Yazarın notu: Okumakta olduğunuz yazı, akademik standartları karşılamaya çalışan bir makaleden ziyade, daha çok kişisel günlüklerde rastgeleceğiniz türden bir deneme (essay) olarak kaleme alınmıştır.
Siyaset nedir, siyasetin bilimi ve felsefesi nedir, siyaset felsefesi sınırları içerisinde şiddet olgusu siyasetle ne şekilde ilişkilendirilebilir ve özellikle devrimci bir perspektif açısından şiddetin etiği nasıl değerlendirilmeli?
Siyaset, belki üst yapısal bir alan olarak bundan çok daha girift ilişkilere sahip bir olgu da olsa, özü itibariyle Lenin’in de belirttiği üzere “sınıflar savaşı” olarak anlaşılmalıdır. Nitekim diyalektik de, Lenin’in de dediği üzere “şeylerin asıl özündeki karşıtlıkların incelenmesi” anlamına gelir [1].
Bir bilim olarak, siyaset ismiyle ifade edilen olgular toplamının belli bir metodoloji çerçevesinde sistematik ve “objektif(!)” olarak irdelenmesi açısından siyaset bilimi de, diğer tüm bilimler gibi belli başlı aksiyomlara ve felsefi denilebilecek varsayımlara sırtını yaslamak zorundadır. Ve bir disiplin olarak, gerçekliği kavramaya yönelik alet çantasının önemli bir kısmı kavramlardan müteşekkil olacağından, bu kavramları netleştirmek ve onların netliğini korumak için [2] siyaset biliminin temel kolonlarını inşa eden ve ayakta tutan bir “siyaset felsefesi”nin varlığı kaçınılmazdır. Peki siyasetin felsefesine nasıl yaklaşmak gerekir?
Alman felsefeci Hans Heinz Holz’dan aktarmamız gerekirse:
“Siyasal felsefe, siyasallaştırılan felsefe olmadığı gibi felsefe yapan siyaset de değildir. Aynı şekilde o, siyasetin felsefesi de değildir. Siyasal felsefe, siyasalın(devlet) müdahale ile kavranmasına, yani toplumun devletsel yapısına, yurttaşlık durumuna ve insanların toplumsal yaşamının örgütlenme biçimine bir müdahaledir. O , felsefi siyaset olarak siyasal etkinliğin kategorik yansımasıdır. Hem mevcut olanın hem geçmişte kalanın hem de geleceği yaratacak olanın gelecek tasarının koşullarını eleştirerek hesaba katar.” [3]
Holz’ün sözleri, Gramsci’nin praksis felsefesi olarak ifade ettiği teori-pratik birlik ve sentezinin, yani devrimci bilinçli eylemdeki kavrayışla müdahale/eylem iç içeliğinin oldukça güzel bir şekilde vurgulandığı ve bunun doğrudan siyasal yaşamla bağlantısının kurulduğu bir paragraf oluşturuyor. Evvela siyasalın, özellikle de sınıflı toplumlarda, merkezine devleti almak zorunda olduğunu yani siyasalın parantez içine devlet olarak açılabileceğini ortaya koyduğumuzda, kendisini “meşru şiddet tekeli” olarak tanımlayan bir yapıyla karşı karşıya kalırız. Bu yapı, modern haliyle “bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komite” [4] olarak, kendi modern hukukunun çizdiği “meşru” sınırları zaman zaman oldukça esnetir, yeri geldiğinde ise bunları tamamen bir kenara bırakarak kendi devlet biçimini Dimitrov’un “açık terörcü bir diktatörlük” olarak ifade ettiği bir şekilde yeniden inşa eder. Buna faşizm denir. Faşizm, Latin Amerika’da, Asya’da, Batı ve Doğu Avrupa’da ve pek çok yerde çeşitli varyantları ile ortaya çıkmış olmakla birlikte en yıkıcı formunu endüstriyel kapitalizmin kalelerinden olan Almanya’da; atlatılmış bir devrim tehlikesi, kaybedilmiş bir emperyalist savaş, hala gücünü koruyan sosyalist bir işçi hareketi ve o zamana kadar görülmemiş sarsıcılıkta bir iktisadi depresyon ile karşı karşıya iken, hem Alman Finans-Kapitali’nin [5] hem de yabancı batı Finans-Kapitali’nin [6] desteği ile meydana getirmiş, anti-komünist bir histeri temelinde Britanya İmparatorluğu’ndan aşina olduğumuz kolonyalist geleneğin mirasını en ekstremist biçimine taşıyıp Doğu Avrupa halklarını köleleştirme seferlerine çıkarken 6 milyon Yahudi ve toplamda 11 milyon insanın sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmasına kadar vararak insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birine imza atmıştır. [7]
Diğer yandan, Holz’un sözlerinden gördüğümüz üzere, siyaset felsefesinin esas kolonlarından bir tanesi de toplumsal yaşamın örgütlenişine ve devletin yapısına müdahale ise, teori-pratik birliği olarak praksis felsefesi çerçevesinde siyasal felsefenin toplumsallığa müdahalesi ne olarak zuhur eder?
Marks’ın sözleri ile ifade etmek gerekirse “varolan her şeyin acımasız eleştirisi” olarak nitelenen teorik perspektifin pratikteki yansımasını bir “devrim” momenti olarak özetlemek mümkündür. Peki devrim dediğimiz şey nedir?
Lenin’in de dediği üzere, “bütün devrimlerin temel sorunu, siyasi iktidar sorunudur.” [8] Siyasi iktidar sorunu dediğimizde, yukarıda açıkladığımız üzere, örgütlü ve meşru siyasal şiddeti ele geçirme ve onu dönüştürücü amaçlarla kullanma meselesi söz konusu olur. Ki bu da, devrim dediğimiz şeyi kendi içinde siyasal bir savaşa çevirir. Mao Zedong bunu şu şekilde izah eder: “Devrim, bir akşam yemeği vermek, makale yazmak, resim yapmak ya da nakış işlemek gibi zarif, yavaşça yapılan, ılımlı ve asil bir iş değildir. Devrim, bir sınıfın diğerini devirdiği bir şiddet eylemidir, bir başkaldırıdır.” [9]
Devrim, Mao’nun da ortaya koyduğu üzere bir şiddet eylemidir. Siyasal iktidar için bir çarpışma, bir sınıfın diğerini devirmek için ortaya koyduğu ve siyasi iktidarı bir sınıf olarak ele geçirmek maksadı taşıdığı taktirde nihai hedefine ulaşabilecek bir savaşımdır. Devrimler Kartalı adıyla da bilinen Lenin, bunu bir başka yerde de şu şekilde ifade eder : “Devrim bir savaştır. Devrim, tarihin bildiği bütün savaşlardan gerçekten daha büyük, biricik kanunlu, hakkaniyetli bir savaştır.” [10]
Devrim savaşı neden hakkaniyetli bir savaştır? Çünkü ezilen ve sömürülen kitleler, bizzat egemen sınıflar tarafından buna mecbur edilmektedir. “Üç ya da altı yılda bir egemen sınıfın hangi temsilcisinin bizi temsil edip ezeceğini” [11] seçtiğimiz burjuva parlamenter mekanizmalar, sınıfsal bir iktidar değişimine kapalıdırlar. Komünistler, şiddete dayanan bir devrimi, kendi keyfi tercihlerinin bir sonucu olarak mı benimsemektedirler? Bunu Friedrich Engels, Ekim 1847 tarihli broşüründe şu şekilde yanıtlandırmaktadır:
“Soru 16: Özel mülkiyetin kaldırılmasını barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmek olanaklı olacak mıdır?
Yanıt: Bunun olabilmesi istenilen bir şeydir, ve buna karşı direnecek en son kişiler elbette komünistler olurdu. Komünistler, komplonun hiç bir türlüsünün, hiç bir yarar sağlamadığı gibi, hatta zararlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları olduklarını çok iyi biliyorlar. Ama, proletaryanın gelişmesinin, hemen her uygar ülkede, zorla bastırıldığını ve komünistlerin muhaliflerinin, böylece, bütün güçleriyle, bir devrime doğru gittiklerini de görüyorlar. Ezilen proletarya, sonuçta bir devrime zorlanacak olursa, biz komünistler, nasıl şimdi sözle yapıyorsak, o zaman fiilen de proleterlerin davasını savunacağız.” [12]
Bu konuda Marksizmin tezlerinin, zamanında tanınan istisnaların ve bunlara yönelik Lenin’in yaptığı tespitlerin güzel bir incelemesi, Mahir Çayan’ın “Revizyonizmin Keskin Kokusu” başlıklı yazısında bulunabilir. Biz şimdilik buraya detaylı bir şekilde girmeyeceğiz. Ama 2020 yılının şubat ortasından baktığımızda, yerli ve yabancı Finans-Kapital’in proleterlere gerçekten barışçıl bir dönüşüm yolu tanıyacağını kimsenin aklı alabilir mi? Multi-milyonerlerin başını çektiği faşist paramiliter yapıların öncülüğünde ırkçı söylemli ve masumlara şiddet üzerinden şekillenen Amerikan destekli bir darbe, daha birkaç ay önce Bolivya’da gerçekleşmedi mi? Bolivarcı iktidar kurulduğundan bu yana Venezuela’da ABD destekli kaç darbe gerçekleşti? Sol sosyal demokrat söylemden öteye gitmeyen ve yeri geldiğinde emperyalist savaş bütçelerine onay vermekten çekinmeyen Bernie Sanders’ın bile seçilmemesi için binbir türlü usulsüzlüğe başvurulmadı mı? Şili’de Allende seçimle işbaşına geldiğinde ABD destekli bir darbe tarafından devrilmedi mi, ve devrildiği ve yerine Pinochet diktatörlüğü kurulduğu vakit “siyasi özgürlüğün iktisadi özgürlüğe kıyasla önemsiz” olduğunu iddia ederek selam çakan “özgürlükçü” Hayek değil miydi, Pinochet’in “şok terapisi”ne iktisadi danışmanlık edenler Friedman’ın Chicago Boys‘ları değil miydi? 1920’lerde faşizmin Avrupa medeniyetini komünizmden kurtaracak bir kurtarıcı olduğunu ilan eden kişi Ludvig Von Mises değil miydi? Daha 1936 İspanya’sında Halk Cephesi’ne karşı falanjist darbe, daha öncesinde 1918’de Finlandiya’daki devrimci hareketin içinde etkin oldukları burjuva parlamenter mekanizmalar içerisinde sürekli burjuvazinin dümen suyuna gitmeye zorlanıp neticede tasfiye edilmeleri, daha o zamanlarda burjuva demokrasisi konusunda 3. Enternasyonal tezlerini doğrulamamış mıydı? Sosyalist hareketleri bir kenara bırakalım, petrol işletmelerini kamulaştırdığı için ABD emperyalizmi tarafından devrilen ve yerini şahlığa bırakmak zorunda kalan İranlı demokrat devlet başkanı Musaddık’ın akıbetini nereye koyacağız? Yeri geldiğinde basit burjuva demokratlarına ve sosyal demokrat siyasetçilere bile tahammül edemeyen bir küresel kapitalizmin, komünist bir dönüşüme olanak tanıması mümkün müdür?
Devrimciler daha eskinin Çarlık Rusya’sında, Kerenski hükümetini tepeleyip iktidarı aldıkları andan itibaren Michael Parenti’nin “kuşatma sosyalizmi”(siege socialism) olarak adlandırdığı bir kapanın içine itilmişler, sayısız emperyalist ülke tarafından doğrudan işgale uğramışlar ve daha sonra aynı emperyalist ülkelerin desteği ile karşı devrimci mücadele veren gerici unsurları iç savaşta mağlup etmek durumunda kalmışlardır. Emperyalizm, halklar için en ufak bir umut ışığını dahi boğmaktan ne o zaman ne de şimdi çekinmiştir. Buna karşın emperyalist batı ülkelerinde bile burjuva demokratik hakların gelişimi, siyahlar için, yerliler için ve ezilen sınıflar için daha az siyasi ve iktisadi baskı mücadelesi komünistlerin devrimci şiddetinden ve mücadelesinden, hatta burun kıvırılan ve anti-demokratik bulunan devrimlerden bağımsız olarak ele alınamaz.
Buna rağmen burjuvazinin yarattığı ideolojik fanteziler dünyasında; mevcut kapitalist modernitenin üzerine inşa edilmiş olduğu kan, soykırım, asimilasyon, savaş ve sömürü tamamen oyun dışıdır. Buna isyan edenler, buna ayaklananlar ilk silah çekenler oldukları için esas suçlular da onlardır. Onlar medeni olamamış haydutlardırlar. Hatta öyle ki, J. Moufawad Paul’ün deyimiyle “sağduyu ideolojisi” denilen şeyin önemli bir kısmı bu retorik haline gelmiştir ve iddia edilebilir ki modern devletlerin rıza üretimi aktivitelerinin temelinde kendi geçmişlerine dair bu bariz gerçeklerin toplumsal olarak yeniden inşa edilmesi ve farkında olanların bile görmezden gelmesinin sağlanmasıdır. Nitekim iktidar, Gramsci’nin de ortaya koyduğu gibi, rıza artı baskı anlamına gelir. Oysaki 2 ay hayatta kalabilmiş olan Paris Komünü’nü kırabilmek için komünarları kadın çocuk demeden vahşice katletmiş, Henri Alleg’in “büyük geri sıçrama” olarak adlandırdığı olaylardan sonra 1993 Rusya anayasal krizinde Sovyet bayrağı ile gasp edilmiş hakları için ayaklanan kitleleri stadyumlara doluşturup infaz eden ve Duma’nın etrafını tanklarla çeviren ve Batı’da da tüm bunları yapan serseriyi bir “barış ve demokrasi timsali” olarak resmeden, Endonezya’da dünyayı saran istihbarat örgütleri vasıtasıyla 1 milyona yakın komünisti katletmiş, yıllar boyu kitlelerin en temel hakları için yaptıkları gösterilerde dahi en sert şekilde bastırmaktan kaçınmamış, kendisini sömürgeciliğin soykırımcı mirası ile iç içe inşa etmiş bir sınıfın tarihinden ve doğasından “şiddet” olgusunun ayrılması mümkün müdür?
Anaakım düşünce dünyasında kapitalist devletin tarihsel ve güncel şiddeti, hatta hiçbir aktif şiddet eyleminde bulunması gerekmediği durumda bile doğası itibariyle köle-efendi diyalektiğinin çözülmezliğinden kaynaklanan bir şiddet mekanizması oluşu gerçeğinin kendine pek az yer bulmasının, ortalama “aklı selim” bir vatandaşın çağrışımlar dünyasında pek karşılık bulmamasının sebebi, Gramsci’nin ortaya koyduğu “kültürel hegemonya”dır ve tam da bu sebeptendir ki Engels’in de dediği gibi üç temel mücadele alanından biri “ideolojik mücadele” olmak durumundadır. Nicos Poulantzas’ın da dediği gibi: “Devlet sistemi, içlerinde bazılarının temelde, en katı anlamıyla baskı rolünü yüklendiği ve ötekilerin ideolojik rolü üstlendiği çeşitli aygıtlar ya da kurumlardan oluşmaktadır.” [13]
Gramsci’den de etkilenerek aynı mesele üzerine sistematik bir şekilde çalışmış olan Althusser, burada şu kıymetli teorik müdahaleyi yapmaktadır:
“Devlet teorisini ileri götürmek için, yalnızca devlet iktidarı ve devlet aygıtı arasındaki ayrımı değil, açıkça (baskıcı) devlet aygıtı tarafında bulunan, ancak onunla karıştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne almak zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramımın adını vereceğiz: devletin ideolojik aygıtları.
Devletin ideolojik aygıtları(DİA’lar) nedir?
(…)
DİA’lar, (baskıcı) Devlet Aygıtından aşağıdaki şu temel farkla ayrılırlar: (baskıcı) Devlet Aygıtı ‘şiddet kullanarak’ işler, oysa DİA’lar ‘ideoloji kullanarak’ işlerler.” [14]
“Meşru şiddet tekeli” olarak devletin kendisine karşı ve Fukuyama ile birlikte kendini “tarihin sonu” ilan eden kapitalist üretim ilişkilerine karşı olan bir şiddeti saf ahlakçılık temelinde ve “hukukun üstünlüğü” çerçevesinde “kabul edilemez” iddia eden “common sense” (sayduğu) ideolojisi, devlet iktidarının bu işlevinin bir ürünüdür. Normal şartlarda kendisini sağduyu, tarafsızlık, normal olan maskesine gömerek sınıf iktidarı ile bağlantılarını bulandırmaya çalışan bu sistematik yalan makinesinin “organik aydın”larının kimi zaman emperyalist ülkelerin dış politika cinayetlerini açık bir şekilde meşrulaştıracak kadar onursuzlaştığını da görmek mümkündür. Bunun en acı örneklerinden bir tanesi de 11 Eylül saldırıları sonrası Irak işgalini meşrulaştırmak için yazılmış olan “What We Are Fighting For: A Letter From America”(Ne İçin Savaşıyoruz: Amerika’dan Bir Mektup) bildirisidir [15]. Aynı insan hakları ve hukukun üstünlüğü retoriklerinin, akla hayale gelmeyecek kadar savaş suçunun işlenmesi ve insaniyetin ayaklar altına alınması yolunda nasıl paspas edildiğinin en açık ve trajik örneklerinden birinin bu olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. Diğer yandan aynı Irak işgalinde ABD emperyalizminin göz göre göre dünya kamuoyuna yalan söyleyerek ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak yaptıklarının dişe dokunur bir yaptırımla karşılaşmamış olması, “hukuk” dedikleri şeyin de aslında sömürü ilişkilerinden kaynaklanan güç eşitsizliklerinin olduğu bir dünyada pek de “üstün” olmadığını, bükemediği bileği öptüğünü ve hatta daha güçsüz bilekleri bükmek için bir araç olduğunu gösterir niteliktedir denilebilir. Bugün de durumun farklı olduğu söylenemez, hatta batı medyası tarihi boyunca emperyalist burjuvazinin kitlesel rıza devşirme aleti olarak kullanılmış, beş kuruşluk değeri olmayan bir geleneği temsil eder. Bu konuda kanaatimce Noam Chomksy’nin “Manifacturing Consent” eseri ve Michael Parenti’nin “Inventing Reality” eseri özellikle ABD gerçekliği içerisinde meseleyi aydınlatmayı başarmışlardır. Benzer şeylerin bugün nasıl gerçekleştiğine somut örnekler görmek içinse Suriye iç savaşını takip etmek yeterlidir.
Devlet ve siyaset, “sınıf karşıtlıklarının giderilemezliğinin bir ürünü” [16] olarak “siyasal insanlığı”, yani şiddet ilişkilerinin sınıf karşıtlıkları çerçevesinde belirleyici rol oynamak zorunda olduğu, ve kendisini ideolojik hegemonya vasıtasıyla ya gözlerden uzak tuttuğu ya da meşru bir zemine oturttuğu bir toplumsal yapıyı ifade etmek zorundadır. Bu bakımdan siyaset, kendisi başlı başına bir şiddet türüdür. Siyasetin ve şiddetin merkezi rolü, Engels’in ifade ettiği gibi insanların toplumsal ilişkilerini düzenlemesinin siyasal niteliğini kaybetmesi, Taner Yelkenci’nin demokrasinin özü olarak ifade ettiği “yöneten-yönetilen özdeşliği”dir ki bu da Alain Badiou’nun deyimiyle “komünist hipotez”in hayata geçirilmesine tekabül eder.
Gramsci bir yerlerde, kelimelerin sık sık metaforik anlamlarda kullanıldığını, ama bu metaforik olma durumlarının kelimenin aynı olmasına rağmen ifade ettiği kavramın aynı olmamasına bağlı olduğunu öne sürüyordu. Yeni bir dünya kavrayışı eskisinin yerini aldığı zaman eski dilin kullanımına devam edildiğini, ama bir önceki cümlede açıklandığı anlamıyla tamamen metaforik bir şekilde kullanıldığını söylüyordu. [17] Bu bakımdan komünist hipotezin gerçekleşmesi demek, siyaset kelimesinin anlamının metaforik bir hale gelmesi demektir. Mustafa Bayram Mısır, bunu şöyle izah eder:
“Egemenlik ideolojisi ve bu ideolojiyi bir güç ideolojisi olarak yeniden ve yeniden üreten egemenlik kuramları yüzyıllar boyu siyasetin içeriğini kurmuştur ve siyaset, Machiavelli’den beri kapitalist devletin hizmetindedir. Somut insanın hizmetine girmek isteyen bir ‘siyaset’ ise, öncelikle kapitalist devlet karşısında konumlanmak, siyasetin siyaset olarak aşılmasını hedeflemek ve her somut eşikte aşağıdan mücadelelerin gerçek ufkuna, komünist hipoteze bağlanan kamu hizmeti ilkesine bağlanmak durumundadır. Ancak bu tür bir siyaset, bu çalışmada bütün yönleriyle ortaya serilen egemenlik ideolojisini tümüyle reddedebilir ve ancak böylece, tarihsel materyalizmin egemenlik kuramına getirdiği eleştiri, onun inkarına varır: Bir siyasal zorba olarak devlete mahkum olmadığımız gibi kaderimiz de ‘siyaset’ değildir. Toplum halinde yaşamanın yalın hali, insanlık ona komünizm demeyi tercih etse de etmese de, komünist hipoteze dayanan kamu hizmeti ilkesi temelinde, ‘siyasal zorba’yı yıkıp ‘kamu hukuku’nun hakim olacağı toplumsal insanlıktır.” [18]
Dünyada gerici sınıfların devrimci dönüşümlere karşı fiziki ve ideolojik direnişleri, proleter devrimler çağına özgü bir durum değildir. Örneğin birleşik Avrupa orduları, 1792 yılında Büyük Fransız Devrimi’ni ve getirdiklerini boğmak için Fransa’ya karşı sefere kalkışarak Paris yürüyüşünü gerçekleştirmiş ve Valmy Topları tarafından pataklanmışlardı. Daha öncesinde ise 1600’lerin İngiltere’sinde görüldüğü gibi, başarılı feodal restorasyon süreçlerine de şahit olunmuştu. Dolayısıyla sosyalizm, yeni ve devrimci bir sistem olarak, uluslararası gerici saldırıları püskürtme ve geçici yenilgiler alarak restorasyona uğrama noktasında da yalnız değildir. Gelgelelim, bildiğimiz anlamıyla siyasal olan insanlıktan toplumsal insanlığa geçişi sağlayacak olmak proleter devrime özgü bir durumdur. Bu tarihsel görevi yerine getirirken bize muazzam bir deneyim ve teori hazinesi bırakan devrimci kuşakları erken dönem burjuvazinin devrimci geleneği ile birlikte selamlıyor ve yazımızı yine Alman devrimci filozof Hans Heinz Holz’den bir alıntı ile bitiriyoruz:
“Goethe için Valmy Topları’nın anlamı neyse, bizim için de Aurora zırhlısının top atışları aynı anlamı ifade eder.” [19]
Denizli Direniyor’dan Ege
[1] Vladimir I. Lenin, Materyalizm ve Ampiryo-Kritisizm (aktaran Joseph Stalin, Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınları)
[2] On Marxist Philosophy Yet Again (İngilizce)
[3] Hans Heinz Holz, Devrimin Cebiri, Yordam Kitap, Önsöz syf. 9
[4] Marks ve Engels, Komünist Parti Manifestosu, Ceylan Yayınları
[5] Nazilerin arkasındaki kimya devi: Bayer’den IG Farben’e – Sendika.org
[6] Michael Parenti, Blackshirts and Reds: Rational Fascism and Overthrow of Communism, City Lights Books, syf. 10 (İngilizce)
[7] Domenico Losurdo, Hitler and Stalin: Twin Brothers or Mortal Enemies, Critique of the Crisis Theory Journal (İngilizce)
[8] Vladimir I. Lenin, Nisan Tezleri
[9] Mao Zedong, Quotations From Chairman Mao Tse-Tung(1964) (İngilizce)
[10] Vladimir I. Ulyanov Lenin, Devrim Günleri, c. IV, syf. 71 (aktaran Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Nedir, Derleniş Yayınları)
[11] Karl Marks, Fransa’da İç Savaş, Yordam Kitap, çev: Erkin Özalp
[12] Friedrich Engels, Komünizmin İlkeleri
[13] Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, Çağdaş Marksizm Seçkisi, Yordam Kitap, syf. 326
[14] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, syf. 50-52
[15] What We’re Fighting For: A Letter from America – Institute for American Values (İngilizce)
[16] Vladimir I. Lenin, Devlet ve Devrim, Yordam Kitap
[17] Esteve Morera, Gramsci’s Historicism: A Realist Interpratation, Routledge Revivals, syf. 4-5. (İngilizce)
[18] Mustafa Bayram Mısır, Devlete Karşı Kamu Hukuku, Siyasi Şeyler-Edebi Şeyler
[19] Hans Heinz Holz, Devrimin Cebiri, Yordam Kitap, Önsöz syf. 12