Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bu yazı, evrimi keşfetse dahi adını koyamayan Lyell’in yaşadığı ikilemi ve bilimsel gelişime dini duyguların nasıl ket vurduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca dinin insan beyninde edindiği yeri de aktarmakta olduğundan, dine yaklaşım konusunda bize fikir verebileceğini düşündük. Nazik Öğretmen’e bu anlamlı emeğini gerek sosyal ağ İTÜ Sözlük, gerekse portalımız üzerinden bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz.
“I believe in God, only I spell it nature.” – Frank Lloyd Wright
Sevgili danışmanım Celâl Şengör’ün tavsiyesi üzerine okuduğum “Sir Charles Lyell’s Scientific Journals on the Species Questions” isimli kitaptan yaptığım çıkarımları, yine Celâl’in tavsiyesi üzerine elimden geldiğince anlaşılır bir şekilde yazmaya çalıştım. Bu kitabı okuduktan sonra, Lyell’ın türlerin kökeni ile ilgili sorunlar yaşadığı dönemden bu yana iki yüzyıl geçmiş olmasına ve bu süre içerisinde ciddi bilimsel kanıtlar elde edilmiş olmasına rağmen, insanlığın belki de bir bu kadar süre daha geçse de, asla kanıtları inancının önüne koyamayacağını fark ettim. Doğa bilimcisi olan bir kişi için jeoloji, fizik, kimya ve biyoloji birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır ve dünden bugüne doğa bilimcileri pozitif bilim yapmaktadırlar. Yani, somut bulgulara dayalı olarak teori üretirler ve kurdukları hipotezleri yine gözlem yoluyla, test ederler. En azından ben, henüz yaptığı bilimin çok çok başlarında olan birisi olarak, jeolojiyi, fizik, kimya ve biyolojiden ayrı tutmamaya ve somut bulgulara dayalı olarak yaklaşımlar geliştirmeye çalışıyorum. Bu derleme de, bir doğabilimci olan Sir Charles Lyell’ın türler hakkındaki ikilemleri üzerinedir ve dönemin bilim insanları arasında, araştırmalarınagözlemlerine dair mektup alışverişlerine dayanıyor. Ortaya henüz atılmış bir konu olan “evrim” fikrinin, doğa bilimciler arasında Tanrı’yı ve dinleri kötülememek için ve inançları nedeniyle, evrimi kabul etmeyerek nasıl farklı şekillerde ifade edilmeye çalışıldığını anlatacağım.
Doğanın Tanrı tarafından dizayn edildiğine olan inanca karşı bir görüşün ortaya atılmasının neredeyse imkânsız olduğu bir dönemde, 19. yüzyılın başlarında Fransız doğabilimci Jean-Baptiste Lamarck, “Philosophie Zoologique” kitabında bitki ve hayvan türlerinin transmütasyonundan, yani bir türün form değiştirerek başka bir türe dönüşümünden bahsetmişti (1809). Lyell, bu görüşten etkilense de, bu adaptasyonların, doğanın dizaynının bir parçası olduğunu düşünüyordu. Jeolojik çağlar boyunca türlerin devamlı ve düzenli silsilesinin evrimsel değil, tanrı tarafından düzenlenmiş bir şema olduğunu düşünüyordu. Bir diğer doğabilimci olan ve modern jeolojinin babası olarak bilinen James Hutton, türlerin devamlı ve düzenli zincirinin mantıklı olduğu yönünde fikrini beyan etse de, bazı karakteristik denizel kavkılıların belli tabakalarda mevcut olduğunu fark ettiği zaman, henüz bazı hayvan türlerinin zaman içerisinde yok olduklarını bilmiyordu. ancak Fransız doğabilimci Georges Cuvier, bazı belirgin bitki topluluklarının dünyanın eski tarihlerinde var olduklarını vurgulamış ve bunun sebebinin ani değişikliklere neden olan katastrofik olaylar olabileceğini söylemişti. bazı bilim adamları, omurgasız canlıların Silüryen’de (445-415 my), kemikli balıkların Devoniyen’de (415-365 my), sürüngenlerin karbonifer sonrasında (365-300 my), kuş ve memelilerin Tersiyer’de (65.5-2.6 my) ortaya çıkmasını yaratıcı’nın canlı oluşumundaki aşamalı gelişme (progressive development) planı olarak değerlendirmişti. Fakat Lyell, aşamalı gelişme doktrinine, zaman içerisinde düzenli varoluş kavramını yıktığı gerekçesiyle karşı çıkmıştı.
Lyell, Madeira ve Kanarya adalarında yaptığı gözlemler sonucunda Darwin’in Galapagos’ta yaptığı gözlemlere benzer şekilde, bazı türlerin coğrafik bir dağılım gösterdiği sonucuna varmış ve bunun üzerine kendisine türlerin okyanustaki ada öbeklerine nasıl taşındığını sormuştu. Fosillere ve canlı kavkılılardaki benzerliğe bakarak, belki de bu adalar arasında bir kara bağlantısı olup olmayacağını tartışmışlardı. Lyell Darwin’e yazdığı bir mektubunda buz dağlarının ve suda yüzen buzulların türlerin taşınmasında önemli rol oynadığını söylemişti. Lyell ile Darwin, bu bulgularını karşılaştırmış ve aslında, bir türün, iklim değişiklikleri veya fiziksel coğrafyadan ziyade, başka türlere karşı daha ciddi bir varoluş mücadelesi içerisinde olduğunu tespit etmişlerdi. Bu, “doğal seçilim” teorisinin ortaya çıkışı olmuştu.
İnsan’ın neden yeni bir yaratılışa şahit olmadığını Lyell, yaratılış için gerekli sürenin insan yaşamından çok daha uzun oluşuna bağlamıştı. İnsan’ın doğada varoluşunu ise, aşamalı gelişme teorisinin temeli olarak yorumlamış, yok oluşların devam etmesine rağmen İnsan’ın en son yaratılmış olmasını en üstün varlık olmasına bağlamıştı. Aksi takdirde, eğer insan, başarılı gelişme gösteren memeliler zincirinin bir üst basamağı olsaydı, çözümleme yapıldığında aşamalı olarak omurgasızlar, balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler olarak derecelenmeliydi. Bundan da, insanın diğer türler gibi bir tür olduğu ve insan ırklarının da köpeklerdeki çeşitlilikten farklı olmadığı sonucu çıkardı. Ayrıca içgüdü, nasıl mantığa dönüşebilirdi ki? Ya da yabanilikten insan idrakine geçiş söz konusu olabilir miydi? Veyahut bir kaplanın ya da filin beyninden insanın beynine? Bu soruları kendi fikrine göre cevaplamak imkânsız olduğu için, Lyell, İnsan’ı kesinlikle Tanrı’nın aşamalı gelişme planının en üst aşaması olarak görmekteydi. Hâlbuki sorduğu sorular çok yerinde ve mantıklı sorulardı. ancak, bağnazlığından dolayı bu soruların ne kadar mantıklı olduğunu görememiş, eğer insanın geçirdiği evrimin aşamalarının diğer canlılardan farklı olmadığını söylerse, bunun Tanrı’yı inkâr etmek olacağını düşünmüştü. Ya da belki de bu soruların mantıklı olduğunun farkına varmıştı ancak bu durumu kabul etmek istememişti. Sonuçta tarih boyunca insanlar açıklayamadığı şeyleri büyü ya da Tanrı’nın kudreti olarak adlandırmıştır. Lyell’a göre de bu Tanrı’nın işiydi. Kesinlikle o’nun planıydı.
Zamanla doğa bilimcilerin bulguları ve birbirleri arasında fikir alışverişi arttıkça, ikiye bölünmeler baş göstermişti. Lyell, transmütasyon fikrinin bilim camiasında kabul görmesinin sebebini Yaratılış’ın göz ardı edilmesi olarak değerlendirirken, kabul görmemesinin sebebini ise ara türlerin olmayışı olarak ifade etmişti. Doğa bilimciler, transmütasyon hipotezi karşısında Agassiz ve Lamarck destekçileri olarak ikiye bölünmüştü. İsviçreli doğa bilimci Jean Louis Rodolphe Agassiz’ye göre türler değişmiyordu, çünkü Yaratıcı’nın fikrinin bir temsiliydiler. Bir biyolog ve paleontolog olan Richard Owen da Aggasiz ile aynı görüşü paylaşıyordu. Hatta dini bir yaklaşımla canlılar arasındaki anatomik benzerlikleri açıklamak üzere (omurgalıların eklemli organları gibi) bir model oluşturmuştu. O dönemde (1841) İngiliz doğa bilimci William Buckland tarafından bulunan ve Owen tarafından “dinozor” olarak adlandırılan dev sürüngen fosili için Owen, Lamarck’ın transmütasyon görüşünün yanlış olduğunu çünkü dinozor olarak adlandırılan bu yaratığın kesinlikle modern sürüngenlerden çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ileri sürmüştü. Ancak Lamarck, Agassiz’in aksine, türlerin aynı atayı paylaştıklarına inanmıyor ve basit yaşam formlarının zaman içerisinde devamlı olarak rastgele değişimler göstererek oluştuklarını düşünüyordu. Lamarck aynı zamanda türlerin ortama da uyum sağladıklarını fark etmişti. Bir organ, o organın kullanımına bağlı olarak değişim gösterebiliyordu. Örneğin kaslar, egzersiz yapıldıkça gelişiyorlardı. Bu tür değişimlerin gelecek nesillere aktarılabileceğini ve ortamda çok yavaş adaptasyonlar olarak görülebileceği fikrini ortaya atmıştı. Lyell yine de kendisini “Tanrı’nın aniden ortaya üstün yetenekli ve yaratıcı nitelikli canlıları, yani insanları ortaya çıkarmasından daha normal bir şey olamayacağı” düşüncesiyle ikna ediyordu. Ancak kabul etmek zorunda kaldığı bir şey vardı. Onu da şöyle ifade ediyordu: “İnsanın ortaya çıkışını her ne kadar evrim olarak açıklamasak da, jeolojik dönem olarak o kadar büyük bir yer kaplıyor ve o kadar büyük bir değişim ki bu varoluş, yine de Doğa’nın düzeni Yasası’na olan inancımızı rahatsız ediyor”.
Lyell, evrimi kabul etmese de zamanla görüşünü genişletmişti ve bilim adamları insanın doğadaki organik gelişimin parçası olduğunu sonucuna varmış olsalar da bunun ille de Doğa’nın Dizaynı’na olan inancı terk etmelerini gerektirmediğini düşünmeye başladı. Çünkü Yaratılış’a körü körüne inanıyor ve eğer yaratıcı güç olmasaydı, yeni hiçbir şey olmayacağına inanıyordu. Sir Charles Lyell transmütasyon hipotezinin hiçbir şey ifade etmediğini çünkü üstün zekâyı ya da ahlakın doğasını açıklayamayacağını düşünüyordu. Böylelikle Lyell, doğal seçilimi tanrısallaştırmaya başladı.
Lyell, hiçbir zaman evrimi kabul etmek istemedi. insanın da organik gelişimin bir parçası olduğunu kabul etse de mantık ve ahlak konusunda hiçbir zaman ikna olmadı. Bunların da evrimin bir parçası olabileceği fikri, onun için Tanrı’yı inkâr etmekten başka bir şey olamazdı. Bugün de bu durum daha farklı değil. İnsanlar, inandıkları şeylere ters düşen kanıtları ya görmezden gelirler ya da kabul etmek istemezler. Aksi takdirde bu zamana kadar inandıkları kavramları reddetmek durumunda kalacaklardır. İnsanların benimsedikleri dinlerde de belki de cehennem ya da öldükten sonra o inancı reddedenlerin çekeceklerine inandıkları azap korkusu, pek çok dindar insanın, bilimsel bulguları ya kurmaca olarak düşünmelerine, ya da doğrudan görmezden gelmelerine sebebiyet veriyor.
Frank Lloyd Wright’ın bir sözüyle başladığım yazımı ünlü bilim insanı Marie Curie’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Hayatta korkulacak şeyler yoktur, anlaşılacak şeyler vardır. Şimdi, daha fazla anlama zamanıdır. Yani daha az korkabiliriz”.
(Referans: Wilson, L.G., ed., 1970. Sir Charles Lyell’s scientific journals on the species questions. Yale University press, New Haven, conn., 572 pp.)