Türk Solu – Sayı: 75, 22 Nisan 1969
Türkiye’nin sosyal sınıf yapısını, kitap satırlarıyla 19. yüzyıl modeline uydurmak isteyenler, KANLI PAZAR’dan sonra, ORTADOĞU T.Üniversite baskınından sonra yeni bir ŞOK geçirmiş olsalar gerektir.
500 Jandarma, 1500 toplum polisi, gece karanlığında Üniversite basıyorlar. Önce 4 nöbetçi, sonra 40 işgalci “YAKALANMIŞTIR” diyor hür basınımız. Dağbaşında mı “yakalanmışlar”? Hayır. Kendi Üniversitelerinde… Ve: “Daha yukarıdaki Yurt binasında bulunan 500 kadar öğrenci saat 6.30 sularında topluca kafetarya binasının önüne gelmişlerdir.” (14 Nisan 1969)
2000 silâhlı Komando, içeride: “Benzine bulanmış tuvalet kâğıdı” ile
“Barikat yapılacak süpürgeler” bulunca, utancından o “suç belgeleri” arasına bir de soğan bıçağı katmaktan kendini alamamış.
Bu “Baskın” bize neyi, bir daha ıspatlıyor? Türkiye’deki “BASKI” düzeninin 13. yüzyıldaki biçiminden çok ötede 20. yüzyıl biçimine dönüştüğünü. Nasıl? Bunu anlamak için hangi top ateşi hazırlığından sonra, Sükan arslanlarının taarruza kalktıklarını ibretle izlememek elden gelmiyor.
Ortadoğu Üniversitesi kimsenin kulağına yabancı gelmiyor. Kısa bir süre önce, o Üniversite binası önünde bir otomobil yakılmıştı. Otomobil, eski CIA ajanı Amerikan Büyükelçisi Komer’in. Otomobil yanarken, Komer, Üniversite rektörü Kurdaş’la kıkır kıkır gülüşür pozda densiz bir fotoğrafla suçüstü yakalanmış gibiydi.
Bugün aynı Üniversitede, aynı olayın devamı ile karşı karşıyayız. Bu “DEVAM”: 19. yüzyılda geçseydi nasıl olacaktı? 20. yüzyılda geçince nasıl oluyor? Olaylarda her Türkün ibretle üzerine eğileceği nokta budur. Bu noktayı az açıklamak: KOMPRADOR BURJUVAZİ ile FİNANS-KAPİTAL arasındaki yaman ayırdı gözümüze batıracağı için ilginçtir.
19. yüzyılda Türkiye bir SALTANATTI. Ama, Türkiye’de görünen sultan “ABDÜL”ler kuklaydılar. Gerçek sultan DÜYUNUUMUMİYE SALTANATI idi. Bu diyarşi (bir ülkede iki Devlet) sınırları, bütçeleri ve askerleriyle besbelli ve apayrı idiler. Karakaplı kitapça lâf edenlere göre: Düyun’u Umumiye Saltanatı: “YABANCI KAPİTALİSTİLER” ile, onların “YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ” arasında düzülü bir kumpastı. Yerli işbirlikçilere KOMPRADOR deniyordu. Doğru.
Şimdi 20. yüzyılın 70’inci basamağına merdiven dayıyoruz. Türkiye bir CUMHURİYET’tir. Politika doruğunda sultanlar değil, “CUMHURBAŞKANLARI” oturur. Politika kabuğu altında ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve ilh. alanları “FİNANS-KAPİTAL SALTANATI” egemenliğine girmiştir. Diyarşi yok, monarşi (bir ülkede tek Devlet) vardır. (Başında Monark: Hükümdar olmuş, olmamış, hepsine alıştık). Karakaplı kitaba göre lâf edenlere göre: Finans-Kapital Saltanatı: “YABANCI KAPİTALİSTLER”le (EMPERYALİZN ile), gene onun “YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ” arasında düzülü bir kumpastır. Bu işbirlikçilerine de solcularımız gene “KOMPRADOR” adını veriyorlar. Bu yanlış.
Kitapçıl sosyalistlerimize bakılırsa, geçen yüzyıl boyu, arada Kurtuluş savaşı da geçirildiği halde: Sosyal Sınıf Yapımız için güneşin altında yeni bir şey olmamıştır. Saltanat zamanı da, Cumhuriyet zamanı da: Türkiye’ye Yabancı Sermaye ve İşbirliçileri egemendirler. Ya “ATATÜRK DEVRİMLERİ”? O zaman da, Sosyal Dağın tepesine doğru tam tırmanıyorduk, ki Atatürk ölünce, ayağımız kayıp kıçüstü yere düştük:.. Sizin anlıyacağınız, yapılan “Bilimsel SOSYALİZM” şemsiyesi altında ALPİNİZM (Dağcılık sporu)!
Bu kolay teorisyenliğe, en son Ortadoğu T.Üniversitesi ohayları kadar havaya uçuran yeni bomba olamaz. Bir Büyüklerin Büyüğü Devlet Elçisi otomobilinin ateşe verilmesi, dünyanın her yerinde her gün olağan şeylerdendir. Ancak Türkiye’de aynı olay 19. yüzyıl boyu ne gibi sonuçlar veriyor?.. Onu birkaç sözle gözönüne serebilirsek, “KOMPRADORLUK” ile “FİNANS- KAPİTAL” arasındaki yaman ayırt, — hiç değilse annlamak istemeyenler dışında, — epey aydınlığa kavuşabilir. Ve yüzeyde de kalsa, son gerici “BASKIN”ların hiçbir faydaları olmasa, bu noktayı ışığa kavuşturmaları az buz yararlı sayılamaz.
19. yüzyıl Türkiyesinde bir Elçinin Otomobili (ister kendi görünmez eliyle, ister başkasının görünür eliyle) yakılsa, neler geçerdi? Büyük Elçi, hemen o gece yarısı Bâbıâli’yi “BASARCA”, Sadrazamı yatağından karşısına kaldırır. Yahut Ulu Sultanın yüce katına Yani bey, Mıgırdıç efendi, Mişon çelebi adlı, kavaslıktan Kompradorluğa terfi ettirilmiş, çorbacısını gönderirdi. Öyle bir ültimatom dayatırdı ki, yer yerinden oynardı. Halife-Sultan, günlerce, gözleri yaşlı, bağırları taşlı nazırlarıyla yemekten içmekten kesilirdi. Şu Allahın belâsı tersliği bir kanlı Savaş, yahut İhtilâl çıkmaksızın nasıl önleyebileceklerini Şeytan dahi bilemezdi.
Zaten maksat otomobilin yanması, yanmaması değildi. Suyu bulandırmış olsun, olmasın: kuzu yenilecekti. Kuzuyu yemenin de başka yolu yoktu. Nicelik ve nitelikçe: Türkiye’yi Komprador Burjuvazi kanalından sömürmek başka türlü olamazdı. Kompradorların çoğunluğu, evvel ezel “ecnebi” sayılan, halkın “götüboklu gâvur” dediği levantenlerdi. Onların karşısında, Yarı- sömürge Türkiye’nin bütün sosyal sınıfları, tabakaları, bütün ekonomi, politika, kültür adamları ve başta “Essultan ibn’issultan Haan” gelmek üzere çerisi, çobanıyla tüm “Erkân, ümera, zabitân” (Devletliler, Komutanlar, Subaylar) hep, — “El hamdülillâh! — müslüman “ÜMMET’İ MUHAMMED” idiler.
“Gâvur”” yahut “Çıfıt” taifesi yanlarına, (tıpkı şimdiki Tahtakale çorbacıları gibi) hammaldan başka Türkü sokmazlardı. Başlarına birşey geldi mi, Avrupa’daki firma efendilerine haberi uçururlardı. (O Emperyalist Devletin İstanbul’daki Elçisi veya Konsolosu açık, seçik (şimdiki gibi üstü kapalı değil) kapitülasyon kurallarıyla, Bâbıâli’de kırmadık can, cam ve çerçeve bırakmazdı. Ekonomice teslim almak için Paris, Londra Banka ve Şirketlerini, Galata Sarraflarını Hazineye musallat ederlerdi. Politikaca teslim almak için: ya dışardan (Moskofu, Nemseliyi), ya içerden (Yunanı, Sırbı, Bulgarı, Ulahı, Arnavudu, Kürdü, Ermeniyi, Arabı) kışkırtıverirlerdi. Türkün üzerine üzerine.
Başka türlüsünü yapamazdı. Yabancı sermayenin KOMPRADOR BURJUVAZİ’den başka tutamağı yoktu. Komprador Burjuvanın da tutamağı, Türk milleti değil: doğrudan doğruya “YABANCI” Firmalarla, birbirine kedi köpek olmuş “YABANCI” Devletler idi.
Gerçi, her zaman olduğu gibi, Beyden, Ağadan, Paşadan, Efendiden satın alınmış sürüyle “İngiliz muhibbi”, “Fransız sever”, “Ameriken dostu” casuslar bütün subaşlarını keşmişlerdi . Bizli kapaklı Farmasonluk yahut Tarikat teşkilâtları yurdu ağlarla sarmıştı. Ama, bu sonraki “DEMİRAĞ”lar, “KOÇ” Holdingleri değildi. Türk milletiyle hiçbirinin yabancı Firma ve Devletlerden fazla ORGANİK bağları yoktu. Hepsinin adları üstünde: “CASUS” idi. Hiçbirisi dörtyüz dirhem müslüman, ham sofu “Ünmet’i Muhammed” kılığına girmedikçe tutunamazdı.
19.cu yüzyılda, Tefeci-Bezirgân yok muydu? Tümenle. O Antika çağ yadigârları bile, Sultan adlı Çobanın bekçi köpekliği bulunmasa, yüzde yüz güvenle elde tutulamazdı. Eşrafıyla, âyanı ile Türk milletinin (daha doğrusu Müslüman Ümmetinin) hemen hemen bütünü SU gibi altta; Kompradorlarla Efendileri, yabancı ajanlar ve Devletler ZEYTİNYAĞI gibi üstte kalıyordu.
Komprador burjuvazi Türkiye’nin belli başlı: İstanbul, İzmir, Selânik gibi tek tük şehrinde, Kalküta veya Şanghay’daki Avrupalı mahallelerini andıran sınırı belli semtlerinde yaşayan ayrıcalı bir bölüktü. Türk milletinin hiç bir sınıfı, zümresi ile içten ve sürekli kaynaşamazdı. Türkiye’den ancak birkaç sarhoş subayla, beş on hafiye külhanbeyi, zil zurna sarhoş olmak için İstanbul’un “BEYOĞLU” semtine, İzmir’in “FRENK MAHALLESİ”ne, Selânik’in “KULEDİBİ” ne ara sıra “yolunmak” için sırnaşırlardı. Gene de, memleket gibi belden aşağılarını da sağdırdıkları Kompradorların, küçümseyen bıyıkaltı sırıtışları önünde, dilleri bir karış, özentileri ve başlarındaki fesin utancı ile yılışır kalırlardı.
“Muhammed ümmeti” çürüyen bir vücuttu. Komprador burjuvazi onu emen kanser. Komprador KANSER’in içine Türk-Müslüman “hücreleri” de katılabilirdi. Ne var ki onlar, daha katılır katılmaz “Milletten” kopar, soysuzlaşır, levantenleşirdi. Ya zirzop derebeği artığı “MİRASYEDİ”, yahut Türk olduğunu “keşf” ettirmemek için kanteri döken burjuva melezi çıtkırıldım “ZÜPPE” olarak damgalanırdı.
Onun için, Mustafa Kemal, yerli-milli burjuvazi adına Zaferi tescil eder etmez, Türkiye’nin o Lokalize Komprador Kanserini nispeten kolayca, bir bıçakta ameliyat edip temizleyiverdi idi.
Bugün, Türkiye’ye egemen FİNANS-KAPİTAL zümresi hiç de öyle, zeytinyağı ile su gibi milletten AYRILMIŞ bir ustura vuruşu “TRAŞ” inkılâbı ile “Devrime” uğratılacak bir “Lokalize” (mevzii) UR değildir. Konuyu basitleştirmek için hekimlikten örnek alalım. Deride mevzii bir kanseri, acemi operatör bıçakla kabaca kesip attı mı, iş bitmez. Ameliyat yerinde
kızıl ve ak kandamarlarının açık ağızlarından vücuda (kazınıp atıldı sanılan) kanserin hücreleri girebilir. Bu kanser hücreleri, vardıkları iç organlarda “Metastaz” -denilen tohum atmalarını yapar.- O zaman, derideki lokalize kanserle kıyaslanamıyacak ağırlıkta “inonerabl” (ameliyet kabul etmez) habis urlar alır yürür.
Finans-Kapital: eski lokalize Komprador burjuva kanserinin, millet yapısı derinliklerine metastaz yapmış habis ura benzer. Finans-Kapital kanserinin nasıl metastazlar yaptığına en son örnek Ortadoğu Üniversitesi olaylarıdır.
Üniversite önünde Elçilik otomobili yanarken Komer niçin o denli, – Nâzım Hikmet köşeleri yapmış, – Kurdaş’la can cana en keyifli kahkahalar attı? Elçi, 19. yüzyıl modelinde Türkiye’ye geceyarısı ültimatom çekmek şöyle dursun, geçmiş olsuna koşan gazetecilere bile “karın ağrısı” demedi. Çünkü, Elçi Türkiye içindeki “metastaz”larından emindi. Adalet Partisi, yanan eski otomobilin yerine gıcır gıcır yenisini Büyük Millet Meclisindeki Partilerin utangaç oylarıyla sağlayıp özürler dileyecekti.
Adalet Partisi torbada keklikti. Mesele başkaydı. CIA’nın “PENTAGONİZM”i asıl başka fırsatları kolluyordu. Gençlik, ikide bir Amerikan 6. Filosunu tefe koyup, Türk milletine “Amerika mandası”nı 40 yıl önce Sivas Kongresinde hasıraltı eden Mustafa Kemal’i hatırlatıyordu. Ya afyonlanmış halk yığınları ayıkırsa? Ötede, şu sekseninden sonra “ORTANIN SOLU” sazını çalan İnönü Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi ile Ordu ve Bürokrasi çevresi İkinci Kuvayımilliyeciliği (Demokratik Devrimi) ciddiye alırsa?
Öyleyse ne yapılacaktı? Önce HALK yığınları ile Gençlik arasına KAN sokulmalı idi. Dolmabahçe’ye bakan Amerikan Donanması önünde secdeye kapanmak hiçte “dini siyasete âlet etmek” olamaz. İşsizlik ve açlık beynine vurmuş kuru kalabalık içine, Şirket, Belediye, Devlet kapıkulu 25’er liraya tutulmuş on onbeş fedai saldın mı, kolay. Allahuekber’li ısmarlama Toplum Namazlarından sonra insanları hayvanlara yediren Bizans sirkleri bulunmaz açıkhava tiyatrosu olur. Nurcu Komandolar, Keş’çi “Ergenekon arslanları”.. Derken Kruşçof’un “Çelikten tabutlara çevrilir” dediği “Yenilmek bilmez Armada” 6. Filo “ZİYARET HAKKI”nı kullandı. Ve Amerikan helikopterleri altında, Pentagon kurmaylarının plânladıkları KANLI PAZAR trajedisi: bütün senaryoları, stratejileri, taktikleri, parolâları, muştaları, hançerleriyle Taksim meydanında oynandı. 19. yüzyılda bir gâvur uğruna böylesine açıkça “hey hey”li Müslüman Haçlılar Seferi olamazdı.
Kalıyordu: “ORTANIN SOLU”. İnönü Türkiye’nin De Gaulle’ü idi. Ama, önce De Gaulle “Kendi kendisini yapan adam” idi; sonra Türkiye Fransa değildi. Ayrıca İnönü İkinci Emperyalist Evren savaşında “Bize zeki değil, itaatlı gençlik lâzım” demişti. Ayrıca bizim “De Gaulle”ün bir de “tükenmez” FOBİSİ vardır: “AŞIRI”! Kırk yıldır, Finans-Kapitalin Türkiye’yi Amerikan mandasından beşbeter kurbanlık koyun gibi Amerikan ÜSSÜ yapması “Aşırı” sayılmadı. Parayla tutulmuş katillerin, Amerikalı zamparaların Türk kızlarıyla rahat eşleşmeleri için, Tekbirler kopararak polisin yardımıyla adam bıçaklamaları ve kol gezmeleri “Aşırı” sayılmadı. Polis zindanlarında işkence yapanlar değil, sırf maaş karşılığı olmaksızın halk sever oldukları için o işkencelere uğratılanlar: “AŞIRI” sayıldı… Netice hepimizin gözleri önündedir.
Komer (CIA) o ısmarlama FOBİYİ gelenekleştirmiş kimi CHP kodamanlarını kendisinden Önce Amerikan kâbesinde Hacılığa çıkarttı. Gittiler, derslerini gördüler, geldiler. 12 Nisan günlü Ulus’ta şu bildiriyi yayınladılar:
“Yüksek tahsil gençliği… asıl amaçlarından saptırılmaya başlanmıştır.” Sıkı geldi “DEMOKRASİ” ağalarımıza. “Baskı”, “Demagoji”, “Şantaj”,
“Zorbalık” varmış. Kimden? Bildiriye göre: “Anayasaya aykırı baskı kanunları getiren” İktıdardan değil: o kanunsuzlukları gerçek demokrasi hak ve görevlerini kullanarak protesto eden Gençlikten geliyormuş.
Dahası var: “İhtilâlci sosyalistlerden bile yararlanmayı mübah sayacak kadar sorumsuzluk içinde”imiş… Kim? Gene İktıdar: Anlaşıldı mı? Yani CHP “Merkez Yönetim Kurulu” ile “Üniversiteden bazı”ları (aralarına yasak savma kabilinden olsun bir tek CHP’li Genci almaksızın) bir gece yarısı, İktidara resmen şu yuf borusunu çalıyor “Ne duruyorsun? Gençliğe saldır. Yoksa sen de ihtilâlcisin!” Gençliğe karşı pis bir bomba patlatılmıştı.
Ertesi (13 Nisan) günlü Ulus bombanın kokusunu ,daha bir açıkladı. Finans-Kapitalden belki bir avantalı iş, veya seçim, geçim külâhı uman bir avukat “AŞIRI SOL”a ver yansın etti. Başlık: ““ZORBALIK”, “AŞIRI SOL”; Büyük hizmetlerle kendini yurduna adamış bir Üniversiteyi temelinden yıkmak istiyormuş. Oysa, gençlik, Emperyalizmin Ortadoğuda “bilimcil” casusluk üssü yapmak istediği ODTÜ’yü millileştirmek istiyordu.
CHP organı Ulus’ta, besbelli bir CHP düşmanı kaleme göre: “Daha önemlisi iktidarın bütün geçenlere seyirci kalıp devlet otoritesinden şüphe duyuracak kayıtsızlığı” imiş. “İktidar Ortanın Soluna korkuyla karşı çıkacağına kanunları uygulamalı” imiş… Bu, açıktan açığa, kötü bir CHP borazanının Toplum Polisini Gençliğe karşı saldırıya geçirtme borusuydu. Sükan hortumuyla sırıttı.
O gün, “KURDAŞ (Komer’in Omuzdaşı), Valiliğe gönderdiği yazıda İŞGAL
ve ZORBALIK hareketlerinin milyonlarca lira deşerindeki egitim araç ve gereçlerine el koydüklarını‘” bildirdi… Gözden kaçmıyor: CHP’nin bildiri yuf borusunda “ZORBALIK”, Ulus kalemnşöründe “ZORBALIK”, Rektör provokasyonunda “ZORBALIK”: Adamlar birbirlerinin ağızlarına tükürmüşler. Birbirlerinden aktardıkları sözcüklerde bile değişiklik yapmayacak denli kaba kapıkuludurlar.
Oysa, bu efendilerinin hepsi de: “İŞGAL” dedikleri protestonun ÇARŞAMBA günü biteceğini biliyorlardı. Kendiliğinden medenice kalkacak bir durumu illâki Polis zoruyla yokuşa sürmek “ZOMBALIK”ın tâ kendisi değil miydi Onların maksadı: Gençliğe gözdağı vermek, CHP’yi Gençlikten boş düşürmekti.
Daha ertesi günü (14 Nisan), Ulus, özlediği “ZORBALIK” ı muştuladı :ODTÜ eşkiya basılırca basılmıştı. Amerikan usulü (PARA – ZORBALIK) karışımı kulis ve Adliye provokasyonlarıyla, birkaç zavallı züğürte Turizm tellâllığı yaptırılma kertesine düşürülen dolar kurbanı TMTF adına biri “ZORBALIK”ı şöyle haklı çıkartmaya çalışıyordu Ulus’ta:
“Binlerce yüksek Üniversite gencinin istikbali beynelmilel uşakların ideolojik maksatlarına terk edilemez!”
Washington Pentagonizminin “BEYNELMİLEL UŞAKLARI”, Finans-Kapital kıyma makinasını, – hiçbir “Yabancı elçi” yahut “Gâvur parmağı” ortada görünmeksizin, – böyle “içten” ve kendiliğinden işletebiliyordu.
O zaman neyi öğrendik? Bütün Öğrenci Birlikleri ve Asistanlar: Üniversiteye giren Polisin “YAĞMACILIK” ettiğini açıkladılar. “Milyonlarca lira değerindeki” nesneleri polis yağma etsin, kırsın, döksün. Ama, Üniversitenin ÇALIŞAN yığınları, millet yararına en verimlice koruyup işletmesin: Yarı sömürgeleştirilmiş bir ülkenin Finans-Kapital saltanatı bunu istiyordu. “Gâvur” taş atıp kolunu mu yoracaktı?
Olay bu. Burada en acıklı gelen şey: İnönü gibi tecrübeli bir Milli Kurtuluş Savaşçısının, nasıl kündeye getirili getiriliverdiğidir. CHP, her zamanki küçükburjuva kitlesinin yalpalayışı ile, ülkücü gençlikten ipini koparıyordu. CHP’de yeni “İntihar Ekipleri”, miskin seçim ütopyasıyla, direksiyonu ele geçirme provokasyonundaydı.
Kendi düşen ağlamaz. Biz CHP’ye henüz bel bağlamış milyonlarca fukaranın bu deneyden yararlanışını önemli görürüz.