İbrahim Kaypakkaya üzerine…

PDF İzle & KaydetYazdır

ibrahim-kaypakkaya41 yıl önce, 12 Mart diktatörlüğü tarafından katledilen İbrahim Kaypakkaya hakkında, onu olduğu gibi ortaya koyan bir yazı hazırladık. Günümüzde devrimci kalkışmanın ortaya çıktığı bu günlerde her devrimci önderin olduğu gibi Kaypakkaya’nın teorisinin de olduğu gibi tanınması doğru olacaktır diye düşündük.

Devrimcilerin üstte dövüştüğü günlerdi. “68 kuşağı” gençliğinin büyük çoğunluğu gibi, İbrahim Kaypakkaya da MDD teorisini savunmakta ve TİP’deki kopuş sırasında Türksolu dergi çevresinde yer alan bir gençti. Bu dönemlerde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın sosyolojik olarak Türkiye’deki meselelere bakış açısı benzerdi. Birinci Kurtuluş Savaşı’na, 27 Mayıs’a, Ordu Gençliği’ne aynı hatta bakmakta ve Devrimci Gençlik Birliği’nde örgütlenmekteydiler.

Mihri Belli’nin teorik olarak Hikmet Kıvılcımlı tarafından “Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama” adlı kitabında boşa düşüşünün ardından, gençlik yeni bir arayışa başladı. O süreçlerde çıkan Aydınlık dergisi ikiye bölündü, İbrahim Kaypakkaya da Proleter Devrimci Aydınlık, yani ak Aydınlık çevresine geçti. Bir süre sonra, aynı dergi çevresi, ÇKP(Çin Komünist Partisi)‘nin görüşlerinden etkilenerek Maocu teoriyi üzerine tartışmalar başlattı. Türkiye’deki parti sorunu üzerine ilk başta Hikmet Kıvılcımlı ile hareket eden bu çevre, bir süre sonra ÇKP’nin görüşlerini hiçbir değişiklik yapmadan savunmaya başladı. Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi adında bir grup partisini kuruldu. Parti, tamamen ÇKP çizgisinde bir hattın savunulmasını ve diğer grupların tamamının revizyonist, oportünist olduğunu ilan edilmesini öne sürüyordu. 12 Mart faşizmi sırasında, Kaypakkaya’nın önderliğinde bir grup, ÇKP’nin resmi görüşü olarak tanımlanan “Marksizm-Leninizm-Mao Zedong düşüncesi”nin TİİKP tarafından saptırıldığı iddiasını öne sürdü ve kopuşma başladı. Kaypakkaya’nın önder olarak yer alışı da bu dönemde ortaya çıkar. 1972’de bu grup partiden ayrılarak TKP/ML adlı bir örgüt kurdu.  Bu örgütün mücadelesi sırasında, İbrahim Kaypakkaya tutsak alınmıştır ve parababaları kulları tarafından sayısız işkencelerden geçirilerek, en sonunda da öldürülmüştür. İbrahim Kaypakkaya, gördüğü işkencelere rağmen ifadelerinde tek bir arkadaşını ele vermemesi üzerine “ser verip, sır vermeyen” lakabını hak etmiştir. Kendisi (Doğu Perinçek dahil) hiçbir yoldaşı ile ilgili en ufak bir bilgiyi vermemiştir. Polise verdiği ifade, bir komünistin nasıl gizlilik yürütmesi gerektiği ile ilgili önemli bir belgedir.

İbrahim Kaypakkaya’nın teorisi, Türkiye Devrimci Hareketi içinde mutlaklaştırılan, birkaç ezbere sözcük ile savunulan ve eleştirilmeyen bir teori olmaktan kurtulamamıştır. Türkiye’ye çeviri, taklit yolu ile giren Maoculuğun tüm hatalarını bünyesinde barındıran TİİKP’den koparken, burjuva sosyalizminin genel geçer hatalarını eleştirme girişimine rağmen, aynı girişimi Maoculuk hakkında yapmamıştır. Bu sebeple sadece burjuva sosyalizmine yaptığı eleştiriler ile sınırlı kalmıştır ve Türkiye’deki devrimci mücadele ile ilgili çizdiği yolun tutarsızlığı ve TİİKP’in 1972 öncesindeki sosyolojik değerlendirmelerindeki hataları aynen kabul edişi, bu söylemlerinin gölgesinde kalmıştır.

Sınıfları kavrama konusunda başarısızdı

İbrahim Kaypakkaya, tıpkı diğer gençlik önderleri gibi, Türkiye’deki sınıfları ve zümreleri kavrayamamıştı. Kürecik raporundaki satırlarında, çobanları tarım proleteryası olarak kabul etmesi buna örnek bir olgudur.

Şimdi çeşitli sınıfları tek tek ele alalım: 

Tarım proletaryası: Tarım proletaryası, yukarıda açıkladığımız nedenlerle oluşmamıştır. Köyde geçimini sağlayacak hiçbir mülkiyeti olmayanlar, genellikle göçmektedir (Antep’e ve İstanbul’a). Göçmeyen çok az sayıdaki aileler ise, 5-10 evin sürüsünü otlatmakta, yani çobanlık yapmaktadır. Bunları, tarım proleterleri sayabiliriz (kendi koyunlarını otlatan bir kısım orta köylüler dışında). Bölgenin en yoksulları başkalarının sürüsünü otlatan çobanlardır. Bunların yıllık gelirleri 4-5 bin lira dolayındadır. Buna ek olarak, sadece çobanın yiyecek ekmeğini vb. de çobanlık ettiği aileler sırayla sağlamaktadır. 

Bölgemizdeki çobanlar, genellikle en devrimci unsurlardır. Bunlar, silahlı mücadelenin en ateşli savunucularıdır. Sinan Cemgil ve arkadaşlarını beslemekten, çoğu, komandoların baskı ve zulmüne uğramış, karakollarda dayağa çekilmiştir. Fakat, çobanlar sağlam bir şekilde dayanmışlar, eğilip bükülmemişlerdir. Ayrıca, Sinan’ların yerini söylemeleri halinde kendilerine yüksek paralar söz verilmiştir, yiyecek ekmeğini zor bulan, cebi beş kuruş para görmeyen bu insanlar, para karşılığı alçalmayı da duraksamasız reddetmişlerdir. Bunlar, araziyi çok iyi tanımaktadırlar. Askeri haritaların almadığı birçok mağarayı, gizlenme yerini vs. bunlar biliyor. Çobanların köylü silahlı mücadelesine çok büyük katkısı olacaktır. (İbrahim Kaypakkaya- Kürecik Bölge Raporu – Ekim 1971)”

Bu dönemde henüz TİİKP ile bağlarını koparmamıştır İbrahim Kaypakkaya, ancak çobanlık gibi antika kökenli bir tabakayı, modern sınıfın bir tabakası olarak kabul etmek, son derece vahim bir sona, çobanların TKP/ML’li gerillaları ihbar etmesi ile sonuçlanmıştır. Köylülük kadar kentliliği de kapsamayan her girişimin başarısız oluşunun başka bir başka örneği olarak devrimci hareketin tarihine işlenecekti bu girişim.

Türkiye’nin ekonomik altyapısını tanımlaması hatalıydı

Türkiye’yi yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülke olarak tanımlayarak, MDD teorisinden kalma başka bir hatasını tekrar ediyordu.

Bizim gibi(Türkiye) yarı feodal, yarı-sömürge ülkelerde devrimin kırlık bölgelerden şehirlere doğru gelişmesinin iki nedeni vardır: Birincisi, demokratik devrimin özünün “toprak devrimi” olması, ikincisi de ülkemize hakim olan emperyalizmin ve onun uşaklığını yapan gericilerin (özellikle emperyalizmin) şehirleri ve ileri bölgeleri tamamen kontrolleri altına almış olmalarıdır. Emperyalizmin, yarı-sömürge olmamız dolayısıyla, ülkemiz üzerindeki boyunduruğu da, devrimin geri kırlık alanlarda üsler kurarak oradan şehirlere doğru gelişmesini gerekli kılmaktadır (bizde demokratik devrim, milli devrimle ayrılmaz bir şekilde birleşmektedir).

Yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar(İbrahim Kaypakkaya – Başkan Mao’nun Kızıl siyasi iktidar öğretisini doğru kavrayalım – Ocak 1972).”

Türkiye, kendi kaderini tayin etmiş, hatta başka bir halkın kaderini boyunduruk altına almış bir devlettir. Bağımsız bir meclisi vardır ve burjuva devriminin ilk adımı gerçekleşmiştir. Yani 1923’de “milli” devrim tamamlanmıştır.

Tüm devrimci önderler ve Türkiye Komünist Partisi’nin o süreçlerde yaptığı bu netçe duruma rağmen, bu bağımsız meclisin emperyalizm ile yaptığı ticari ve askeri anlaşmalar ile “işbirliği” ve “sömürge olma koşulu” olarak değerlendirilerek, Türkiye’nin yarı sömürge olduğu gibi bir sonuca varılmıştır. Bu noktada Şnurov’un broşürlerindeki tüm değerlendirmeler, olduğu gibi alınmıştır. Bu değerlendirmede eksik olan, Türkiye’nin bağımsız meclis ve burjuva örgütünü, emperyalizmden “evet” almadan oynatamaz hale gelip gelmemesi noktasıdır. Türkiye’nin Kemalist iktidar sürecindeki durumu “sömürge”den çok, ezilen ulus burjuvazisine ait “arada kalma” ve yavaşça işbirlikçiliğe kayma dediğimiz ve sonuç olarak emperyalizmin müttefikliği ile açıklanabilecek bir durumdur. Daha 1923 yılından bu durumun ortaya çıktığını söyleyerek, Türkiye’de tekrardan “milli” devrim yapmaya çalışmak, Kaypakkaya’nın çok eleştirdiği MDD’cilerden aldığı bir mirastır. Aynı tanım hatasını, Maocu teorinin Çin üzerine yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda, Lenin, Stalin ve Dimitrov yoldaşları tahrif ederek pekiştirmeye devam ediyor (İbrahim Kaypakkaya – “1.Kemalist Devrime Önderlik Eden Sınıflar”, Tüm Yazıları). Devrimci önderler, ısrarla Mustafa Kemal’in yaptığı devrimin “milli burjuva devrimi” olduğunu belirtirken, kendisi yapılan devrimin komprador burjuvazi tarafından yapıldığını iddia etmekte. Halbuki devrimi gerçekleştiren burjuvazi finans-kapital halini alsa bile, milli olmaktan başka bir özellik taşımaz. Milli olması da, onun artık çağı gereği gerici eylemlere girişimini engellemez. İbrahim Kaypakkaya, kurtuluş savaşı sürecinde Anadolu burjuvazisinin yedek gücü olarak savaşa girmek zorunda kalan, Şefik Hüsnü yoldaşın deyimi ile “devrimcileşmek zorunda kalan” tefeci-bezirgan sermayenin emperyalizm ile uzlaşma çabalarını bütün bir harekete yansıtıyor. Sınıfları doğru tahlil edememe sorunu, bu sorunda da doğru tanım ortaya koymasını engellemiş oluyor. En sonunda da Kurtuluş Savaşı’nı reddedecek dereceye geliyor. TİİKP program taslağının eleştirisinde de sıkça bu eleştiriyi yapıyor. Ayrıca Türkiye’de finans-kapitalin iktidarına rağmen, Türkiye’deki ekonomik altyapının “yarı-feodal” olarak tanımlama hatasını yapıyor. Türkiye’de antika sermayenin kökü kazınamamasına rağmen, yaşamını finans-kapital ile ittifak kurarak sürdürebiliyor, yani ekonominin “temel” belirleyicisi olmuyor.

Sovyet Sosyal Emperyalizmi safsatasını savundu

Emperyalist devletlerin, küçük milletleri ve devletleri ezmeleri, içişlerine burunlarını sokmaları, müdahalelerde bulunmaları, meselâ faşist Hitler köpeğinin, Alman ırkının dünyaya hükmetmek için yaratıldığı zırvaları, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin, küçük devletlerin ve milletlerin içişlerine karışmaları, bütün bunlar da emperyalizmin ırkçılık politikasının tezahürleridir (İbrahim Kaypakkaya – TİİKP programı taslağının eleştirisi)”

Maalesef, emperyalizm konusundaki tahlil hatalarından ve yine sınıf, tabaka ve zümreleri bilinmemesinden dolayı, proleterya diktatörlüğünü yoldaşça uyarmak yerine Dünya Komünist Hareketi’nin önderi olmak için küfretmiştir Mao. İbrahim Kaypakkaya da bu eleştiriyi hiçbir değişiklik olmadan kabul etmiştir. “İki Süper Oportünizm” adlı kitapta bu görüşün oportünist yönleri, hem de Sovyetler Birliği’ne çöreklenmiş bürokrasinin, biçimsel sosyalizmin yöntemleri teşhir edilmişti, Sovyet Sosyal Emperyalizmi tezinin anlaşılması açısından bu kitabın okunmasını öneririz.

Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerine görüşleri hakkında

İbrahim Kaypakkaya’nın Türkiye’deki ulusal mesele üzerine yazdığı makaleler, o dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın 1933’de yazdığı Yedek Güç: Ulus adlı eseri henüz ulaşılamadığından “ezberleri bozan bir makale” olarak nitelenmişti. Bu yazılarda TİİKP’in ulusal mesele üzerine tezleri eleştirilmişti. Ancak yine Hikmet Kıvılcımlı, burjuva teorisyenleri ile aynı kefeye konuluyor.

Ülkemizde milli baskının asıl şampiyonları, komprador nitelikteki Türk büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. ABD emperyalizmi, bunların milli baskı politikasını ve ırkçılık politikasını desteklemekte ve kışkırtmaktadır. Ama aynı suça, yani milli baskılara, daha sinsi ve daha ince metotlarla, milli karakter taşıyan Türk orta burjuvazisi de iştirak etmektedir. Lenin yoldaşın deyimiyle bunlar:

“Bütün siyasi meselelerde olduğu gibi diller meselesinde de [tabii milli meselenin her alanında] bir elini (açıkça) demokrasiye uzatan ve öteki elini (arkalarında) gericilere ve polis ajanlarına uzatan ikiyüzlü bezirganlar gibi davranmaktadırlar.”

Doğan Avcıoğlu’na, Ecevit’e ve bütün oportünistlerimize, M. Belli’ye, H. Kıvılcımlı’ya bakın! Lenin’in bu tanımına nasıl da uyuyorlar. Bunlar, bir yandan iktidarın elindeki feodal sopaya, bunun işe yaramayacağını ileri sürerek karşı çıkarken, öte yandan milli baskının daha ince ve kibar metotlarını tavsiye etmekten kendilerini alamıyorlar.(İbrahim Kaypakkaya – Türkiye’de Milli Mesele)“

Hikmet Kıvılcımlı, hiçbir zaman Kürt halkı başta olmak üzere, ezilen ulusların haksızlığa uğramasını savunmamakla beraber, onların nasıl haksızlıklara uğradığını da özel toplantılarda yoldaşlarına aktarmıştır. Ancak 12 Mart faşizminin ayak seslerinin ortaya çıktığı dönemde, bu konu üzerine propagandayı neden tercih etmediğini de şu şekilde açıklamıştır:

Gene, ikinci soru: Kürt Sorunu karşısındaki tavır ne olmalıdır? Halk savaşı ve sınıf savaşı nedir? Aynı şeyler midir? Türkiye’deki hakim üretim biçimi ve iktidarın siyasi niteliği nedir?

Şimdi, kardeşlerim. Türkiye’nin bir Doğu trajedisi var. Ve bunu ben, daha açılmadan önce, Doğu “üniversite”sinde dört buçuk sene geceli gündüzlü etüt etmiş bir arkadaşınızım. O trajediyi. O trajedi ölçüsünde bana açılacak suallerin hepsini çok küçük görüyorum. Yani bu sorular, o trajedinin soruları değil. Evvela. Ondan sonra, o konuda, her defa karşılaşıyoruz. Yerden göğe kadar hak veriyorum soran arkadaşlarıma. İçlerindeki acıyı çok iyi biliyorum. Ben de, aynen o acıları dört buçuk sene yaşamış bir arkadaşınızım. Ancak, demin o silahlı savaş, falan filan meselelerinde olduğu gibi, bu konunun da böyle geniş salonlarda, tamamen demokratik bir hava içinde tartışılıp, konuşulup, çözüme bağlanacak konulardan olmadığına kaniim.
Bana, başka bir arkadaş, İstanbul’da bir seminer sırasında, kalktı: Lenin’den milliyet davası hakkında şöyle beş on tane pasajlar okudu. Bunlar doğru mu? dedi. Tamam, doğru dedim. E, ne susuyorsunuz? dedi. Affedersiniz: “Sıkmıyor, ondan” dedim. Yani, kaba bir söz ama..
Şimdi, yani, bu konuda konuşmak, kuru kabadayılık biçimiyle olmaz, arkadaşlar. Zaten bu konuda konuşulacak tek söz de yersiz, boşa söz olur. Bu, ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır. Ben bu kadar söylüyorum. Bu konudaki derdimi, arkadaşların açtırmamalarını özür dileyerek rica ediyorum. Halk Savaşı ile Sınıflar savaşı aynı mıdır? diyor. Aynıdır, kardeşim. Bizim için sınıflar savaşı, halk savaşıdır, halk savaşı da sınıflar savaşıdır. Evet, yani bunun açıklanacak bir yanı yok. Doğrudur, öyledir. (Hikmet Kıvılcımlı – Durum Yargılaması)“

Kıvılcımlı’nın bu cevabına karşı, diğer burjuva aydınları ile aynı safta yan yana koyuluşunun, sanırız TİİKP geleneğinden kalma karalama yönteminin bir devamı olduğunu belirtebiliriz.

Komünist önder Hikmet Kıvılcımlı’yı bir çok kez tahrif ederek, burjuva önderleri ile bir tutmuştur

Hikmet Kıvılcımlı’nın ısrarla işçi sınıfı önderliğinde bir demokratik devrimi savunmasına rağmen, onu “Kemalist devrim”i savunduğunu öne sürdü. Aslında bu tavır, sadece İbrahim Kaypakkaya’ya değil, onun teorik olarak öncülüğünü yapan Doğu Perinçek tarafından da sık sık ortaya atılmıştır.

TİP, D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı-devrim safına iltica etmek demekti. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı-devrimi temsil ediyordu. Revizyonistlerin karşı-devrim dediği, cumhuriyet düzeninin yıkılması ve Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de…

Hikmet Kıvılcımlı, hiçbir zaman finans-kapital ile işbirliğini savunmamıştır. CHP’nin 1967 sonrası büyük burjuva partisinden küçük burjuva partisine dönüşmesini tespit ettiği yazısı sonrası, kendisini Kemalist olarak tanımlayan küçük burjuvazinin yedek güç olarak müttefik olması gibi çok basit bir olgu, maalesef böyle bir karalama ile çarpıtılmıştır. Aynı görüş, Türkiye’nin sosyolojik durumundan dolayı diğer gruplar da savundu, ancak TİİKP ve TKP/ML örgütleri, bu görüşü ısrarla finans-kapital ile ittifak olarak yorumladılar.

İbrahim Kaypakkaya, karalamakla kalmamıştır, PDA döneminde Kıvılcımlı’ya “deccal” diyerek hareket edecek kadar ileri gitmiştir.

Aydınlık’ın bir de öbür yanı vardır: Yazı Kurulu üyeleri Aydınlık’ın kapısını gümbür gümbür çalan Deccal‘e bütün kapıları, hatta pencereleri ardına kadar açmışlar ve Deccal‘ı baş köşeye oturtmuşlardır. Deccal Mao Zedung’dan, Mao Zedung da Deccal‘den rahatsızdır! Fakat burjuva politikasıyla proletarya politikasını, burjuva dünya görüşüyle proletarya dünya görüşünü birbirine karıştırmak gibi ufak (!) bir gaflete düşen bu baylar, cümle aleme, Mao Zedung ile Deccal‘in ne de güzel anlaştıklarını, hem anlaşmamaları için ortada bir sebep bulunmadığını, Deccal‘in zaten öteden beri (1967’den beri) Mao Zedung’u çok sevdiğini, ve onun izinden yürüdüğünü yutturmaya kalkıştılar! Deccal‘e övgüler düzdüler! Deccal‘in kulaklarına fısıldadığı “Sosyalist Kurultay” mavalını cümle aleme, Mao Zedung damgasıyla okumaya kalktılar! Neredeyse Deccal‘in önünde secdeye inmeyenleri, Mao Zedung’a ihanet suçuyla mahkûm edeceklerdi (Haydar Fırat imzası ile 29 Ağustos 1971’deki mektubu).

Bu yazısı ile, Doğu Perinçek’in henüz önder olmadığı, gençlik hareketinde yer aldığı süreçlerde, Türkiye solunun birlik olmasının da önüne geçmiştir ve Mihri Belli ile birlikte Türkiye’deki proleterya partisinin önüne set çekenlerden biri olmuştur.

Nurullah Ankut’un kaleme aldığı “12 Mart öncesi Sosyalist Hareketin Kısaca Değerlendirilmesi” adlı kitapta da Hikmet Kıvılcımlı’yı eleştirirken nasıl tutarsız, temeli olmayan şekilde çamur attığını da bu yayında bulabilirsiniz.

Doğu Perinçek ile tek fark: Silahlı mücadele

TİİKP programı eleştirisinde, bir çok madde eleştirilmiş olmasına rağmen, Doğu Perinçek’in ilk dönemlerde yayınladığı broşürlere bakarak, Kaypakkaya ve Perinçek arasındaki Türkiye’yi sosyolojik olarak değerlendirme açısından herhangi bir fark bulunmamaktadır. Teorik gidiş farkının en önemli farkı olarak silahlı mücadeleye girilmesi ortaya konulabilir. “Bugün silahlı mücadelenin esas biçiminin gerilla savaşı olduğu mutlaka Programda yer almalıydı.(İ.K. – TİİKP programı taslağı eleştirisi)” şeklindeki notu ile, Türkiye için gerilla savaşı öneren diğer gençlik önderleri ile aynı noktada birleşiyordu. Doğu Perinçek ile olan tartışmaları da genellikle bu noktada ortaya çıkıyordu. Ancak çeşitli kavram tartışmaları ile program eleştirilerek, ayrışmanın temeli sağlanmaya çalışılıyordu. HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut yoldaş, bu konuda şöyle bir açıklama yapar.

Bir de İbo’yu sokuyor araya(SODAP’ın teorisyenlerinden bahsediyor). İbo, tüm yaşamı boyunca, bugün Sevrci Sahte Sol’un savunduğu tezlerin tümünün mucidi PDA’nın, yani Doğu Perinçek’in ideolojik hattında kalmıştır. 12 Mart sonrasında Doğu Perinçek’ten koptuktan sonra bile, onun tezlerini savunmayı sürdürmüştür. Yani İbo’nun tezleri, eski PDA’nın tezleridir. Yani Doğu Perinçek’in tezleridir. İbrahim Kaypakkaya onları savundu. E, işte kitabı, “Bütün Yazıları” meydanda.

Doğu Perinçek’in o zaman yazdığı yazılar, yazıp çizdikleri de meydanda. İşte “TİİKP Savunması” var, “Türkiye Devriminin Yolu” var, “Kıbrıs Meselesi” var. O günkü“Aydınlık”larda, “İşçi-Köylü”de vesaire de yazdığı yayınlar, yazılar var. “Ak Aydınlık”ta, yani“Proleter Devrimci Aydınlık” diye çıkardığı dergide yazdığı yayınlar var.

E, birebir aynısı savunduğu tezler. Ve Kaypakkaya, Kıvılcımlı’ya “Deccal” diye saldıracak kadar da kendini bilmez. Çünkü PDA’cı, Doğu Perinçek’in tezlerini savunuyor. Şimdi onu da sokuyor buraya…

Gençlik önderlerinin tabulaştırılmasına son verilmeli

68 kuşağındaki gençlik önderlerimiz, pratikte bir çok ilham verici eyleme imza atan, yükselen emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede ellerinden geleni ardına koymayan yoldaşlarımızdır. Günümüzde açıkça hainliğe ve dönekliğe varanlar dışında (çoğunlukla da bu kişiler Sevrci Sahte Soytarı Sol, İP ve Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanırlar) tüm önderlerin saygıyla anılması, hatırlatılması önemli ve gereklidir. Ancak onları olmadığı şekilde daha alçak ya da daha yüksek göstermek, onlara yapılacak olan en önemli haksızlıktır. Aynı olgu devrimci önderlerimiz için de geçerlidir. Bu sebeple İbrahim Kaypakkaya’nın komünistlere özgü bir dirence sahip olmasına rağmen, küçük burjuvalara ait mantık sistemi ile hareket ettiğini de o derece ortaya koymak zorundayız. Tabii ki İbrahim Kaypakkaya, bir kişidir, onun bu teoriyi aldığı yer, yani suyun kaynağı bulanık olunca, Kaypakkaya’nın da hatalı düşünceleri olması kaçınılmazdı. O yüzden bu eleştirilerin kendisinden daha fazla, Maoculuk, Troçkizm, sosyal demokrasi ve günümüzde ortaya çıkan post-modernizme karşı yöneltilmesi, devrimcilerin gerçek görevi olarak durmaktadır.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir