Çocukken anlamını idrak etmeden, sadece duyduklarınızı tekrar ederek söylediğiniz aşk şarkılarını hatırlar mısınız? Ben, entelektüel hayata adımını yeni atmış gençlerden kelli felli akademisyenlere kadar bir grup yetişkin insanın da bu sorunu ciddi manada yaşadığı kanaatindeyim. Lenin, Materyalizm ve Ampiryo-kritisizm çalışmasında diyalektiğin tek cümleye indirgenecek tanımının “şeylerin asıl özündeki çelişkilerin irdelenmesi” olduğunu söylüyordu. Hayat ve kavga, çok çeşitli, çok boyutlu ve farklı meyveler vermeye müsait çelişkilerle dolu. Lakin bu çelişkilerin hepsinin doğal ve canlı çelişkiler olduğunu, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişi ile “yapma yakıştırma” olmadığını iddia etmek yerinde olmayacaktır. Bu tip ironik durumlara sık karşılaşılan bir örnek vererek meramımı anlatmaya başlamak isterim.
Marksizm dediğimizde, onun “işçi sınıfının evreni kavrama ve değiştirme bilimi” [1] olduğunu söylüyoruz. Marks’ın, Hans Heinz Holz’un da saptadığı üzere “felsefenin aşılması ve gerçekleştirilmesi” [2] olarak ifade edilebilecek projesinin henüz başlarında, Feuerbach Üzerine Tezler ve Alman İdeolojisi gibi metinlerde açınımladığı dünya görüşü ve onun eylemle birliği en özlü ve eksiksiz biçimiyle ancak böyle özetlenebilir. Lakin bu tanımda insanların gözüne çarpan ve sağduyularına aykırı gelen bir nokta vardır ki, o da Marksizmin başlı başına bir bilim olması iddiasıdır. Gerçekten de Engels; Charles Fourier, Robert Owen vb. figürlerin temsil ettiği ütopik sosyalizmlere karşıtlık içerisinde bir “bilimsel sosyalizm”den bahsediyordu. Peki, Marksizmin bir bilim olması ne demektir? Burada Kanadalı felsefeci Joshua-Moufawad Paul’ün görüşlerine başvuracağım. [3]
Marksizm, “katı bilimler” olarak da nitelenen fizik, biyoloji gibi bilimlerin bugün algılanan anlamıyla bir bilim değildir. Ancak, Marks ve Engels’in de kafalarında dizayn ettikleri anlamıyla, yani aydınlanmacı anlamıyla bir bilimden bahsedildiğinde Marksizmin bir bilim olarak nitelenmesi anlam kazanır ki aydınlanmacı bilim anlayışından bahsederken orta çağ teokrasileriyle karşıtlık ve iktidar mücadelesi ekseninde gelişmiş bir gelenekten bahsettiğimizi hatırlatmak gerekir. Bu bakımdan Marksizmin de kategorize edilebileceği bir bilim sınıflandırmasından bahsederken; 1) dünyayı ve dünya üzerindeki ilişkileri mistisizminden arındıran ve netleştiren, 2) dünyayı materyalist bir temelde, doğaüstü iddialarla değil doğada keşfedilecek yasalarla idrak etmeyi amaçlayan bir düşünce disiplininden bahsediyoruz.
Kabaca özetlediğim bu iki ilkeyi aklımızda tutalım ve ilerleyelim, Marksizm ikinci ilkede belirtilen ve dünyanın kendisinde keşfedilecek yasaları nasıl kavrıyor? Engels bunu, diyalektiğin “gerek insan düşüncesinin gerekse de maddi dünyanın ortak hareket kanunlarının bilimi”[4] olduğunu söyleyerek işaret ediyor. “Hareket kanunları” ifadesinden de gördüğümüz üzere, dünyada hareket ve değişim halinde olmayan tek bir şey yok. Bu değişim ise sadece mekanik bir değişimden, boşlukta yer değiştirmeden, ibaret değil. Yaşam sürekli bir doğum ve ölüm, gelişme ve çürüme, yapım ve yıkım, var oluş ve yok oluş süreci olarak kavranabilir ve kavranmalı. O halde doğada ve maddede durağanlık yoktur. Düşünme sürecimiz de, Marks’ın belirttiği gibi, “insan zihnine yansıyan ve düşünme biçimlerine dönüşen maddi dünyanın hareketlerinden başka bir şey değil” [5] ise, düşüncede de dogmatizmin olmaması gerekir. Düşüncenin kıymeti harbiyesi, yani 11. Tez’de ifade edildiği haliyle değiştirme gücü, olguyu yansıtabilmesinden ileri gelir ve olguyu ne kadar yansıtabildiği yine kendisini olgusal uygulamanın içerisinde gösterir. O halde dogmatikleşmiş, canlılığını yitirerek hayatın canlılığına eşlik etme yetisini kaybetmiş, gerçekliğin mevcut hal ve sürecini yansıtmayan düşünce de ölmüş düşüncedir ve hayat, düşüncenin ölümünü davranıştaki felaketlerle cezalandırmaktan asla geri durmaz.
Bu yüzden Marks’ın kendi teorisini ifade etmek için seçtiği söz öbeği, “var olan her şeyin acımasız eleştirisi”dir. Kavramsal düzeyde eleştiriye tekabül eden şey eylemsel düzeyde 11. Tez’in ifade ettiği “değiştirme”ye tekabül eder, bunların ikisi ise Gramsci’nin “praksis felsefesi” dediği şeyde sentezlenmiş ve el ele giden diyalektik bir bütündür. Bu yüzden Marks’ın en önemli eserlerinin büyük çoğunluğunun başlık veya alt başlıklarında “eleştiri” ifadesi geçer ki bu eleştiri süreci Marks’ın yalnızca muarızlarına, rakiplerine veya yoldaşlarına yönelttiği bir şey değildir. Marks, kendi kendisi ile sürekli bir eleştiri ve hesaplaşma süreci içerisindedir ve kendisini bu şekilde sürekli yenileyerek, sürekli geliştirerek ve sürekli üzerine koyarak insanlık tarihinin bilgi birikimindeki mihenk taşlarından biri haline gelmiştir. Öyle ki kimilerine göre, Marks’ın yine “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlığını taşıyan anıt eseri “Kapital”i bitirememiş olmasının arkasındaki sebeplerden biri, aşırı boyutlara ulaşan mükemmeliyetçiliğinden de gelen bitmek tükenmek bilmez özeleştiri süreçleri idi. [6] Yine aynı bilimsel kaygılardan ve çelişkilerin gelişimle bağlantısına yönelik bilinçten kaynaklıdır ki Marksist-Leninist partinin de en önemli yapı taşlarından biri, acımasız eleştiri ve özeleştiri sürecidir. Kırılmasın, gücenmesin kaygıları ile eleştiri ve özeleştiri yapmaktan kaçınmak, Mao Zedong’un da belirttiği gibi, liberalizmin hareket içerisindeki tezahürlerinden biri olur. [7]
O sık sık vurgulanan “Marksizm bir dogma değildir, bilimdir. Marksizm şablonculuğa indirgenemez” ifadesi de buradan gelmektedir ve muazzam derecede doğru bir ifadedir. Peki, yazının başında bahsettiğimiz ironi nerede başlar?
Marksizmin neden bir dogma olmadığı, bunun ne anlama geldiği ve sonuçlarının ne olduğu vb. şeylerin kavranmaması, bu söylemin de tıpkı yazının başında verdiğimiz şarkı söyleyen çocuk örneği gibi anlaşılmaksızın tekrar edilen bir slogan haline, bu şekilde de bir dogma haline gelmesi. Teorinin canlılığını temsil eden bir ifadenin kafalarda ölü bir slogan haline gelerek, ifade ettiği şeyin tam tersine hizmet eder hale gelmesi. Yani Gramsci’nin “metaforik” olarak niteleyeceği bir duruma gelmesi, ama bu defa tam tersini yansıtacak şekilde.
Şimdi yukarıda “aklımızda tutalım” dediğimiz ilk ilkeyi bir kez daha ele alalım. Teorinin bilimselliğini ifade eden bu söz, teorinin bilimselliğinin bir tarafını tasfiye edecek bir slogana dönüştürülebilir demiştik. Aynı şekilde teorinin bir bilim niteliği taşıması, yani dünya üzerindeki ilişkileri mistisizmden arındırması olgusunu da tersine çevirerek dünyayı olduğundan çok daha mistik bir görünüme büründürdüğü aşikar değil midir? Bu noktada da bilimsel bir alet çantasının, altı çok farklı bir şekilde doldurularak bilimsel niteliğinin tam aksi istikamette sonuçlar türeten bir felakete dönüşmesinin olasılığını görüyoruz. Kimilerince “dogmato-revizyonizm” olarak anlandırılan eğilimin tehlikesi de esasen burada yatmaktadır. Kavramların kavranmaması ve içselleştirilmemesi, özellikle devrimci bilim söz konusu olduğunda, karşı devrimci sonuçlara yol açar. Bir kez daha görüyoruz ki Lenin’in de dediği gibi “devrimci teori olmadan devrimci pratik” olmaz.
Benzer bir şeyi, Batılı Marksist akademisyenlerin de önemli bir kısmında görebilmekteyiz. Bunu görebilmek için en işlevsel kavramın Gramsci’nin hegemonya kavramı olduğu kanaatindeyim.
Domenico Losurdo’nun da belirttiği gibi, [8] Batılı sol entelektüeller Gramsci’ye çeşitli alanlarda başvurmaktan ve onun hegemonya kavramından sıkça yararlanmaktan pek geri durmamışlardır. Ama bu hegemonya kavramını mantıksal sonucuna taşıyıp, “common sense” olarak algılanan ve doğallaştırılan ideolojinin esasen sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olduğunu, hiç de doğal veya tarafsız olmadığını ve dolayısıyla da Soğuk Savaş anlatısının dünya komünist hareketinin tarihine dair söylemlerinin de bu hegemonya kapsamının dışında değerlendirilip proleter devrimci bir cepheden buna dair anlatının yeniden üretilmesi gerektiğini ortaya koyamamışlardır. Bizzat burjuva tarihçileri tarafından ortaya koyulan, ciddi akademik otoritelerin ürettiği araştırmalarda bulunabilecek olguları Marksist bir bakış açısıyla değerlendirmek ve Soğuk Savaşın artık içi çürümüş olan, kendisini yalnızca ana akım medyada sürekli tekrar edilmesiyle sık inanılan bir mitoloji olarak muhafaza edebilen ideolojisine ölümcül darbeler indirerek komünist hareketin üzerindeki yüklerden birini kaldırmak bu kişilerin yapmaya yeltendiği bir iş değildir. Aksine Soğuk Savaş mitolojisini onaylayıp temcit pilavı gibi tekrar ederek gerçekmiş gibi algılanmasına katkıda bulunmak ve hatta bu gerçeklikten fersah fersah uzak imaj üzerine teorik çıkarımlarda bulunmak söz konusu batılı sol entelektüellerin en büyük marifetlerindendir. Bu bakımdan, bizzat sık başvurdukları Gramsci’nin ortaya koyduğu hegemonya kavramıyla değerlendirildiğinde, ideolojik alandaki sınıflar mücadelesi açısından gerici bir rol ifa etmektedirler. Bu eğilimlerin ise özellikle emperyalist dünya sisteminin merkezlerindeki sol hareketlerde ve aydınlarda görülmesi, [9] Althusser’in hem bir ideolojik aygıt hem de bir baskı aygıtı olarak tanımladığı hukuk aygıtları ve onların ideolojileri açısından ve bunların merkez emperyalist ülkelerin kolonyal geçmişlerine bağları açısından da dikkat çekicidir. Bu bakımdan söz konusu ülkelerin, en ufak eleştirel düşünce süzgecinden geçirmeksizin Soğuk Savaşın çoktan rahmetlik olmuş zırvalarını tekrar eden sol aydın ve hareketleri, aslında hem Frantz Fanon’un “sömürgeciliğin en büyük etkilerinden biri sömürgeleştirilenlerin kendilerine sömürgecilerin gözüyle bakmasını sağlamaktır” tespitindekine benzer bir reaksiyon göstermekte, hem de bu reaksiyon vasıtasıyla kolonyalist bir geleneğin günümüze miras kalmış ideolojik yansımalarını yeniden üretmeye katkı sağlamaktadırlar. Tamamen devrimci bir düşünce olan, Togliatti tarafından “Gramsci’nin Leninizmi” olarak ifade edilmiş bir yaklaşım bu şekilde gerçek amacına hiçbir şekilde hizmet etmeyip aksine egemen sınıf hegemonyasını yeniden üreten, esas amacı olan sınıf mücadelesinden kopmuş ve sırf entelektüel gevezelik aygıtı haline gelmiş; yani asıl işlevinin tam karşıtına hizmet eder hale gelmiş bir ucubeye çevrilebilmektedir.
Bir kez daha görmekteyiz ki kavramları kavramak, içselleştirmek ve tutarlı bir şekilde uygulamak; bir örgütün veya kişinin devrime mi yoksa karşı devrime mi hizmet edeceğini tayin edebilecek kadar hayati önemdedir. Nasıl Lenin’in dediği gibi “bütün devrimlerin temel sorunu siyasi iktidar sorunu”[10] ise, aynı şekilde Engels’in de belirttiği gibi bu iktidar sorununa bağlı olarak bir “ideolojik mücadele”nin verilmesi şarttır.
Denizli Direniyor’dan Ege
[1] Hikmet Kıvılcımlı, Kısaca Marksizm Düşünüşü (Gerçek Bilim), Derleniş Yayınları
[2] Bu konu, Hans Heinz Holz’un Türkçeye Yordam Kitap tarafından kazandırılan “Devrimin Cebiri” eserinde işlenmektedir ve eserin alt başlığı da “Felsefenin Aşılması ve Gerçekleştirilmesi”şeklindedir.
[3] J. Moufawad-Paul’un ilgili görüşleri, Türkçeye “Moderniteyi Eleştiren Modernite” başlığıyla çevrilmiş yazı serisinden okunabilir.
[4] Friedrich Engels, aktaran: Hikmet Kıvılcımlı, Diyalektik Materyalizm Nedir Ne Değildir Nasıl Kullanılır?, Derleniş Yayınları
[5] Karl Marx, Kapital 1. Cilt
[6] Why didin’t Marx finish the Kapital
[7] Mao Tse-Tung, Combat Liberalism
[8] Domenico Losurdo, Tarihten Kaçış, Yordam Kitap
[9] Antistalinism is Left-Wing Racism
[10] V. I. Ulyanov Lenin, Nisan Tezleri