten evrensel, genel ve ulusal bir denetim olacak ve hangi biçimde olursa olsun, hiç kimse kendini bundan kurtaramayacak, “’artık yapacak hiçbir şey kalmayacaktır.”

“Toplumun tümü, çalışma ve ücret eşitliğiyle, artık bir tek büro ve bir tek atölyeden başka bir şey olmayacaktır.

“Ama proletaryanın kapitalistleri yenip sömürücüleri alaşağı ettikten sonra toplumun tümüne yayacağı bu “atölye” disiplini, bizim için asla ne ülke ne de son erektir; bu yalnızca, toplumu kapitalist sömürünün bayağılık ve alçaklıklarından tamamen kurtarmak ve ileriye doğru sürekli gidişi sağlama, bağlamak için zorunlu bir basamaktır.

“Toplumun bütün üyeleri, ya da hiç olmazsa bunların büyük bir çoğunluğu, devleti kendileri yönetmeyi öğrendiği, işi kendi ellerine aldığı, son derece küçük kapitalist azınlığı üzerinde, kapitalist alışkanlıklarını korumada istekli küçük beyler ve kapitalizm tarafından iyiden iyiye bozulmuş işçiler üzerinde denetimi ““örgütlediği” anda başlayarak, genel olarak her türlü yönetim zorunluluğu ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam ise, gereksiz duruma geleceği an da o kadar yakındır. Silahlı işçiler tarafından kurulan “devlet” ne kadar demokratik ise, ne kadar “artık gerçek anlamda devlet değil” ise, tüm devlet o kadar çabuk sönmeye başlar.

“Gerçekte, herkesin toplumsal üretimi kendisi yönetmeyi öğreneceği ve gerçekten yöneteceği zaman, herkesin kayıt-kuyut işlerine ve asalakların haramzadelerin, üçkağıtçıların ve başka ”kapitalizm gelenekleri koruyucuları”nın kayıt ve denetimine kendileri girişeceği zaman, tüm halk tarafından uygulanan bu kayıt ve bu denetimden paçayı kurtarmak, herhalde öylesine inanılmaz bir güçlükte ve öylesine ender bir istisna durumunda olacaktır ki bu kayıt ve denetimden kurtulma çabası herhalde öyle çabuk ve öyle sert bir ceza gerektirecektir ki, (silahlı işçiler pratik bir yaşam anlayışına sahiptirler; onlar duygusal küçük entelektüeller değildirler ve kendileriyle alay edilmesine asla izin vermeyeceklerdir), tüm insan toplumun yalın ara özsel kurallarına uyma zorunluluğu çabucak bir alışkanlık durumuna gelecektir.

Komünist toplumun birinci evresinden üst evresine ve sonuç olarak, devletin tamamen sönmesine geçişi sağlayacak kapı, o zaman ardına dek açılacaktır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, 5.132-135)

Sonsöz: Biz bu konunun, bu başlık altında değil de, Proletarya Diktatörlüğü altında tartışılmasının daha doğru olacağı kanısındayız. O zaman konu daha dolaysız (daha doğru) bir biçimde ortaya konmuş olur. Marksizm’in özünü oluşturan bu kavrama gerçekten inananlar; başlık bu olunca konuyu tartışırken daha az hataya düşerler. İnanmayanlar ise, kendilerini (yani sosyal reformist içyüzlerini) daha zor gizlerler. Ya da daha kolay ele verirler.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir