TSK’da Göktürkçe yazılan ve kurt sembolü bulunan armaların yasaklanması tartışma yarattı. Türkiye’nin binbir derdi arasında, kendisi son derece önemsiz bu konu çok gündem olmadı. Diğer yandan kimi zaman AKP’nin ortaçağcı gericileştirme hareketine tepki gibi duran, kimi zaman da onun yedeğinde yer alan bir “Türkçülük” hareketinin varlığı, bunun etki alanı ve Türk tarihine olan bakışı konu edinmeye değer olan kısım…
Tıpkı İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi, emperyalizmin sömürüsüne karşı tepkiler üreten halk, yine emperyalizm tarafından üretilen ve fonlanan bir cephede toplanıyor günümüzde. Avrupa’da şovenist, ırkçı partilerin bu kadar yükselmesi, aslında biz komünistlerin örgütlemesi gereken kitlenin bizzat parababaları tarafından örgütlenmesidir. Bu rahatsız kesimin bir kısmı, kendi elleri ile hükümetlerinin Ortadoğu’da katliamlar yaratıp, ardından kendi ülkesine mağdurlar getirmesini kaldıramamış durumda. Olayın özündeki çelişkiyi, yani emperyalist devletlerin savaşlar çıkartarak kendi evlerini cehenneme dönüştürmesi gerçekliği, öncü bir parti olmadığından kitlelere benimsetilememekte. Bu boşluğu, faşist partiler şovenizm ile doldurmakta.
Türkiye de bu yükselen rahatsızlıktan bağımsız değil. Taksim-Gezi isyanı ile birlikte, iktidara karşı öfkelenen gençler büyük ölçüde anti-emperyalist ve anti-feodal söylemi tercih etmişti. Maalesef, kitlesel ve medyasal gücü büyük olan HDP, bu önemli gücü kendisine oy deposu yaptı. 2015 seçimleri sonrası bu enerji, HDP’ye heba edildi. Yaratılan çatışma ortamında Oslo’da kurduğu ittifak masasından kalkan AKP, tıpkı Avrupa’daki gibi üremeye başlayan şovenizmi, yedek gücü olarak örgütlemeye ve kendi kontrgerillasında yer vermeye başladı. Bir kısım şovenist gruplar ise çeşitli arayışlar altında AKP’ye kendi çıkarları dahilinde karşıt olmaya devam ettiler. Zaman içinde tespit edilebileceği gibi, onları ikna etme görevi de “Bin Kalıplı” Perinçek’e verildi. Böylece PKK ile girişilen çıkar çatışmasında, gönüllü olarak ölebilecek güruhun sayısı arttılabilecekti.
15 Temmuz hesaplaşmasına kadar, Kürt halkına karşı karşılıklı uslandırma harekatında kullanılan bu güruha uzun süre ses etmedi AKP. Kendi çıkarına aykırı gördüğü her ekibi sattığı gibi, onları da satması şaşırtıcı olmayacaktı. Çeşit çeşit, boy boy “Türkçü”, çıkarı uğruna öldükleri devletleri (AKP) tarafından tasfiye edilecek. Yerlerinde kim olur? 15 Temmuz’dan sonra çok aday var, başta SADAT gelmek üzere AKP tarafından bizzat organize edilen çeteler, bu şovenist çetelerin yerini alacaktır.
Olayı böyle özetledikten sonra, yasaklanan arma konusuna değinebiliriz.
Bugüne kadar gelişen Türk kavramını ilk kullanan topluluk olan Göktürklere ait bayrağın, kendine “Türkçü” ya da “Turancı” denen topluluk tarafından benimsenmesi, aslında bir rivayetten ileri gelmekte. Bu rivayete basında yer verme ihtiyacı duyan ise, Avrupa Birliği emperyalizmi tarafından korunup kollanan Can Dündar… 8 Kasım 2001 tarihli yazısında, şu satırlara yer veriyor.
“Peki Ayyıldızlı Bayrak Yerine Nasıl Bir Bayrak Düşünüyordu? Ahmet İhsan Gürsoy, Bu Konuda Da Son Derece İlginç Bir Ayrıntı Veriyor:
“Atatürk, Ecdadımız Olarak Göktürkler’i Benimsemiş. Türklüğü Öne Çıkarmak İçin Onların Bayrağını Benimsemeyi Düşünmüş Ve Bunu Bayar’a Söylemiş.”
Yukarıda Sözünü Ettiğim İnternet Sitesindeki 16 Türk İmparatorluğu İçinde Göktürk İmparatorluğu’nun Bayrağı Hemen Dikkati Çekiyor:
Mavi Fon Üzerinde Yeşil Bir Kurt Profili…Meydan Larousse, Çin Kaynaklarına Atfen, Bayrağın Aslındaki Kurt Başının Altın Rengi Olduğunu Yazıyor.” [1]
Görülebileceği gibi, tüm kıyamet ikinci hatta üçüncü ağızdan aktarılan bir rivayetten kaynaklı. Bu rivayetin çeşitli şekillerde kanıtlanmaya çalışılması da mevcut ancak bizi ilgilendiren bu taraf değil. Asıl amacımız “Türkçülerin” sahiplenmeye çalıştığı Göktürk ve diğer Türk topluluklarının modern çağa ne derece etki edebileceği, bunun sınırlarının ne olduğunu tarihsel maddeci bir göz ile ortaya koymaktır.
Öncelikle şunu ortaya koyalım, bugün yaşadığımız Türkiye’de çok sayıda kişinin Türk olmak ile bağı var mıdır? Bu Türk olmayı neye bağladığınız ile alakalıdır.
Eğer kalıtımsal bir Türklük aranıyorsa, bu sadece genç çocukların kanabileceği bazı yalanlarla dolu bir bağ kurma çabası olacaktır. Neyse ki gen bilimi sayesinde komşusu olduğumuz halklarla ortak genlerimiz olduğunu tespit edebiliyoruz.
Ancak Türk olmak, kalıtımsal olmaya sığmayacak kadar kadim ve modern anlamda yeri bulunan bir durumdur.
Orta Asya’da çevresindeki kavimlere göre sayısı daha az olan ve buna zamanla onlara baskın çıkan “Türk” toplulukların bu özelliği kazanmasının sebebi, sahip oldukları İlkel Sosyalist geleneklerden başka bir şey değildir. Türklüğün günümüze kadar gelen özellikleri, gelenekler, örfler, adetler, bu özellikten bağımsız olamaz. Şunu da eklemeliyiz, bu çağlarda henüz medeniyete geçmemiş (yani para-yazı-devlet üçlüsünü bilmeyen) tüm topluluklarda mevcut olan bir özelliktir. Yani Göktürk dediğimiz topluluk, bilincinde olmadığı bir biçimde sömürü nedir bilmeyen, herkesin eşit ve kardeş kabul edildiği bir topluluktur.
Aynı özellik ilk Romalılarda, Rusya bozkırlarında yaşayan topluluklarda, Vikinglerde, bugünün Fransızlarında Franklarda, Afrika’da ve günümüz Amerika’sında, kendine özgü farklılıklarla birlikte var olmaktadır. Kısacası insanlığı ortaklaştıran öz, sömürü bilmeden tüm üyelerin kardeş kabul edildiği topluluklar birliği olmalarıdır.
Bu toplulukların karşısında, yapısı gereği sömürüye dayanarak çürüyen bir yapıya sahip olan çeşitli kent toplulukları ortaya çıkar. İstisnaları görülmek ile beraber, tarihte görülen sınıf savaşımlarının niteliği bu şekildedir. En bilindik olarak, çeşitli toplulukların birleşmesi ile oluşan ve Attila’nın önderliğinde Roma’ya karşı hücuma girişen konfederasyonun eylemleri, buna örnek verilebilir. Yıllarca bu eylemleri dolayısıyla Attila, Avrupa burjuvazisi tarafından “yağmacı, katliamcı” olarak anılmış ve tarihçiler yıllarca bu Attila’yı bu şekilde değerlendiren kitaplar kaleme almışlardı.
Ancak yıllar sonra, Attila’nın konfederasyonu ile ilgili araştırmalarda, bu birliklerin gönüllü olarak bir araya geldiği, birbiri ile çatışmaya girdikten sonra boyunduruk altına alınarak değil, kendi kent yöneticileri tarafından sömürülen yurttaşların gönüllülüğü ile bir araya geldiği ortaya çıktı. [2] Bu gerçek, başta Hikmet Kıvılcımlı gelmek üzere, Proletarya Sosyalizmi’nin temsilcileri tarafından bilinmekle beraber, uzun süre sümen altı edilmekteydi.
Metafizik tarih anlayışına göre, yenilenlerin tarihini yenenler yazardı. Halbuki tarihi yazmak, yenilen medeniyetin özelliğiydi. Tarihi yenilenler kendilerine uygun şekli ile yazarak geleceğe aktardılar. Sorgulama yeteneğini yitirmiş tarihçilerin önüne, hazır yemek sundular. O hazır yemeği kim yedi dersiniz? Maalesef bu yemeği tek yiyen faşizm olmamıştır. Kendisine “bilimsel” diyen sosyalistlerimiz dahil, bu hazır yemeği yiyerek şişmişler ve buna göre tespitlerde bulunmuşlardır.
Konuya dönersek, bugün topraklarımızda kadim anlamda Türklüğü yaşayan insanımız mevcuttur. Sadece Türkiye’de değil, Orta Asya’da, İran’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da sayıları milyonları bulan insan, “Türklüğe özgü ilkel sosyalizm”in güdüsü ile yaşamakta ve davranmaktadır. Bu bilinci görmek için çok sayıda tarihsel devrime ve başkaldırıya önderlik eden Türk önderlerine bakılabilir. Kürtlerin önderi olan Demirci Kawa’nın bugüne kadar yaşattığı bilinç ile özdeştir bu bilinç, coğrafyamız halklarının birlikteliğinin, dostluğunun özüdür.
Diğer yandan, günümüz açısından daha fazla kendisini dayatan bir gerçeklik olarak modern anlamda Türklük de mevcuttur yaşadığımız topraklarda. Anti-emperyalist Birinci Kurtuluş Savaşımız ile birlikte, kökü bahsettiğimiz kadim kökenler ile bağlı bir mücadele ile birlikte bu bilinç de sağlamlaşmıştır. Özünde ezilen milliyetçiliği barındıran bu bilinç, çağımızın şartları ile ezen milliyetçiliği halini almıştır, bu yadsınamaz. Bu ezen milliyetçiliği ise bir anda kendine rakip gördüğü Kürt ulus kimliğine yüklenmiş, çeşitli şekillerde onu baskı altına almıştır. Yani her iki çelişkiyi de içinde barındırmıştır Türk kimliği.
Bu çelişkiyi çözmek için tek panzehir, hiç kuşkusuz ki ülkemizdeki bir avuç parababasının siyasi yaşamnın sonlanması ve ulus sorununun devrimci biçimde çözülmesidir. Yani Türk ve Kürt halklarının sarsılmaz bir anti-emperyalist kale kurmasıdır.
Türklüğün “istikameti”, Dünya halkları ile birarada var olma ve insanlığın sömürüsüz bir biçimde yaşadığı tek bir sosyalist aile olmasıdır. Tüm dünyadaki halklara düşen görev budur. Peki öyle ise, günümüzde ortaya salınan ve bilinçsiz gençleri esir eden bu Türkçülük neyin nesidir?
Adını anmaktan pek hoşnut olmadığımız iki kişi, Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş’in peydahladığı şovenizm batağının, bizce Türk halkına vereceği hiçbir şey yoktur.
Nihal Atsız, görüşleri hiçbir bilimsellik taşımayan, yaşadığı dönemin faşizm rüzgarlarından ekmek yemeğe çalışan biridir. Tüm ömrünü komünistleri hedef göstermek ile geçirmiştir ve kendisinin 1944’te hapse atıldığı gün, Dünya Türkçülük Günü olarak kutlanmaktadır (ne büyük mütevazılık(!) bu kişinin mi kalmış eline Türkçülük).
Nihal Atsız ve benzerlerine göre Türklük, herkesten korunarak, kendi fildişi kulesinde büyümüştür, serpilmiştir. Halbuki gerçek bu değildir. Göktürkler başta olmak üzere, bu topluluk ve gel geç devlet organizasyonlarını ayakta tutan, dokundukları insanlara adaleti götürmelerinden başka bir şey değildir. Ve aynı Türkler, bu adaleti kaybederek, Tefeci-Bezirgan gelenekleri sahiplendikçe, insan kayırma, haksızlık ve çürüme arttıkça, dağılıp gitmişlerdir. Ve bu dünya üzerindeki tüm halklar için geçerlidir.
Bugün belki de ülkemizdeki çok sayıda insanın büyük dedesi olan Krezüs’e, yani bilindik adı ile Kârûn’a bakalım. Onun hayat hikayesinin sonunda yenilişi, zengin olmasına rağmen bugün devamcılarının bir devleti olmaması, Lidyalılar diye bir halk olmaması tesadüf değildir. Halkı, kendisinin sömürüsünden kurtulup, farklı topluluklar ile işbirliği yapmasa, Kârûn belki de kendisini iyi bir adam diye yazdırtma zamanı bile bulabilirdi ve egemenliğini sürdürmeye devam edebilirdi. Ama sahip ola ola şu denildi hakkında:
Kul Himmet üstadım gelse otursa
Hakk’in kelâmını dile getirse
Dünya benim deyi zapta geçirse
Karun kadar malın olsa ne fayda
Türkler, çeşitli halkları etkileyerek, onlardan öğrenerek, öğrendiklerini özgünleştirerek bugüne kadar gelmiştir. Ulus kimliklerinin giderek aşınmasına rağmen, hala o özgünlüğü sağlayan, o farkı yaratan da geçmişteki bu çabalardır.
Yani birileri Göktürkleri seviyor, benimsiyor da, Göktürklerin bundan haberi var mı? Göktürkleri acaba anlayabilmişler mi? Onların değerlerine sahipler mi? Kesinlikle değiller.
Bir başka güruh daha var bu konuda gürültü çıkartan. ABD tarafından kurulan, yeminlerinde güya “faşizme” karşı olan terör örgütü Ülkü Ocakları ve onun başı olan NATO çocuğu Alparslan Türkeş. Ülkü Ocakları’nın kadro yetiştirdiği parti olan MHP’nin ABD’ye hizmet konusunda gerçekleştirdiği katliamlar, herkesin malumu. Diğer güruha karşılık, kendileri daha da bilinçsiz, tarih konusunda daha da yoz bir noktada bulunmaktalar ve partinin kadroları günümüzde uyuşturucu kullanımından tecavüze, mafyalaşmadan kadın ticaretine tüm yozlaşmaların uygulayıcısı durumdadır. Bu partinin günümüzdeki özelliği, içinde bir çatışma bulunmasıdır ki Meral Akşener, yeni bir ABD’ci siyasetçi olarak yorulan Devlet Bahçeli’nin yerini almaya hazırlanıyor.
Yine bu hareketin Türkiye çıkarlarına hareket etmekle hiçbir ilgisi yoktur. Tek bir örneği yeterli görmekteyiz bu konuda. En güncel konu olan Barzanistan konusundaki tavırlarını göstermek, yeterlidir sanıyoruz.
“MHP, sadece bu son Tezkereye mi “Evet” dedi. Daha önce de getirilen Tezkerelere karşı mı çıktı?
Hayır! O bütün Tezkerelerde aynı tutumu aldı. Aynı kararlılığı(!) gösterdi. Bir sürpriz yok MHP’nin tutumunda.
Bildiğimiz gibi son Tezkere’de iki önemli şey var:
1- Türk Ordusu’nun sınır ötesi operasyona yapmasına izin veriyor,
2- Yabancı-Emperyalist orduların topraklarımızda konuşlanmasına ve topraklarımızdan harekât yapmasına izin veriyor.
(…)
Bununla da yetinmiyor emperyalist ülkelerin ordularına topraklarımızı açıyor. Onların çıkarları için topraklarımızdan kardeş ülkelere (şu anda ve başta Suriye’ye, sonra sırası gelince İran’a) saldırmalarının yolunu açıyor.
Yani bu ABD Emperyalistlerince kurulmuş-kurdurulmuş, Kontrgerilla’nın özel örgütü olan parti, kitleleri “Milliyetçilik” söylemiyle kandırıyor. Aldatıyor.” [3]
Yazıda bahsi geçen tezkere, 2014 yılında IŞİD’e karşı mücadele bahanesi ile geçen tezkeredir. Bilin bakalım ne oluyor o tezkere ile… ABD’nin sadık yari peşmergeler, Kobani’ye desteğe gidiyor bu tezkere sayesinde. Rojava, bugün AKP ve MHP’nin eli ile “kurtuluyor”… Gelin de şimdi yurtsever deyin hele siz şunlara.
Söz konusu Göktürk bayrağı simgesinin yasaklanması bir anlamda bu partinin kitlesine yönelik de bir mesajdır. Şu anda rahatsız olan ve Meral Akşener’de arayışta bulunan kitleye “sizi elimizin tersi ile iteriz, ayağınızı denk alın” mesajıdır. İki çetenin birbirine hırlaşmasıdır kısacası. Yine bu ekiplere çok yakında duran başka bir faşist parti BBP de referandumdaki gibi ayar görmekte. Burada asılnda AKP’nin çok parçalı bir çıkar örgütü olduğu gerçeği bir defa daha gün yüzüne çıkıyor. Müttefiklerini sürekli azarlıyor ve “çöküş günlerinde” hırçınlaşıyor.
Son söz olarak, Nihal Atsız’ın, Alparslan Türkeş’in ve benzerlerinin şovenizmi yükseltmesi karşısında komünistlere bu noktada bir cephe açan, özgün olmaya karar veren Hikmet Kıvılcımlı‘nın projektörü, yükselen şovenizme karşı halkları devrimci saflara çekebilirdi. Maalesef Finans-Kapital terörü ve burjuva sosyalizmi susuşu altında, gerekli etkiyi sağlayamadı. Bugün bile hala adı lazım olmayan ve adının önünde ünvanlar bulunan “Marksist” tarihçiler, Kıvılcımlı’nın tezine bir Avrupa tarihçisi paçavrasını projektör alarak yaklaşıyor ve kara çalıyor. Ancak bugün yükselen şovenizm karşısında, gerçeklerin inatçılığına ihtiyaç duyulmakta. Daha fazla araştırma, daha çok girişim, daha çok mücadele gerekmekte.
[1] Atatürk Ay Yıldızlı bayrağı istememişti : İşte Atatürk’ün Aklındaki Türk Bayrağı, Timeturk.com
[2] Hun İmparatorluğu’yla ilgili tarihi bilgileri ‘ters yüz eden’ araştırma
[3] Garp Cephesinde yeni bir şey yok… – Kurtuluş Yolu Gazetesi
İstanbul Direniyor’dan Özgür