Hikmet Kıvılcımlı – Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine

PDF İzle & KaydetYazdır

Sosyalist Gazetesi 5. sayı, 30 Mayıs 1967

Makale; Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Ankara lokalinde verilen konferansın özetinden oluşmaktadır.

Bir zamanlar “malumatlı adam” çok makbuldü. 20. yüzyılın yarısından sonra insanlık, “Ordinatuer: BUYURUCU” ya da  “İnformatique: Duyurucu” denen elektronik hesap ve akıl makinelerini buldu. Bu makineler sayesinde ilgilendiğimiz bir alandaki bütün buluş ve bilgiler, bir anda önümüze seriliyor. Artık malumat nakli yerine, bu bilgiler arasında bağ kurmak, sentezlere gitmekten başka şey kalmıyor insan düşüncesine.

Ben de bu konuşmada bazı bağları kurmaya, bazı anları, gelişimin yönünü vermeye çalışacağım.

Daha önce konuşan iki yurttaşımızdan birincisi… 

“14-15. Yüzyıllarda Osmanlı Toplumu” üzerinde konuşmuş. Dün konuşan ve benim de dinlediğim Profesör B. Sadun Aren, yurdumuzun Cumhuriyet çağındaki kapitalizmin gelişimini anlattı. Profesör, “Türkiye kapitalizme geçişte neden geri kaldı. Bunu ben bilmiyorum. Bilen de olduğunu sanmıyorum” dedi. Ben bu gecikmenin nedenleri, kapitalizme geçişin çağı üzerinde duracağım.

Profesör Aren: “Sosyal konularda kesin konuşulamaz, tarih söylenemez” demişti. Bu benim davranışımın tam tersi. Ben tarih söyleyeceğim.

Birinci tarih basamağımız 1838: Timar ve Zeametin kaldırılması. Bu, Mahmut II’nin yeniçeri ocağını kaldırmasına paralel bir olaydır. Böylece Dirlik Düzeninin son kalıntıları kaldırılıyordu. 

Dirlik Düzeni, Osmanlı’nın bozulmamış Toprak Düzeninin adıdır. 1838 de kaldırılan Tımar, küçük dirlikçilere, Zeamet ise 10 bin ilâ 30 bin arasında büyük dirlikçilere verilen topraklardı. Bunların rekabesi (mülkiyeti kimsenin değildi. Sencer Divitçi, mülkiyet Padişaha aitti demiş, yanlış). Bunlar Beytülmalimüslimin’indi, yâni: Müslümanların ortak malı idi başka hiç kimsenin değildi.

Osmanlılar Anadolu’da Hülefavi Raşidiyn devrinde kurulmuş “Mirî Toprak” düzenini benimsediler. Bu Osmanlı rönesansıydı. Buna “Dirlik Düzeni” diyoruz. Bu konuda araştırma yapan Profesör Ömer Lütfi Barkan “Ne zaman, kim tarafından yapıldığı veya yayıldığının araştırılması beyhude” diyor. Biz öyle demedik, demiyoruz. 

Dirlik düzeninde iki bölük insan karşı karşıya. Çiftçiler ve dirlikçiler. Toprak, Çiftçi’nin TASARRUFUNDADIR. Mülkiyetinde değildir. Dirlikçi, toprağın sahibi denirken koruyucusudur. Maliki anlamında sahibi değildir.

Dirlik düzeni bozulduğunda, Osmanlı toprak düzenindeki ikinci basamağın adına “Kesim Düzeni” diyoruz. 1838’de, Osmanlı toprak düzeninin son kalıntıları da kaldırılıyordu:

İkinci tarih basamağımız: 1846. Miras kanununa., yeni hükümler konuluşu. Bu tarihe kadar yalnız erkek evlâda geçen toprak tasarruf hakkı bundan sonra kız evlâda da geçecekti. Bu, Beytülmaldeki mülkiyetin kişilere geçişini hızlandırıyordu. Osmanlı mülkiyet anlayışı, zaten bu değişiklikten çok önce bozulmuştu, kanuna kız evlât için giren tasarruf hakkı, uygulamada mülkiyet hakkı şeklinde anlaşılıyordu.

1847 yılı süratle toprağını kaybeden beytülmal, ve hazinesinin tamtakır olduğu görüldü. Şimdi devleti kim finanse edecekti?

“Nereden para buluruz?” sorusu ilk olarak beliriyor Defter Emini Hasan Efendi, “Ödünç alalım” diyor. Borçlanmalara karşı çıkıyorlar: “Kefereden istersek, zayıf olduğumuz anlaşılır, Fas’a yazalım”deniyor. III. Selim’in sorumluluktan uykusu kaçıyor.

1849’da ilk büyük Finans – Kapital denemesi ile karşılaşıyoruz: Şirketi Hayriye. Tam Kapitalist müessese. Sadun Aren, kapitalizmi Cumhuriyetle başlatmıştı, oysa Avrupaî manası ile kapitalizmin Türkiye’ye girişi ve başlangıcı işte bu 1849 tarihidir.

1875 yıllarında Şürâyi Devlet’ten Mehmet Fuad’ın elyazması ile karşılaşıyoruz. İlk olarak ekonomik reform ihtiyacı üzerinde duruyor. Konuyu bir Avrupalı kafası ile ele aldığını görüyoruz.

“Devleti Aliyyenin ahvali maliyesine dair risale” yazıyor. Bu risalede 1840 yıllarında meselâ Halep ilinde 10 bin kişilik “amelenin” memleket ihtiyacı için çalıştığını, oysa şimdi bu rakamın 800’e düşmüş olduğunu kaydediyor ve kapitalizme geçişin nice tahriple olduğuna örnekler veriyor.

Dirlik Düzeninden kapitalizme bu özetlediğimiz yollarla geçirirken, (19. yüzyıl ortasında) 3 yıl sonra Batıda büyük Karl Marks,1853 yılı New – York Tribune’de Türkiye üzerine yazılarını yayınlıyordu. Bu yazılarından “Türkiye’de milliyetler” başlıklı olanından birı pasaj okuyalım:

“Türkiye lejitimist (meşru hükümdarcı) Avrupa’nın hassas noktasıdır. Lejitimist ve Monarşist (tek hükümdarcı) hükûmet sisteminin iktidarsızlığı, ilk Fransız İhtilâlindenberi, daima şu cümleyle özettenebilir: STATÜKO’yu korumak, işleri tesadüf nereye koyduysa hemen hemen orada bırakmak için genel oybirliğine varmak, bir fıkaralık ilmühaberi, züğürtlük belgesidir. Hükûmetler, o züğürtlük belgesini göstererek ilerleyiş adına, medeniyet adına, her ne olursa olsun, bir parmak boyu mesafe almaya kabiliyetleri bulunmadığını itiraf ederler.” (K. M.: Eu. Politik., c. 3, . s. 7)

Devletler, politika kabuğu üstünde “Statüko’yu tanrılaştırırlar. Ne var ki, dünyanın başka her yeri gibi Türkiye de, hep aynı yerde kalmıyor. O yüzden, tam Avrupa’da gerici parti statükoyu yeniden kurar kurmaz, bir de bakılıyor ki, Türkiye’de STATÜKO, bu yol adamakıllı değişmiştir.” (Keza, 8.). Onun için:

“Ne zaman Avrupa’yı kıvrandıran ihtilâl sancıları bir ân için azıcık dindi ise, arkasından hemen ezeli Şark Meselesi’nin tekrar ortaya çıkacağı mutlak hesaba katılabilirdi.” (Keza, s. 6)

Marx’in belirttiği Türkiye’de değişiklik, antika sermayenin yerine modern Batı sermayesinin imparatorluğu köstebek gibi eşip kazımaya girişmesiydi. “Şark Meselesi” bu idi..İrili ufaklı kaç kapitalist devlet varsa, en az o kadar köstebek. Türkiye’de yuvasını yapmak istiyordu. Çünkü kapitalizm, Avrupa’da kendi ücretli kölelerini her gün biraz daha idare edemez duruma girmiş, klâsik büyük sanayi krizleri ile her 5-10 yılda bir sıtma nöbetleri geçiriyordu. Krizlerle ölmemek, işçi sınıfının ihtilâlleriyle devrilmemek için, kendi iç ufunetini dışarılara aktarmak zorundaydı. Bunun tek açıkta kalmış yolu ise, Türkiye gibi eski zengin ülkeleri haraca bağlayıp talan ederek, sömürgeleştirmek, yâni savunmasız pazar, ucuz ham madde kaynağı olarak sömürmekti.

“İşte, şimdiki (1853 yılları) Hükûmetlerin başına geçmiş bulunan beberuhiler de, o kısa görüşlü politikaları içine gömülerek, tam Avrupa’yı, hele şükür, anarşi ve ihtilâl tehlikesinden sıyırdıkları ile öğündükleri sırada, o ezeli mesele, o boyuna diri kalan güçlük: Türkiye’yi ne yapacağız sorusu, yeniden hortluyor.” (K. M.: Keza, s. 7)

Böyle, Avrupa kapitalizmi, kendi ekonomik etkileriyle, politika beberuhilerinin ne yaptıklarını bilmeksizin Çin, İran, Türkiye geniş pazarlarına ve zenginlik kaynaklarına doğru yarışıyordu. O yarı-sömürge “Hasta Adam”larının gövdelerini canavar rekabetiyle parçalarken, Türkiye’yi de zorla kapitalizm sektörü içine alıyor, bu zorlu değişiklik Türkiye’yi içinden çıkılmaz zıtlıklarla dolu bir “dış mesele” biçimine sokuyordu.

1854 yılında Kırım savaşı patlıyor. Sayın Aren’in görüşünün tersine, biz yine kesin tarih söylüyoruz. Buna “Tavşana kaç, tazıya tut” savaşı demek yerinde olur. Çarlık ve Padişahlık birbirine düşmüş. Osmanlı bir çeşit iğneli fıçı içinde. Fransa ve İngiltere’de kurtları “çıfıt”lar: “Kaç, ben kurtarayım” diyorlar.

1856’da yeniden şirket akımı ile karşılaşıyoruz. İzmir, Aydın demiryolunu İngilizler alıyor…

Sonra bu kapitalist gelişmeyi desteklemek için bankaya ihtiyaç duyuluyor; Londra’da Bank Ottoman kuruluyor.

Yabancı sermaye, garanti de istiyor. İpotek lâzım geliyor. 1857’de Muharrem “Arazi Kanunnamesi” çıkıyor. Miri toprakların idaresi mültezim ve muhsillere bırakılıyor: Kediye peynir tulumu teslim ediliyor. Eski Osmanlı Kutsal Toprak Düzeninin özel mülkiyete resmen aktarılması böylece tamamlanıyor. Bu gelişimde, tarih söylemeden olayların anlatılması imkânsız olduğu. için biz de tarihler söyledik.

Ödünç (istikrazlar) faslı 1858′de ilk olarak 4 milyon altın lira (şimdiki 600 milyon) alınması ile başlıyor. Bunlar, Türkiye’de kapitalizmin nasıl başladığına ait elemanlar. Bu elemanların nasıl araştırılması gerekir? Marx diyor ki:

“Genel olarak üretim, tekrarlamalardan kurtulmak için yapılmış bir soyutlaştırmadır. Bununla birlikte, o genel karakterin, yahut o ortak elemanın kendisi kompleksçe örgütlenmiştir ve başka başka belirlenmeler halinde çeşitlenmiştir.” (Zur Kritik, ilk.: Einleitung). .

Türkiye’de kapitalizm derken de, Türkiye üretiminin tarihsel kompleksliği gözönünde tutularak kendi çeşidi belirtilecektir. Kapital bir elemandır. Batı kapitalizmin şirket ve ödünç biçiminde Türkiye’ye girdiği günlerde Türkiye’nin de bir kapital elemanı vardı. O antika sermaye idi. Türkiye’de, eskiden beri var olan tefeci – bezirgân sermaye ile; 19’uncu yüzyıl ortasında sokulan modern sermaye birbirine karıştırılmamalıdır. Hepsi ortak SERMAYE adını taşırlar, ama, tarihsel ve sosyal çağlara göre bambaşka üretim tarzlarına karşılık düşerler. Marx’ın deyimiyle:

“O  elemanlardan kimisi bütün çağlara ait olurlar, kimisi bazı çağlar için ortak bulunurlar. Kimi belirlenmeler, en modern çağda ortak bulunduğu gibi en kadim çağ için de ortak olabilir. Onlar olmaksızın hiç bir üretim kavranılır hale gelemezdi.” (Keza).

Bu bakımdan, Şirket-i Hayriye ve İstikrazlar Türkiye’de, ondan önce var olan sermaye elemanından bambaşka bir üretim tarzının kapitalist üretim yordamının resmen ve su götürmez bir kesinlikle gelip yerleşmiş bulunmasıdır. Bunda “kuşkuya” yer kalmadığı, ondan sonraki gelişmelerle de açıklanır.

1859 yılında insanlık, bilim tarihinde en büyük devrimi yapan iki kitap yayınlandı. Bunlardan biri Darwin’in “Nevilerin Menşei” adlı eseridir. Bu eser ilk defa canlılar zinciri üzerinde hayat gelişiminin kanunlarını gayet net olarak ortaya koyuyordu. Aynı yıl Karl Marx da “Ekonomi Politiğin Eleştirimi Üzerine”yi yayınladı. O da tarih zinciri üzerinde son sözü, TOPLUM gidişinin kanunlarını açıkladı. Bu eserin önsözünün son sözü tarih yazımının realist ve idealist        metodu üzerinedir. Burada Marx, ünlü Lâtin şairinin yine ünlü mısralarını alıyor ve diyor ki:

“Tarih yazmanın bir idealist metodu vardır, bir de realist metodu”.

Çıkardığımız gerçekçi sonuçlar: “Güdücü sınıfların çıkarı önyargıları ile az bağdaşacaktır. Ama cehennemin giriş yerinde olduğu gibi, bilimin eşiğinde de, insan şöyle bir mecburiyetle yüzyüze geliyor:

“Qui si convien oğni sospetto
Ogni vilta conviyen ehe qui sia morta 
(Burada her kuşku püskürtülsün, 
Burada her korku ölsün!)

Gençlerimiz; gerçeği her arayışlarında, insan biliminde en büyük Devrimi yapmış düşünürün bu iki öğüdünü hiç unutmamalı, boyuna kendi kendilerine sormalıdırlar. Acaba doğrudan korkuyor muyum? Acaba gerçeği kuşkulu biçime sokuyor muyum? Korkuyorsam doğrudan: Boşuna bilim çalımları takınmayalım. Doğruyu hiç bir zaman bulamamaya mahkûmum. Gerçeği kuşkulu gözlerle izliyorsam: Hiç bir kesin davranışa yol açmayacak fikircilik ve tereddüt batağında boğulmaya, hiç bir keşif ve icad ışığı tutamamaya mahkûmum. Savaş meydanından çok bilim ve bilinç alanında korkusuzluk ve kuşkusuzluk zaferin ilk şartıdır.

Bu yalın kat kuralı unuttuğumuz için, Türkiye’de bilimsel güç sıfır çizgisi üzerinde dolaşır durur. Dünya ölçüsünde, insanlığın ciddiye alabileceği bir tek bilimsel keşif, icat ve doktrin öne süremeyişimiz, zekâsızlığımızdan, bilgi kıtlığımızdan değil, korkuyu alçak gönüllülükle maskeleyişimizden, ve kuşkuyu bilimsel iffet sayışımızdan ileri gelir. İki yüz yıl boyu boyuna yitirdiğimiz kuşaklar, hep kendi kendisinden veya çevresinden KORKU ve KUŞKU illetine kurban gitmişlerdir. Güdücü sınıfların “çıkarcı önyargılarından” ürkmemek, korkmamak, o önyargıların içimize işlettiği pısırıklıklar ve nemelâzımcılıklarla evham ve kuşkuya kapılmamak bilimin birinci şartıdır.

Yalnız kuşkusuzluğu körü körüne kapılmayla karıştırmayalım. Kızı Laura, Marx’a soruyor: “Beğendiğiniz us nedir?” Marx karşılık veriyor. “Her şeyden şüphe”… Marx’ın Özel Dünyası kitabımızda da işaret ettiğimiz gibi, buradaki “ŞÜPHE”: septisizm (kuşkuculuk, Zenon’kâri safsatacılık, hiç bir şeye inanmamak) değil görünüşe aldanmamak, gösterişe kapılmamaktır. Fikret’in deyimiyle: Şüphe nura doğru koşmaktadır. Dogmatizme düşmemek parlak palavralarla kamaşmamaktır. Bizde en çok karıştırılan da budur.

“Türkiyemizde 40 yıldır Kapitalizmin varlığı inkâr edilerek domuzuna KAPİTALİZM kuruldu. Şimdi “dönünce âbler, döndü dolaplar”: Son konağına varmış düzene “Özel sektör”, yok “Hür teşebbüs” gibi aklıklar, allıklar, parfümlü pudralar sürülerek, yüz yıllık bin bir yabancı sermaye odalığı yerli kapitalizmimizin iç yüzü saklanmak veya şirin gösterilmek isteniyor. Bu alanda ne denli kuşku yaratılabilirse, yurddaşın o denli “Kafadan gayrımüsellâh” edilebileceği umuluyor da ondan.

Bu belirtmeyi: “Sosyal konularda kesinlikle konuşulamaz” gibi iddialara karşı yapıyorum. Bu iddia, hep kuşkulu sözlerle yetinme davranışını dile getiriyor. Bu davranış, bilimsel iffet kabul ediliyor. Oysa bilim, kılıç gibi keskin olmayı gerektirir. Kararsızlık, bilime en az yakışır. Bir izafiyet meselesi çıkarılmış ve mutlâklık’ın karşısına konmuştur. Oysa Diyalektik, septisizm değildir. Kalite değişmedikçe, mutlak hakikattir. Ancak sayıca birikim atlama yaptığı zaman kalite (nicelik) değişir, atlayıncaya dek kaliteliğini korur.

Her devirde dargörüşle politikacılar, korkudan medet ummuşlardır. Şimdi “Temel Haklar Kanunu” da böyle bir dargörüşlülükle çıkarılıyor. Korku hiç bir zaman gelişimi ilelebet tıkayamamıştır. Olayları kuşkusuz ve korkusuz ortaya koymak bir zorunluktur. Ve iyiliktir de.. Bilginlerimiz korkusuz ve kuşkusuz olsalardı, Menderes’e iyilik etmiş olmazlar mıydı?

Kapitalizm konusu ele alınınca bunun ve Kapital’in tarifi de gerekiyor. Dün konuşan sözcü arkadaş, onu sadece teknik ve mekanik bir olay gibi izah etti. Bu izaha “ekonomik” demek büyük bir yanlışlık olur.

Diyalektik Materyalizmin insanı sadece ekonomik hayvan haline soktuğu, tamamen bir burjuva iftirasıdır. Bilimsel Sosyalizmde insan “Sosyal Yaratık”tır.

Sermaye nedir? Kapitalizmden önceki sermayeye, Prekapital, Önsermaye diyoruz. Osmanlı’nın dirlik ve kesim düzeni zamanlarındaki sermaye budur. Önsermaye kesim düzeninde egemenleşmiştir.

Modern sermaye Üretim alanında da egemen olan sermayedir. Prekapital, Modern kapitalin düşmanıdır.

Mesele bu iki terimin karıştırılışından doğuyor. Onun için neden ilerleyemiyoruz? Kapitalizm var mı, yok mu gibi konularla yüzeyde uğraşıp duruyoruz.

Sınıflı toplumun, yani medeniyetin açışını sermaye yaptı. Ama bu Tefeci-Bezirgân sermayedir. Prekapitaldir ve bu modern sermayeye tamamen zıttır.

Profesör Aren “Türkiye kapitalizme geçişte niçin geri kaldı, bilmiyorum, bilen de olduğunu sanmıyorum.” dedi. Buna Agnostisizm, “bilinemezcilik” denir. Bu ilme yakışmaz. Sosyalizm adına ise hiç yapılmaz. Bilim bilinmeyenlere doğru savaştır. Türkiye’nin konuları profesörlerimiz tarafından niçin bilinmiyor? Tabiî alıştığımız şey kitapların Avrupa’da yazıldığı Türkiye’ye geldiği ve ancak o zaman okunup profesörlerimizce bilinebildiği, öğrencilere anlatılabildiğidir de ondan. Ama bu çok acıdır. Türkiye’de yazılan, bilinenleri örtbas eder.

Tarihten öte, bir de Prehistoire var. 50 bin, yüzbin belki bir milyon yıllık. Bunun iyice aydınlanışı da Marks ve Engels zamanında yeterlice olmadı. Onlar da her dürüst bilim adamı gibi açıklamalarından fazla ileri gitmediler. Sadece yolu açtılar. Bir metot bıraktılar. Şimdi ben size kollektifçe başarılabilecek bir iş teklif ediyorum. Kapitalizm konusunu hep beraber araştıralım. 

Klâsik Batı kitapları kapitalizmin doğuşunu aşağı yukarı şöyle anlatır:

“İstanbul Türklerin elinde idi. Yüzyıl savaşı bitmek üzereydi. Matbaa icat edilmişti. Feodal dünyası (derebeylik) yavaş yavaş çözülüp dağılıyordu. Ortaçağ anarşi ve kaos’undan (mahşerinden) yavaş yavaş sahneye Modern Devletler çıkıyordu. Derken, ansızın, Eski Dünya; denizler ötesindeki altın ve baharat ülkelerini kendisine ilhak ederek büyüdü.” (Hist. du Tr. et des trav,131).

Bu satırlarda, kapitalizmin doğuş sebepleri açıklanıyor mu? Hayır. Sadece tasvir ediliyor. O tasvir de parçalı ve eksik bırakılıyör. Bugüne değin Batıda kapitalizmin doğuş sebepleri aydınlanmamış kaldı. “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme ilk geçiş: İngiltere” adlı kitabımızda o boşluğu, en çok ihmâl edilen İnsan üretici gücü: Kollektif Aksiyon bakımından aydınlatmaya çalıştık. Tarih, yâni medeniyet, Basra körfezinden kalkıp yola düştü. Umman denizinden Hind’e, İpek yolundan Çin’e giden Doğu yönelişine karşılık, Batıya yönelen dalları, Finike kıyılarından, Mısır’a, Fırat ve Dicle boylarından Anadolu’ya, oralardan önce Yunan, ardından Roma ve Karaavrupa bölgelerine yayıldı.

Bu birbiriyle sebep netice zincirlemesi bağlı olan gidişler, yâni tarihin üretici güçlerindeki gelişim olamasaydı, elbet medeniyetin İngiltereye atlaması çok şey getirmez, kapitalizmi yaratmaya yetmezdi. 

İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü dolayısıyla “Fetih ve Medeniyet” adıyla 1953’te bir broşür yayınladık. Bu broşürde Batı rönesansında Türklerin önemli rolünü belirtmeye çalıştık. Batı rönesansı diye bilinen hâdise aslında iki basamaklıdır. Birinci basamak, Haçlı seferinde Hristiyan Barbarlar tarafından İstanbul’un birinci açılışı ile oldu. Bu ilk rönesans gelgeç kaldı.

İkinci Rönesans: Osmanlıların İstanbul’u fetihleriyle başladı: Böylece, iddia ettik ki, Batı medeniyetinin doğuşu sağlanmış oldu: Osmanlıların İstanbul’u fetihleri ile başlayan ikinci rönesans, Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş tamamen cezrî bir tasfiye olduğu için, Bizanstan kopan tohumlar bir kaç kente veya bir memlekete inhisar etmedi. Hemen, bütün Avrupa’yı kapladı. O sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu:

Burada da konu, Tefeci – Bezirgân sermayenin gelişimi önlediğidir. Tefeci – Bezirgân sermayenin aşırı geliri Kapitalizme geçirmiyor. Tersine bir medeniyeti batırıyor.

Toprak meselesini halleden Horasan erlerinin başarısı, Rönesansın izahında önemli bir yer tutar. İstanbul’un fethiyle Bizans bilginleri Avrupa’ya saçılmış ve Batı rönesansına tohum olmuşlardır. İstanbul’un fethinin coğrafî keşiflerdeki yerini ise burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Akdenizi Türkler tıkayınca Hindi Atlas denizinden aradılar.

Tarihte “rönesans” çok tekerrür etmiş bir olaydır. Bilimsel Sosyalizmin tarih görüşünü, Devrim hâdisesi belirler. Sosyal devrimlerden, önce de devrimler vardı. Bunlara tarihsel devrimler diyoruz. Tarihsel devrimde tümü ile bir medeniyet yıkılıyordu. Avrupa’da böyle olmadı, Kapitalizme geçildi. Bu nasıl oldu?

Elbette ekonomik münasebetlerle ilgili bir olay bu. Ancak Marks ve Engels, Modern Toplumu incelemişlerdi. Kapitalizm baş döndürücü bir teknik değişiklikler çağıdır. Kimi “Marksistler” buna bakarak tarihi güden tek önemli güç tekniktir sandılar. Bu yanlıştır.

Tarih, Mark-Engels’in de yer yer belirttiği gibi. “Üretici güçler”le gelişir. Üretici güçler ise, ikisi maddî ikisi de moral (daha doğrusu: İNSANLIK) olmak üzere dörttür:

1- Coğrafya, 2- Teknik, 3- Tarih, 4- İnsan.

Kapitalizme ilk olarak İngiltere’de geçilmiştir. Bunun, İngiltere’nin coğrafi estüerli nehirlere malik olması ile açıklanması yanlıştır. Estüerli nehirler Çin’de de vardır.

İnsanlığın İngiltere’deki sosyal devrime sıçrayışının Teknikle izahı da yetersizdir. Zira matbaa, top, vs. çok öncesinden beri biliniyordu.

Geriye tarih ve İnsan kategorileri kalıyor. Soru şudur: Tarih nasıl oldu da getirdi, İngiltere’deki İnsana
modern kapitalizmi kurdurdu? Burada elbette tarihin bütün olarak gelişimi içinde kapitalizme doğru
atladığı basamaklar gözönüne getirilecektir. Antika tarih basamaklarda İnsan unsurunun durumu daima tayin edici bir rol oynuyor. O İnsan ki, bütün izahlarda daima unutulmakta, yahut sele kapılmış saman çöpü sayılmaktadır.

İngiliz Magna Carta’sını Batı medeniyetinin önemli başarılarından saymakta herkes müttefıktir. Magna Carta davranışı kapitalist insan haklarının gelişiminde temelli bir eylemdir, zira o sayede “Kral kanunun altındadır.” Ve herkes gibi kanuna uymaya mecburdur. Böylece İnsan hakkı, hürriyet ve saygısı evrensel kanun olarak tanınmış, yerleşmiş oluyor.

Bunu meselâ Fransa ile karşılaştırırsak,orada İngiltere’dekinin tersine müstebit krallar görüyoruz. Neden?

Çünkü İngiliz insan üretici gücü, barbar aşısı ile sık sık tazeleniyor. İngiliz insanının ,medeniye bezirgânlığı ile dejenere edilememesi., ilkel sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin yaşatılmasını, sürdürülmesini sağlamış oluyor. Modern demokrasiye ilkel tohumlarını veriyor.

İngiltere’de Magna Carta bir geleneği yerleşirken, Fransa’da Barbar geleneğini yitirmiş olanlar, derebeyler saraya teslim oluyorlardı. Fransa Doğu despotluğu çukuruna yuvarlanıyordu. Çünkü kara Avrupa’sı, İngiltere kadar sık sık ve yaman barbar aşıları yememişti.

İngiltere’de aşiret ağaları, lordlaştı, burjuvalaştı, bir çeşit halklaştı. Lord yarı burjuva, yani toprak sahibi oldu. Fransa’da ise derebeyler kapıkululaştılar. Derebeylere karşı kral halkla birleşti. Fransa’nın kapitalizme geçişte İngiltere’den 100 yıl sonraya kalışı bundandı.

Bu konuları Türkiye’de kapitalizme geçişin neden olmadığı, neden geç ve belli şekilde olduğunu incelemeye geçişte bir ışık olmak üzere özetledik.

Bizde Magna Carta geç ilân edilmiş ve güdük kalmıştır. III. Selim ve Alemdar Mustafa Paşa’nın ilân ettiği sened-i ittifak tıpkısı ile İngiliz Magna Carta’sıdır. 7 maddeden ibarettir.

Tarihi zabıta romanı ile karıştıran kimi hevesliler, her önemli tarih olayı gibi Sened’î İttifak‘ı da anlayamamışlardır. “İttifak”: “Vükelâyi devlet beyninde ve taşra hanedanları meyanında” yapılmıştır. Şartları: Yedi tanedir. 

2’nci madde: “Asker ve er yazıp tertipleme, hepimiz arasında konuşularak mecliste verilen oyların birliğiyle alınmış kararlara göre düzenlenir.

3’üncü madde: “Gerek Müslümanlar malevinin ve gerek devlet gelirlerinin korunmasına kim karşı korsa hep birden tespit edilir.”

5’inci madde: “Her kim fukaraya zulüm ve düşmanlık yapar ve temiz Şeriat’in yürütülmesine karşı kor ise, onun dahi ezilip eğitilmesine elbirliği ile çalışır.”

6’ncı madde: “Ocaklardan ve başkalarından herhangi bir fitne ve fesat olursa. Ocak ise, ocağın kaldırılmasına. Sınıf ise kahr ve tenkil ve dirlik ve esâmilerinin kaldırılmasına, kişi ise HER NE TABAKADAN OLURSA OLSUN tehkikle idam edilmesine hep İstanbul’a gelip karar verilir.”

7’nci madde: “Fukara ve çiftçilerin (reâyânın) korunup savunulması esas olduğuna göre… âsâyiş ve vergilerde ılımlılık hususuna dikkat olunmak lâzım olmağın, zulümlerin ve sataşmaların ve vergilerin kaldırılması hususuna vekelâ ve hânedanlar aralarında konuşarak ne yolda karar verilir ise onun devam ve istikrarına” bakılır.

Bu hükümler İngilizlerin Magna Carta’larından az hükümdar kısıtlayıcı değildir. İttifak’ı imzalayan “Vezirler (Mülkiye), Ülema (İlmiye) ve Rical (Kalemiye) ve gerek Hânedan (Taşra ağaları ve bilcümle Ocaklar (Seyfiye) ki topu 25 kişiydi. İngiliz Magna Carta’sını imzalayanlar da, tuhaf bir tesadüfle, ne fazla ne eksik,tam: 25 şövalye olmuştu. Ayrıca: “Yüce Devletin öteden beri Usul, Nizam ve Kanunu ve Tüm Padişah buyurultuları, içeride, dışarıda bütün erkân ve Vükelâ’ye MAKAM’I VEKÂLET’Î-MUTLAK’dan sudur etmek sureti olmağla” deniliyordu. Yâni tıpkı parlamenter krallıkta olduğu gibi hükümet ve idare doğrudan doğruya başbakanlığa düşüyor. Padişahın bir emri olursa, onu da başbakan kanalından geçirmesi gerekiyordu.

Bu kadarı, bir kalemde Osmanlı padişahlığını modern burjuva devletine çevirmek oluyordu. Ve bu değişikliğin uygulanması, padişaha dahi yükleniyordu: Sened’i İttifak’tan birer nüsha: “Tâclı Yüce Katta saklanmakta olup, daima ve kesintisizce yürütülmesine Şevketmeâb Efendimizin kendisi nazâret’i saniyeleri tâm ola vesselâm” deniliyordu belgede…

Biçimce hemen hemen aynı olan Magna Carta ile Sened’i İttifak arasında ne fark vardi? 1- Magna Carta’nın ardında, bir alanda toplantı yapmış yüzbinlere yakın İngiliz yığınları ayakta ve silâhlı bekliyorlardı. 2- Magna Carta’yı imzalayan, en ufak bir ihanet önünde hemen yalın kılınç kellesini sözü uğrunda torbaya koymuş şövalyeler (Alpler: Gaaziler) yâni yalan dolan bilmez barbar şetlerdi… Alemdar’ın karşısında imza koyanlar, Bizans hilelerinde kırışkın kapıkulları idiler. Peşinde gelip İstanbul’u basanlar çapul ülkülü iyi gün dostlarıydılar.

Bu olaylar keşif ve icat yapanların başlarına gelenleri gösteriyor. Bu Tefeci sermayenin teşebbüse karşı oluşunun sonucudur.

Tefeci böyle davranıyor. Kapitalist ise keşfe el koyuyor. Çünkü o üretimde, kâr arıyor. Tefeci-Bezirgân Ali’nin külahını Veli’ye diyerek ticaret kârı faiz peşinde. Üretimle ilgisi yok. Yedi bin yıllık tarihi bunu gösteriyor.

Sosyal olaylarda da bir rezonans söz konusu oluyor. Meselâ bir radyo, havadaki dalgalardan ancak kendine uyan dalgayı alabiliyor ve alıyor. Bir toplum da dışında cereyan eden olaylardan ancak kendi ile uyan olaylardan etkilenebiliyor.

Bunu bizim Batı’dan ne aldığımızın izahı için kolaylık olması bakımından belirtiyorum. Kapitalizmin iki sathası var: Biri Serbest Rekabet, Öbürü, ya da İkincisi Finans – Kapital safhası. Finans – Kapital safhası, serbest rekabetçiliğin tersine tekelci bir safha. Bu: Batı kapitalizminin çöküş safhasıdır. Böylece, Osmanlı Batı’ya yöneldiğinde, demek oluyor ki, çöküş halinde olan iki toplum birbiri ile temasa geliyordu. Buna sosyal rezonans diyoruz. Yerli tefeci sermayemiz ile Batı’nın Finans – Kapitali kaynaşıyorlardı. İşte Batı’ya yönelişimizin bilimsel determinizmi, geri kalmış ülkelerin kaderi olarak böyle işliyordu.

İşte Türkiye’de kapitalizm, bu determinizm içinde, bu tarihi aşamalardan geçerek gelişmiştir.

,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir