
23 Ocak 1968 tarihli bu yazı, Türk Solu gazetesinde yer alması için hazırlanmış, bununla birlikte gazetede yer almamıştır. Bu yazının yayınlandığı tarihte, derginin 10. sayısı yayınlanmış olup, Kıvılcımlı’nın bir başka yazısı yer almıştır.
TİP liderlerini biraz da biz destekleyelim. İstedikleri mâlum: “Eski Sosyalistler” kendilerini ne denli istemezlerse, Hegel’in “Bürgerliche Gesellschaft: Burjuva Toplumu” dediği “katlar” onları o denli arkalayacaklar, yükselteceklerdir “prensibinden” yola çıkmışlardır. O yolda kendilerinden yardımlarımızı esirgemeyelim artık
ÖNCE METOD, GENE METOD; BİR DAHA METOD!
Biz aydın dedikleri okuryazarlar tuhaf balıklarız: eski deyimle “Derya içreyiz, deryayı bilmeyiz.” Ve içinde yüzdüğümüz gerçekler denizini içimizden birisi keşfetti mi, ona ya öldüresiye düşman kesiliriz, yahut ölesiye kul… Bu uğuda olmadık marifetler göstermeye bayılırız. Ve tuhaf marifetlerimizin en önemlisi spekülâsyon dedikleri imtiyazımızdır.
Aksi gibi, uğrunda can vereceğimizi haykırdığımız HALK ise, hiç spekülâsyon bilmez. Halkımız olağanüstü somut gerçekçidir. Aydınlar somut gerçeği red ve inkar ederler, demek istemiyoruz. Tam tersine aydınlarımızın her gün, en çok lafını ettikleri şey: somut gerçeklerdir. Ancak bir düşünmeye veya davranmaya kalkışmayagörsünler. En somut gerçeği: spekülâsyon tozu dumanı ortasında boğarız. Aradığımız doğru burnumuzun dibinde bize dilini çıkarmaktadır. Biz Körebe oyununda gözleri bağlı çocuk oluruz. Hakikati bulacağız diye, olmadık sapa köşe bucakta kendimizi yitiririz. İlla spekülâsyon yapacağız. Yoksa doğru dürüst düşünmekten hasta oluruz.
Spekülâsyon nedir? Madde işlerinde, yâni Ekonomi alanında Speküâsyona bezirganlar “HAVA OYUNU” derler; halkımız “VURGUNCULUK” adını takmıştır. Mâna işlerinde, yâni kültür ve düşünce alanında spekülâsyon: soyutça düşünmeye verilen addır. Olayları, gereksiz bulduğumuz kimi giysilerinden soyup soğana çevirmeye: “Soyutlaştırma” denir. Soyutlaştırmak, anlamları çıplacık edip gözlemek mutlak kusur mudur?
Hayır. Toplum bir mahşerdir. Kimi olaylara ve düşüncelere öyle çok gereksiz giysiler giydirilmiş, öyle örtülerle çuvallamalar yapılmıştır ki, onları çırılçıplak etmedikçe anlamamız imkansızdır. Ama bir de var ki, gerçeği soyutlaştırıyoruz diye: derisini yüzer, kolunu bacağını budar ve en sonunda öldürür bırakırız. Aydınlar kitaptan hayata geldikleri için, kitaplar ise, – hele bizde, hele bizde – yalnız sosyal gerçekleri soyutlaştırma bahanesiyle işkenceye uğratıp tanınmaz hale getirmek için yazıldığından ve öyle okunduğundan, aydın kafalarımız, iflâh olmaz softa kafaları Şeytanın kuyruğundan daha iğri üğrü kılıkta eğitip bırakmıştır.
Demek kabahat spekülâsyon ve soyutlaştırmadan çok: bizim onu yapışımızdadır. Metoda, daha doğrusu (metot hiçtir, metottan bin kez fazla) metodu kullanmayı bilişe bağlıdır. En çok, hepimizin adım başında tökezlediğimiz yer: dünyanın en doğru metodunu, en berbat biçimde kullanıp rezil edişimizde toplanır. Diyalektiğin bizde başına getirdiklerimiz, sosyalizmin başına getirdiklerimizin özetidir.
Kimisi hanımı giyinik sever, kimisi soyunuk: o zevk meselesidir: sosyal savaş zevk meselesi değildir. Diyalektik düşünce, değil Marx’ta, Hegel’de bile gerçek olaylardan kopuşmamayı birinci şart sayar. Diyalektik soyut düşünce: olayların “Ana halkasını yakalayıp, zincirlerini sürüklemek” amacını güder. Öylelikle, bir sürü tekrarlamalardan, ikinci kerte ayrıntılarla oyalanmaktan kurtulunur. Bir de metafizik soyutlaştırma vardır. Onun bile yerinde kullanışı yararlı olabilir. Ancak bizde üniversite allâmeliği egemendir. Bin bir dereden su getirip asıl konuyu sudan laf kalabalığı arasında boğuntuya düşürürüz. Yahut pek keskin ve ödlek burjuva filozofları vardır. Herkesin kıldan inceliklerle dalga geçemeyeceğini bilirler. Olayların görünen gerçekliğinden som karakterlerini birer birer yok ederler. Bu çeşit metafizik soyutlaştırmaya da spekülâsyonlara isterseniz borsadaki bezirgânları hatırlayıp “düşünce hava oyunu” diyebiliriz. İsterseniz cahil halkımız gibi açıkça “düşünce vurgunculuğu” adıyla anabiliriz.
İşte bizim okur yazalarımızın çoğu (hepimiz demeyelim isterseniz) o metafizik soyutlaştırma sırat köprüsünde ustalık göstermeye özenirler. O yüzden düşünce hava oyunu ile, yahut laf vurgunculuğu ile diyalektik düşünce ve davranış birliğini birbirine karıştırmaktan hiçbir vakit kurtulamayız. Bir yol da karşımızdakileri o çeşit oyun alanına çekiverdik miydi: şeytanın doğrultmadığı iğri kılları dümdüz edeceğiz diye nefesler dolusu ciltler ve vakitler öldürür dururuz.
Devrim stratejisi tartışmalarını dinleyince biraz bu yukarıki düşünceleri akla getirmekten kendimizi alamadık.
UYGULAMASIZ METOD SINIRDIR
Yazıdan ve konferanstan maksat nedir? Anlatanın karnında kalan düşünceleri değildir. Okuyanın veya dinleyenin bir şey anlamasıdır. Siz okuyan veya dinleyenden aktarılma bir şey mi işittiniz? O şey konferansçının ve yazarın amacı dışında yaptığı etkiden çıkmış tepkiyi size öğretir. Böyle bir öğrenim konferanstan, yahut yazıdan daha az ilginç değildir. Konferans ta, yazı da havada kalmaz. Kafalara sıçrayan izleriyle bir sonuçtur. Yani, şunu demek istiyoruz:
“Anladık, sen ey büyük yazar ve söyler: belki de çok başka şeyler belirtmek istedin. Ne var ki, önemli olan senin demek istediklerin değil dinleyenin anlayabildikleridir.”
Devrim stratejisi üzerine öğrenebildiğimiz kadarıyla yapılanlar birer spekülâsyon çerçevesini aşmamıştır. Spekülâsyonlar üzerine dinleyici ilgililerden edindiğimiz bilgiye göre, önce bu spekülâsyonlar genel olarak gerçekten diyalektik olamamıştır. Bildiğimiz kadarıyla diyalektiğin alfabesi tez ve antitez gibi zıt düşünceleri, zıt gerçeklikleriyle bir araya getirmektir. Konferanslar zıtları karşılaştırmamış: birbirinden ayrı soyut düşünceler alanında bırakmış, hele o düşüncelerin bugünkü Türkiye’de yaşayan yakıcı gerçeklerle aynılığı ortaya konulamamış; o yüzden de, sentezine varılamamıştır.
Ne yapılmıştır?
Yeryüzünün en geri ülkelerinde bile sıradan yayınlar vardır. Bunlar arasına girmiş sosyal ve politik strateji ve taktik üzerine yazılı alfabeler bulunur. Bunlar bir konferansta okumamalı mıdır? Okunabilir. Ve yapılan spekülâsyonların biçim bakımından en zararsızı, hatta belki de en yararlısı bu olabilir. Yalnız buna diyalektik tartışma adı verilmez: kitaptan okuma veya söyleme, yani SKOLASTİK denir.
Seminer bir ders verme midir? Olabilir. Ama, bu bir medrese yahut üniversite dersi olmamalıdır. Kitabın kara kaplı veya kızıl kaplı oluşu ile pek az şey değişir. Hafızlık gerçek anlamıyla bir spekülâsyon bile sayılmaz; skolastik papağanlığıdır.
Böylesine bir skolastik en az zararlı sayılabilir dedik. Neden? Çünkü, bizim her alanımızda okur yazar geçinenlerimiz ağlanacak kertede cahildirler. En bilginlerimiz Çin Tağfurlarının devlet imtihanına hazırlanmışa benzerler. En başarılıları Mandaren imtihanını vermiş, diplomalı Konfüçyüs allamesi kadar karacahildirler. Beş kitap ezberleyeceklerdir. Bunlardan birini ancak hatmetmişlerdir. Ve o bir kitabı da bütün dünya bilimiyle karıştırırlar.
Onlara geride hiç ellerine geçmemiş birçok başka kitaplar ve hiçbir kitaba geçmemiş bütün bir hayat bulunduğunu boşuna söylersiniz. Çünkü, o sizin işaret ettiğiniz kitapları yutmak hiçbir insana hiçbir makam veya maaş, yahut ün ve kar sağlamaz… O durumda yüksek kültürlü kişilerimize hiç değilse başka kitaplar ve daha yeni şeyler ezberlenebileceğini hatırlatan seminerler pek zararlı sayılamaz.
Bununla birlikte, bir seminerin ruhu yazılı çizili kitapları Kur’an gibi tecvitle okumak olmamalıdır. Yoksa, en devrimci formüller hayattan kopmuş birer ölü Spekülâsyon durumuna girerler. Sosyalizmi skolastiğe çevirebilirler. Bu, zararın en büyüğü olur.
Dahası var. Dinleyicilerimiz sosyalizmin alfabesi üzerinde Türkiye gerçekliklerini doğru dürüst seçemiyorlarsa, onlara yüksek cebir kuralları ezberletmek ve bu ezberi hiçbir pratik teklif yapmadan çözümlenmiş hazır formüllerle vermek nereye varır? Orada şikayet edilen kimi İmam Hatip Okulu öğrencilerine benzer gösterilere…
Sosyalistlerin minimal programı (en azından programı) nedir? Türkiyede 1954 yılı yazılıp basılmış böyle bir program vardır. Oradan bugüne dek minimal programın hangi maddeleri gerçekleşti? Hangileri baltalanıyor? Önce bunlar araştırılmalıdır. Bunlar küçük köylü ve işçi problemleri içinde aydınların davranışları ile karşılaştırmalıydılar. Böyle somut bir tartışmadan maksima (en çok) programa doğru strateji ve taktik düşünceleri ve davranışları (yani, pratiğe bağlı teori) ortaya konulabilirdi.
Seminerde öyle yüzde yüz yerli malı yapılmış teorik ve pratik savaşları alçak gönüllüce bir eleştiriye rastlanmıyor. Doğrudan doğruya girilen büyük strateji ve taktik konularında pratik ve dolaysız savaşla ilgili hem araştırma hem davranma teklifleri bulunmuyor. İnsanın uzun ve zahmetli araştırma ve davranmalara girişmeksizin, bilgince yanılmaz sonuçlara ulaşabileceği izlenimi yaratılıyor. Hazır kalıp düşünceler silindir şapka gibi başlara geçirilebilir sanılıyor. Böyle bir hava uyanırsa, kimse düşünmek ve davranmak zahmetine kalkmaksızın, herkes yan gelip yatmaya kadar gidebilir. Zararın büyüğü burda akla geliyor.
YAHUDİLİK VE FAŞİZM
İşittiğimize göre, devrim stratejisi üzerine konuşulurken, “İHANET” lafları bile kullanılmış. Bunları nasıl söylediler? Bir teybe alıp dinleyemedik.
Söyleyenler göz önüne getirilince, bir Yahudi hikayesini hatırlamamak elden gelmez. Bezirgan her sabah kapısını açıp sokağa çıkarken dururmuş. Kapının ardına dönüp ordaki boşluğa doğru, üstüste bir hayli küfür savururmuş. Sonra, çarşıya indiği zaman, yaptığı bezirgan hilelerine karşı dayanamayıp söven Müslümanlara serinkanlılıkla yalnız şu kadarcık cevap verirmiş: “Ben sabahtan söyledim!”
Anlaşılan devrim stratejisi arasına ihanet lakırdısını sokuşturuveren bayanlar, kendilerine düşecek durumlara önceden karşılık vermek için, bu Yahudi metoduna başvuruyorlar. Hain diyenler bulunursa: “Biz sabahtan söyledik” karşılığını verecekler.
Ortada devrim stratejisi tartışılırken, bu stratejide başlıca sabotajı yapanların Yahudi taktiğine başvurmaları “zıtları biraraya getirmek” diyalektiği midir? Öyle gözükmek istemişlerdir. Ancak, bu diyalektik değildir. Gerçekliğin dışında zıtları biraraya getirenlerin en başarılı üstadları: Mussolini ile Hitler olmuştur. Hitler, Marks’ı okuduktan sonra bilimcil sosyalizme karşı en kuvvetli silahları ele geçirdiğini “Kavgam” adlı eserinde açıklar. Mussolini Hitler’den daha önce, “esaslı sosyalist lider” olarak faşizmi kurmuştur. Gerçi sahtekarlıkta en ileri giden kapitalizm için en başarılı sayılmıştır. O sebeple Hitler Mussolini’yi geçmiştir. Bizdeki “kalp sosyalist” olabileceklerine güvenip Nazilerden daha üstün başarılı kazanacaklarına inanabilirler mi?
Aldanırlar. Hitler’i Mussolini’den baskın çıkartan şey, daha azgın sahtekar oluşu değildir: Alman finans-kapitalinin İtalyan finans-kapitalinden üstün oluşu Hitleri Mussolini’den daha azgın faşist etmiştir. Bizde faşisti sosyalistten yetiştirmek ihtiyacı duyulmasa gerektir. Hele CIA’nın sol kanadı altına sığınmayanı ihanetle damgalamak modası hiçbir hanıma, yahut beye hiçbir geleceği garantilemekte yeterli olamaz.
Ayrıca, böylesine gerçek dışı zıtlıkları biraraya getirmek, yani hem “asıl sosyalist benim” demek, hem de “örgütüme girmeyin sosyalist haindir” demek olamaz. Böyle bir zıtları buluşturmaya diyalektik denmez, Abra-Kadabra’lık adı verilebilir. Somut gerçeklere dayanmayan zıtlıklar söyleyenin ısmarlama kuruntusunda kalır. Böyle bir iddianın diyalektik olabilmesi için, eski sosyalistleri diyalektikçe inkar etmesi gerekir.
Bir ineğin bir otu yemesi diyalektiktir. Çünkü; yediği ot hazmedilecek, et, yavru ve süt olacaktır. Aynı ineğin örneğin eski sosyalist denilen otları işkembesine indirmeksizin yemiş olduğunu sanması: önce kendi kendisini, sonra sahiplerini aldatması olur. Açlıktan gebermesine yol açar. Eski sosyalist denilen bitkileri bir solukta kemirip yiyerek inkar edecek bir inek ne yapmalıdır? Önce o bitkilerin bütün tezlerini ele alıp yararlıca eleştirmeli, yarar yanlarını hazmedip yaramazlarını atmalıdır.
Devrim stratejisi tartışmalarında ne öyle bir prose gördük, ne de böyle hayale kapılmayan bir inek. Eski sosyalistlerin bütün tezleri dipdiri ortada duruyor. Öyle iken, önüne gelen inek onları bir dil uzatışı ile saman gibi yeyiverdiğini nasıl söyleyebilir
ASIL PROBLEM NEDİR
Devrim stratejisi seminerlerine en büyük eksik kuru teori ile kalmaktadır. Tekrar edelim. Alfabeleri okuyalım. Yüksek cebirleri işleyelim. Ve düşünelim. Yalnız, okuduklarımızı düşünmekle kalmayalım. Çevremizdeki güçlükler içinde uygulanıp hemen ardından gelecek davranışlarımızla yaşayalım.
Hangi sosyal sınıf ve zümreler devrimden yanadırlar? Hangileri değildirler? Bunu kestirmek için ne yapılır? Bir kürsü etrafında Budist rahipleri gibi toplaşıp vaizler vermemizle konu çözümlenemez. Problem bir an önce kürsülerden toprağa indirilmek ister. Problem Türkiye toplumunun bütün sınıf, tabaka ve zümreleri içinde, yalnız düşünce olarak değil, aynı zamanda pratik ve somut davranışlar biçiminde konulursa, çözümlemeye doğru gidilebilir. Falan kitap ne yazmış, onu okuruz. Anlarsak, kitabı kapar kapamaz çevremizde güreşe çıkarız. Yeni anlayışımıza göre davranış denemeleri yaparız. Ondan sonra gene kafamızı kullana kullana yaptığımız etkilerden aldığımız tepkiler ölçüsünde sonuçlar çıkarırız. Böylece, davranışımız düşüncemizi, düşüncemiz davranışımızı geliştirerek strateji ve taktik alanında aydınlanarak, ileriyi görerek yürümeyi sağlarız.
Devrim stratejisi gibi toplantılarda, meseleleri dondurmak ve öldürmek eğilimine yer bırakmamalıdır. Dinleyicilerin hepsi ateş gibi gençlerdi. Onlar enerjilerinin taşan cömertliğini lafla tüketmeksizin işe çevirmek istiyorlardı. Ortada hiçbir somut iş elle tutulur teklif yapılmayınca bu enerjiler birbirlerini tanesiz dönen değirmen taşları gibi aşındırma durumunda kaldılar. Gerek konferansçılara, gerekse birbirlerine, hepsi sosyalist olanlara yaraşmayacak tepkiler göstermekten kendilerini alamadılar.
Böylece acıklı bir tutum neden doğdu? Seminerlerin en ilginç yanı bunu araştırmakla bulunabilir. Şüphe yok, kendilerini “sosyalist” sanan “ihanet” tellalları birkaç temiz genci yalan dolanla karşısındakilere karşı kışkırtmış olabilirler. Bizce bu kışkırtmalar meselenin sübjektif yanıdır. Acıklı tutumun objektif sebebi bütün konferansçıların pratik tekliflerle genç enerjileri verimli yolda yöneltmemelerinden gelmiştir.
Hiçbir hatip şöyle konuşmamıştır:
“Haydin arkadaşlar! Meseleyi epey konuştuk. Şimdi burada hemen karar verip, sözden işe geçelim. Türkiye’de emperyalizme karşı güreşmek mi istiyoruz?
Antiemperyalist güreş ne birkaç kişinin bilgisiyle, ne buradaki üç beş yüz gencin toplantısıyla, ne dışarıdaki TİP değil CHP gibi en eski ve kalabalık partilerin sollaşmasıyla olmaz. Emperyalizme karşı bütünüyle Türkiye halkının geniş yığınları katılmalıdır. Millet ölçüsünde geniş bir mayalama, inanç ve davranış olmadıkça, emperyalizmle savaşılmaz.
Halk yığınlarımızı kazanmak için burada İkinci Kuvayi Milliye seferberliği ilan ediyoruz. Var mısınız? Seferberlik, ordu ister. Ordu medeni örgütlenmedir. Hemen içinizden bir kurucu heyet seçelim. Burada gönüllerimizi saf saf dizelim. Buradan çıkınca hepimiz bir ordunun (halk yığınları ordusunun) öncü mangaları olarak harekete geçelim. İşçilerimizin, köylülerimizin, esnaflarımızın, aydınlarımızın içlerine yayılalım.
Elbette antiemperyalist savaş stratejisinin belirli aşamalarında işçiler, köylüler, esnaflar ve fakir aydınlar dışında, orta halli, hatta zengin insanlarımız ve namuslu kapitalistlerimiz de çoktur. Ama bunlardan hiçbirisi henüz bizimle birlik değiller. Birlik olmaları şöyle dursun, bizi anlamıyorlar bile. Lafla onlara haklı olduğumuzu öğretemeyiz.
Hep birden şu anda davranmaya and içip elbirliği ile yola çıkalım. Gerekirse ellerimizi, yüzlerimizi çamurla kirleterek halkımıza benziyelim. Halkımızı hergünkü işkencelerinde yalnız kalmaktan kurtaralım. Teşkilatlandıralım.
“Türkiye İşçi Partisi diye bir teşkilat mu var? Olduğumuz gibi buradan kalkıp onun içine girelim. O bizi kabul etmiyor? Onu da çiğneyip kendi Kuvayi Milliyeci atalarımız gibi, savaşarak öz teşkilatımızı kuralım. Ve ilh. Ve ilh”
Seminerlerde böyle veya buna benzer teklifler görülmedi. “Olsa ile bulsa, bir araya gelse” edebiyatı yapıldı. O da lazımsa bile, yetmez. Aydınlarımızı hep şiir ve edebiyat öldürdü. Edebiyatın ardından hemen sıcağı sıcağına iş ve hareket gelmelidir. Konferansın oracığında üç yüz beş yüz kişi içinden en az elli yüz kişi seçilebilirdi. Onlara yapılacak bir davranış mutlak ortaya atılabilirdi. Davranışı vakit yitirmeksizin örgüte çevirmek gerekirdi.
Salondan çıkarken oraya girdiğimiz gibi herkes tek başına, kendi kafasının doruğunda gider olmamalıydı. Birtakım keskin formüller doğru yanlış geviş getirir durumdan kurtulunmalıydı.
Biz devrim stratejisi ve taktiği deyince böyle düşünüp davranmayı anlıyoruz. Biz halkın içine teşkilatçı ve teşkilatlı ülkücüler olarak yayılmayı bilmeli ve göze almalıyız. Halka her işinde örnek olmalıyız. O savaşı verirken güdücü düşüncelerimiz elbet daha çok aydınlanacaktır. Ve devrime kimlerin gelip kimlerin gelmeyeceği kuru ihtimal olarak değil, bütün gerçeklikleriyle belli olacaktır.
Gelenleri hemen örgütleyeceğiz. Gelmeyenlere örnek laflardan çok, örnek davranışlarımızla umut ve inanç aşılayacağız. Bizimle birlik olmaları için kıyasıya dövüşeceğiz. Ve ancak bizim doğru dövüştüğümüz ölçüde devrime gelenler çoğalacaktır.
Yoksa, devrim bir tanrıdır; onun kulu olmayan kafirdir, gibi sözlerle kimseyi devrimci davranışa sokamayız. Bundan sonraki konferanslar inşallah böyle pratik teklifler ve davranışlarla sonuçlanır. O zaman kimsede demagoji yapmaya takat kalmaz. Çünkü, ak koyun kara koyun oracıkta, herkesin gözü önünde ortaya çıkıverir.
Biz orada saatlerce nutuk atan TİP örgütünün hanımlarına ve beylerine bile doğrudan doğruya en ufak bir pratik davranış teklifi yapmadık. Ondan TİP örgütüne yapılmış yüzlerce tekliften hiç birisini ele alıp değerlendirmedik. Yapılmış yüzlerce girişkinliğe karşı hangi tepkilerin tekme biçiminde geldiğini ayan beyan açıklayamadık. Tabii o zaman bütün konular ve sorular havada, askıda kaldı…
E, neyi tartıştık öyleyse biz, Allah rızası için?