Son yıllarda Rusya’da işçi grevleri son derece sıklaştı. Artık, çok sayıda grevin yapılmadığı tek bir sanayi bölgesi yoktur. Büyük şehirlerde grevlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu nedenle, sınıf bilincine sahip işçilerin ve sosyalistlerin grevlerin önemi, bunları yönetme metotları ve bunlara katılan sosyalistlerin görevleri meseleleriyle daha sık ilgilenmeleri gereklidir.
Bu mesele üzerindeki bazı fikirlerimizi ana hatlarıyla belirtmek istiyoruz. Birinci makalemizde, genel olarak grevlerin işçi sınıfı hareketindeki önemini ele almayı tasarlıyoruz. İkincisinde, Rusya’daki grev aleyhtarı kanunları; üçüncüsünde de, grevlerin Rusya’da eski ve şimdiki yönetilme tarzlarını ve sınıf bilincine sahip işçilerin bunlara karşı takınmaları gereken tavrı ele alacağız.
İlk olarak grevlerin doğuşunu ve yayılışını açıklayalım. Kendi tecrübelerinden, başkalarının anlattıklarından ya da gazetelerden grevleri hatırlayan herkes, bu grevlerin, büyük fabrikaların ortaya çıktığı ve sayıca çoğaldığı her yerde patlak verdiğini ve yayıldığını hemen görecektir. Yüzlerce (hatta kimi zaman binlerce) işçi çalıştıran büyük fabrikalar bulmak zordur. Rusya’daki sadece birkaç büyük fabrika varken, pek az grev vardı. oysa, hem eski sanayi bölgelerinde hem de yeni şehirlerde ve köylerde büyük fabrikaların hızla çoğalmasından bu yana grevler çok daha sıklaşmıştır.
Büyük çapta fabrika üretimi neden daima greve yol açar? Çünkü kapitalizm, ister istemez işçilerin patronlara karşı mücadelesine yol açar ve üretim büyük çapta olunca, mücadele ister istemez grev biçimini alır.
Bunu açıklayalım.
Kapitalizm, toprağın, fabrikaların, aletlerin az sayıda toprak sahibinin ve kapitalistin malı olduğu, buna karşılık halk kitlelerinin hiç mülkü olmadığı veya pek az mülke sahip olduğu ve işgücünü kiraya vermek zorunda kaldığı sosyal sisteme verilen addır. Toprak ve fabrika sahipleri işçileri kiralar ve onlara, pazarda satacakları şu ya da bu tür malları ürettirir. Fabrika sahipleri işçilere ancak kendilerinin ve ailelerinin kıt kanaat yaşamasını sağlayacak kadar bir ücret verirler. Buna karşılık işçinin bu miktardan yüksek ve fazla ürettiği her şey, kar olarak kapitalistin cebine iner. Bu yüzden, kapitalist ekonomide halkın çoğunluğu, başkaları tarafından çalıştırılan işçilerdir. Bunlar kendileri için değil ücret karşılığında patron için çalışırlar. Patronların, daima ücretleri düşürmeye gayret gösterecekleri tabiidir. İşçilere ne kadar az öderlerse, karları da o kadar büyük olur. İşçiler ise, ailelerine yetecek yiyeceği, iyi evlerde oturmayı, dilenciler gibi değil de, diğer insanlar gibi giyinmeyi sağlayacak en yüksek ücreti almaya çalışırlar. Bu nedenle, patronlarla işçiler arasında ücret konusunda daimi bir mücadele sürüp gider! Patron, en çok işine gelen, yani en düşük ücretle çalıştırabileceği işçiyi arar. İşçi ise dilediği patronun işine girmekte serbesttir. Bu yüzden de kendisine en fazla ücret ödeyecek olanı arar. İster şehirde, ister köyde çalışsın, ister toprak ağasının ya da zengin köylünün, ister müteahhidin ya da fabrikatörün işine girsin işçi, ücretler konusunda daima patronla pazarlık eder, mücadele eder.
Ama, tek bir işçinin kendi başına mücadele etmesi mümkün müdür? Çalışanların sayısı artmaktadır; köylüler topraklarını kaybetmekte, köyden şehre ya da fabrikaya akın etmektedir. Toprak ağaları ve fabrika sahipleri işçileri işsiz bırakan makineleri kullanmaya başlamışlardır. Şehirlerde işsizlerin sayısı artmaktadır. Köylerde dilencilerin sayısı gitgide çoğalmaktadır. Açların artması ücretlerin gittikçe daha çok düşmesine yol açmaktadır. İşçinin patronla tek başına savaşması imkansızlaşmaktadır. İşçi iyi ücret ister ya da ücretinin azalmasına razı olmazsa patron ona defolup gitmesini, düşük ücretle çalışmaya hazır bir sürü aç insanın kapılarda bekleştiğini söyler.
Halkın şehirlerde ve köylerde her zaman büyük sayıda işsiz bulunacak kadar yoksullaştığı, fabrika sahiplerinin büyük servetler biriktirdiği küçük mülk sahiplerinin milyonerler tarafından ezildiği zaman, tek bir işçi, kapitalistin karşısında tamamen güçsüz kalır. İşte o zaman kapitalistin işçiyi tamamen ezmesi, onu ve onunla birlikte karısını ve çocuklarını ölünceye kadar bir köle gibi çalışmaya zorlaması mümkün hale gelir. İşçilerin henüz kanuni haklar kazanamadıkları, kapitaliste direniş gösteremedikleri iş koşullarını ele alalım: Buralarda çok uzun süren, kimi zaman 17-19 saati bulan işgününü, iş başında yıpranan 5-6 yaşında çocukları, gittikçe açlıktan ölmekte olan daimi aç işçiler neslini görürüz.
Kendi evlerinde kapitalistler için çalışan işçiler buna örnektir. Her işçi daha bir sürü başka örneği hatırlayabilir! Emekçiler, kölelik ve serflik döneminde, kapitalist düzende işçilerin direnemedikleri ya da patronların keyfi davranışlarını sınırlayan kanunların himayesini elde edemedikleri hallerde olduğu kadar korkunç bir şekilde ezilmiyorlardı.
Bu yüzden işçiler, bu kadar kötü bir duruma itilmeleri karşısında bir ölüm kalım mücadelesine girerler. Her biri tek başlarına büsbütün güçsüz olduklarını ve sermayenin baskısının kendilerini ezip geçme tehlikesi taşıdığını gördükçe, işçiler patronlarına karşı hep birlikte başkaldırırlar. İşçi grevleri başlar. Başlangıçta, işçiler, eylemlerinin sebebinin bilincinde olmadıklarından ne yapmak istediklerini çok kere anlayamazlar. Sadece makineleri kırar ve fabrikaları tahrip ederler. Sırf fabrika sahiplerine karşı duydukları öfkeyi göstermek isterler. Durumlarının neden böylesine umutsuz olduğunu, ne uğurda çaba göstermeleri gerektiğini henüz kavramadan bu dayanılmaz durumdan kurtulmak için ortak güçleriyle ne yapabileceklerini denerler.
Bütün ülkelerde işçilerin öfkesi, önce bölük pörçük başkaldırmalar biçimini aldı. Rusya’da polis ve fabrika sahipleri bunlara “isyan” adını verirler. Bütün ülkelerde bu bölük pörçük başkaldırmalar, bir yandan az çok sakin geçen grevleri, öte yandan da kurtuluşu uğrunda işçi sınıfının her yöndeki mücadelesini doğurdu.
İşçi sınıfının mücadelesi bakımından grevlerin (ya da iş bırakmaların) önemi nedir? Bu soruyu cevaplandırmak için grevler konusunda daha tam bir görüşe sahip olmamız gerekir. Gördüğümüz gibi bir işçinin ücreti patronla işçi arasında yapılan bir sözleşme ile belirlenir ve mademki bu şartlar altında tek başına olan işçi tamamıyla güçsüzdür, işçilerin talepleri uğrunda birlik halinde savaşmaları gerektiği açıktır, ya patronların ücretleri düşürmesini önlemek ya da daha yüksek ücretler elde etmek için grevler düzenlemek zorundadırlar. Kapitalist sistemin uygulandığı her ülkede işçi grevlerinin olduğu bir gerçektir. Bütün Avrupa ve Amerika’da her yerde işçiler birlik olmadıkları zaman kendilerini güçsüz hissederler. Onlar patrona karşı ancak ya grev yaparak ya da onu grevle tehdit ederek birlikte direniş gösterebilirler. Kapitalizm geliştikçe, büyük fabrikalar daha hızla kuruldukça, küçük kapitalistler büyük kapitalistler tarafından yutuldukça, işçilerin birlikte direnme zorunluluğu daha da acil hale gelir.
Çünkü işsizlik artar; mallarını en ucuza üretmeye (ve bunun için işçilere mümkün olduğu kadar az ücret vermeye) çalışan kapitalistler arasında rekabet yoğunlaşır; sanayideki dalgalanmalar şiddetlenir ve krizler daha keskin bir hal alır. Sanayi refah döneminde olduğu zaman fabrika sahipleri büyük karlar elde ederler. Ama bunları işçilerle paylaşmayı düşünmezler. Ancak kriz gelip çattığı zaman, fabrika sahipleri zararlarını işçilerin sırtına yıkmaya çalışır. Avrupa ülkelerinde herkes kapitalist toplumda grevlerin zorunluluğunu kabul etmiştir. O ülkelerde kanunlarla grev düzenlenmesi yasaklanmaz. Grevlere karşı barbarca kanunlar sadece Rusya’da yürürlüktedir. (Bu kanunlardan ve uygulanışlardan başka bir vesileyle söz edeceğiz.)
Kapitalist toplumun tabiatından doğan grevler, işçi sınıfının bu toplum düzenine karşı mücadelesinin başlangıcını ifade eder. Zengin kapitalistlerin tek tek ve mülksüz işçilerle karşı karşıya olması, işçilerin tamamıyla köleleştirilmesi demektir. Fakat, bu mülksüz işçiler birleşince, durum değişir. Kapitalistler kendilerine ait olan aletleri ve malzemeleri işlemek ve yeni zenginlikler üretmek için çalışmaya istekli işçiler bulmazlarsa, hiçbir servetin onlara yararı olmaz. İşçiler kapitalistlerle kendi başlarına mücadele etmek zorunda kaldıkları sürece, bir kuru ekmek karşılığında eloğluna kar sağlamak üzere durmadan çalışmaya, daima uysal ve gıkı çıkmayan ücretli hizmetkar olarak kalmaya mecbur gerçek köleler gibi yaşayıp gitmek zorundadırlar. Ama işçiler isteklerini birlikte öne sürdükleri ve para babalarına boyun eğmeyi reddettikleri zaman köle olmaktan çıkar, insan haline gelirler. Emeklerinin sadece bir avuç aylağı zengin etmeye değil, çalışanların insanca yaşamasını sağlamaya hizmet etmesini istemeye başlarlar. Köleler efendi olmak, toprak ağalarının ve kapitalistlerin istediği şekilde değil, emekçi halkın istediği şekilde çalışmak ve yaşamak istediğini öne sürmeye başlarlar. Bu yüzden grevler kapitalistlere daima korku salarlar. Çünkü grevler onların hakimiyetini baltalarlar. Alman işçilerinin bir türküsü işçi sınıfına “Güçlü kolun dilerse, bütün çarklar duruverir” der. Gerçekten de böyledir. Fabrikalar, toprak ağalarının toprakları, makineler, demiryolları, bütün bunlar dev bir makinenin çarkları gibidir. Çeşitli ürünler çıkaran onları işleyen ve yerlerine teslim eden dev bir makine. Bu makineyi toprağı eken; madeni çıkaran, fabrikalarda mal haline getiren; evleri, dükkanları, demiryollarını inşa eden işçiler çalıştırır. İşçiler çalışmayı reddettiği zaman, bütün makinenin durması tehlikesi vardır. Her grev kapitaliste, gerçek sahiplerinin kapitalistler değil, haklarını gitgide daha yüksek sesle ilan eden işçiler olduğunu hatırlatır. Her grev işçilere durumlarının umutsuz olmadığını, yalnız olmadıklarını hatırlatır. Grevlerin hem bizzat grevciler hem de komşu veya civar fabrikalardaki ya da aynı sanayi kolundaki işçiler üzerinde ne muazzam bir etki yaptığına bakın. Olağan, sakin zamanlarda işçi işini homurdanmadan yapar, patrona ters davranmaz, durumunu tartışmaz. Grev esnasında ise, isteklerini yüksek sesle dile getirir, patronlara yaptıkları kötü işleri hatırlatır, hakkını ister, sırf kendini ve kendi ücretini düşünmez, kendisi ile birlikte iş bırakmış, işçilerin davasından yana olan, mahrumiyetten korkmayan iş arkadaşlarının tümünü düşünür.
Her grev, emekçiler için bir sürü mahrumiyet, ancak savaşın getirdiği felaketlerle kıyaslanabilen müthiş mahrumiyetler, aç aileler, ücret kayıpları, çoğu kere tutuklanmalar, evinin, işinin bulunduğu şehirden sürülmeler demektir. Bütün bu acılara rağmen işçiler, işçi arkadaşlarını yarı yolda bırakan ve patronlarla pazarlığa koyulanları hor görürler. Grevlerin sebep olduğu bütün bu acılara rağmen komşu fabrikaların işçileri, yoldaşlarının bizzat mücadeleye giriştiklerini görünce yepyeni bir cesaret kazanırlar. Sosyalizmin büyük öğretmeni Engels, İngiliz işçilerinin grevlerinden söz ederken, “tek bir burjuvaya boyun eğdirmek için bunca şeye katlanan insanlar tüm burjuvazinin iktidarını yıkacak güçtedir” demişti. Birçok fabrikada birden grevlerin başlaması için, çoğu kere grevin tek bir fabrikada başlaması yeter. Grevlerin işçilerin maneviyatı üzerinde ne kadar büyük bir etkisi vardır. Yoldaşlarının köle olmaktan çıktıklarını ve kısa bir süre için bile olsa zenginlerle eşit durumdaki kişiler haline gelmiş olduklarını görmek işçileri nasıl da etkiler. Her grev sosyalist fikirleri, bütün işçi sınıfının sermayenin baskısından kurtulmak uğruna mücadele düşüncesini işçinin zihnine çok canlı bir şekilde iletir. Büyük bir grevden önce, bir fabrikanın veya bir sanayi kolunun yahut da bir şehrin işçilerinin sosyalizm konusunda pek bir fikirlerinin olmadığı ve bu konuda pek az düşünmüş oldukları halde, grevden sonra aralarında çalışma gruplarının ve derneklerin daha çok yaygınlaştığı ve daha çok işçinin sosyalist olduğu sık sık görülür.
Grev işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece patronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğretir. Nesiller boyunca işçinin emeğini sömürerek milyonlar biriktiren bir fabrika sahibinin ücretlerde mütevazı bir artışı kabul etmeye yanaşmaması, hatta ücretleri daha da düşürmeye çalışması ve işçiler direndikleri takdirde binlerce aç aileyi sokağa atması halinde, işçiler kapitalist sınıfın bir bütün olarak işçi sınıfının düşmanı olduğunu, işçilerin ancak kendilerine ve birleşik eylemlerine güvenebileceklerini açıkça görürüler. Çoğu kere, bir fabrika sahibi işçileri aldatmak, onların hamisi rolünü oynamak ve bazı küçük tavizlerle ve yalandan vaatlerle onları sömürdüğünü gizlemek için elinden geleni yapar. Grev, işçilere “hami”lerinin koyun postuna bürünmüş bir kurt olduğunu göstererek, bu aldatmacayı bir vuruşta darmadağın eder.
Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil, aynı zamanda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü açar. Fabrika sahipleri nasıl işçilere onların hamileriymiş gibi görünmeye çalışıyorlarsa, hükümet görevlileri ve uşakları da işçileri, çar ve çarlık hükümetinin, adaletin gerektiği şekilde hem fabrika sahiplerinin hem de işçilerin durumlarıyla aynı ölçüde ilgilendiğine inandırmaya çalışırlar. İşçi kanunları bilmez. Hükümet memurlarıyla, özellikle yüksek mevkide bulunanlarla ilişkisi yoktur ve dolayısıyla genellikle bütün bunlara inanır. Sonra, grev gelir çatar. Savcı, fabrika müfettişi, polis ve sık sık da askerler fabrikada boy gösterirler. İşçiler kanunları çiğnediklerini öğrenirler. Kanunlar patronların toplanıp, işçilerin ücretlerini düşürmenin yollarını açıkça tartışmalarına izin verir. Ama işçiler birlikte bir karar alırlarsa suçlu ilan edilirler! İşçiler evlerinden alınıp götürülürler. Polis işçilerin taksitle yiyecek alabilecekleri dükkanları kapatır. İşçiler sakin ve barışçı davrandıkları zaman bile askerler işçilere karşı kışkırtılmaya çalışılır. Hatta askerlere, işçilere ateş açılması emri verilir. Askerler kaçışan kalabalığın arkasından ateş ederek silahsız işçileri öldürdükleri zaman da, bizzat Çar askerlere teşekkürlerini bildirir. (Çar, 1895’te Yarolavl’da grevci işçileri öldüren askerlere bu şekilde teşekkür etti.) Kapitalistleri savunduğu ve işçilerin elini kolunu bağladığı için en kötü düşmanın çarlık hükümeti olduğu, her işçinin kafasına dank eder. İşçiler kanunların sadece zenginlerin yararına yapıldığını; hükümet görevlilerinin onların çıkarlarını koruduğunu; emekçilerin susturulup, ihtiyaçlarını dile getirmelerine izin verilmediğini; işçi sınıfının grev hakkını, işçi gazeteleri yayınlama hakkını, kanunları çıkaran ve bunların yürütülmesini denetleyen ulusal bir meclise katılma hakkını kazanmanın gerekliliğini anlamaya başlarlar. Bizzat hükümet, grevlerin işçilerin gözünü açtığını iyi bilir. Bu yüzden de grevlerden çok korkar ve onları mümkün olduğu kadar çabuk durdurmak için her şeyi yapar. Sosyalistlere ve sınıf bilincine sahip işçilere baskı yapmakla maruf bir Alman İçişleri Bakanı, halk temsilcileri önünde “her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir” dediğinde haksız değildi. Her grev işçilerde, hükümetin kendilerinin düşmanı olduğu, işçi sınıfının halkın hakları uğruna hükümete karşı mücadeleye hazırlanması gerektiği kanısını güçlendirir ve geliştirir.
Bundan dolayı, grevler işçilere birleşmeyi öğretir. Ancak birleştikleri taktirde kapitalistlere karşı mücadele edebileceklerini onlara gösterir. Grevler işçilere bütün işçi sınıfının bütün fabrika sahipleri sınıfına ve keyfi polis yönetimine karşı mücadeleyi düşünmelerini öğretir. Sosyalistlerin grevlere “savaş okulu” adını vermelerinin sebebi budur. Grev işçilerin, bütün halkın, bütün çalışanların hükümet görevlilerinin ve sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu için düşmanlarıyla savaşmayı öğrendikleri bir okuldur.
Ama “savaş okulu”, savaşın bizzat kendisi değildir. Grevler işçiler arasında yaygınlaştıkça (bazı sosyalistler de dahil) bazı işçiler, işçi sınıfının sırf grevlerle, grev fonları ya da grev dernekleriyle yetinebileceğine, grevlerle işçi sınıfının şartlarının bir hayli düzeltilebileceğine, hatta işçi sınıfının kurtuluşunun elde edilebileceğine inanmaya başlar. Bazıları birleşmiş bir işçi sınıfında ve küçük grevlerde bile ne denli bir güç bulunduğunu görünce, işçi sınıfının kapitalistlerden ve hükümetten istediği her şeyi elde etmesi için, işçilerin bütün ülke çapında sırf bir genel grev yapmalarının yeteceğini sanırlar. Bu fikir işçi sınıfı hareketinin ilk aşamalarında, işçiler hala tecrübesizken, başka ülkelerin işçileri tarafından da dile getirilmişti. Bu, yanlış bir fikirdir. Grevler, işçi sınıfının kurtuluşu uğrunda mücadele yollarından biridir. Fakat tek yol değildir. İşçiler dikkatlerini diğer mücadele yollarına çevirmezlerse, işçi sınıfının gelişmesini ve başarılarını yavaşlatacaklardır. Grevin başarılı olması için grev sırasında işçilerin masraflarını karşılayacak paranın gerektiği doğrudur. Bütün ülkelerde bu gibi işçi fonları (genel olarak ayrı ayrı sanayi kollarındaki, ayrı ayrı iş kollarındaki veya atölyelerdeki işçilerin fonları) toplanır. Fakat burara, Rusya’da, bu özellikle zordur. Çünkü polis bunları izler, paraya el koyar ve işçileri tutuklar. Tabii ki işçiler polisten gizlenebilir. Tabii ki böyle fonların kurulması faydalıdır.
Biz de işçilerin bunlara karşı çıkmalarını salık verecek değiliz. Fakat işçi fonları kanunlarla yasaklandığı zaman, çok kişinin katkısının sağlanabileceğini düşünmek zordur. Hele bu gibi örgütlerin üye sayısı az olduğu sürece, işçi fonları pek iş yaramayacaktır. Üstelik, işçi sendikalarının açık bir şekilde kurulmuş olduğu ve emirlerinde muazzam paralar bulunduğu ülkelerde bile işçi sınıfı yine de mücadele yolu olarak grevlerle yetinemez. Sanayinin durumunda (bugün Rusya’da yaklaşmakta olan kriz gibi) bir bozukluk varsa, fabrika sahipleri grevleri kasten körükleyeceklerdir. Çünkü işin bir süre durması ve işçi fonlarının tüketilmesi yaralarına olacaktır. Bu yüzden işçiler, hangi şartlar altında olursa olsun, sadece grev eylemleriyle ve grev dernekleriyle yetinemezler. İkincisi, grevler ancak işçilerin yeterince sınıf bilincine sahip oldukları, grev yapmak için elverişli zamanı seçebildikleri, isteklerini nasıl öne süreceklerini bildikleri ve sosyalistlerle bağ kurmuş oldukları ve onlar aracılığıyla broşür ve bildiri sağlayabildikleri yerlerde başarılı olabilir. Rusya’da bu durumdaki işçilerin sayısı hala çok azdır. Bunların sayısını artırmak, kitlelere işçi sınıfının davasını öğretmek, onlara sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesini tanıtmak için büyük çaba harcanmalıdır. Bu, sosyalistlerin ve sınıf bilincine sahip işçilerin bu amaçla bir sosyalist işçi sınıfı partisi kurarak, birlikte yüklenmeleri gereken bir görevdir. Üçüncüsü, görmüş olduğumuz gibi grevler işçilere düşmanlarının hükümet olduğunu ve hükümete karşı mücadelenin gerekliliğini gösterir. Gerçekte, bütün ülkelerin işçi sınıfına, işçi hakları ve bir bütün olarak halkın hakları için hükümete karşı mücadele gereğini öğreten grevlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ancak bir sosyalist işçi partisi, hükümet ve işçi sınıfı davası hakkında doğru anlayışı işçiler arasında yayarak bu mücadeleyi sürdürebilir. Başka bir vesileyle Rusya’da grevlerin nasıl yönetildiğini, sınıf bilincine sahip işçilerin bunlardan nasıl yararlanması gerektiğini tartışacağız. Burada grevlerin, yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, savaşın kendisi değil, “bir savaş okulu” olduğuna, grevlerin mücadelenin sadece bir yolu, işçi sınıfı hareketinin sadece bir yanı olduğuna işaret etmemiz gerekir. İşçiler, bütün ülkelerde fiilen yapmakta oldukları gibi, grevlerden bütün çalışanların kurtuluşu için tüm işçi sınıfının mücadelesine geçebilirler ve geçmelidirler. Ancak sınıf bilincine sahip bütün işçiler sosyalist oldukları zaman, yani işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele ettikleri, işçiler arasında sosyalizmi yaymak, düşmanlarına karşı mücadelenin bütün yollarını işçilere öğretmek için bütün ülke çapında birleştikleri; bütün halkın, hükümetin baskısından ve emekçilerin sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu için mücadele eden sosyalist bir işçi partisi inşa ettikleri zaman, işte ancak o zaman işçi sınıfı, bütün işçileri birleştiren ve üzerinde “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” yazılı kızıl bayrağı yükselten, bütün ülkeler işçilerinin yüce hareketinin bir parçası haline gelecektir.
1899 yılı sonunda yazılmış, ilk olarak 1924’de Proletarskaya Revolyutsiya dergisinin 8-9. sayılarında yayınlanmıştır.