Çağımızın hastalığı, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku rejimlerinin dağılışının patlak vermesinin ardından ortaya saçılan, Fukuyama’nın Hegel felsefesinden türettiği “tarihin sonu” zırvası, “neo-liberalizm” adıyla anılan her türlü post-modern eğilimin yanında, ülkemizde özellikle 12 Eylül cuntası tarafından kasten yerleştirilmiş bir apolititizmdir. Apolitik olmak, yahut bir siyasi ideoloji benimsememe, siyasi arenada tarafsız olma tavrı, genellikle insanlara öğütlenen, insanların kimi zaman bir şeref madalyası gibi gururla gösterdiği, lakin esasen aşağılık bir hastalıktan ibaret olan bir çürümüşlük göstergesidir. Bu kısa deneme yazısında, apolitik çürümüşlüğün siyasal alanda iktisadi-maddi yapının bir görüngüsü olarak var olan ve hakim olan sınıfsal mücadelede denk düştüğü konumu ele alarak, esasen pratik olarak apolitik tavrın imkansız olduğu ve başlı başına ideolojik bir kökten geldiğini göstermeye çalışacağım.
SINIF MÜCADELESİNİN GÜDÜLDÜĞÜ BİR ALAN OLARAK SİYASET
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. [1]” Marks ve Engels’in ünlü Komünist Manifesto’su, düşünce tarihine geçmiş olan bu meşhur sözlerle başlar. Bu söz, ufak bir cümle olarak görünmesine karşın, esasen geçmişten günümüze toplumsal yaşamda gerçekleşen ekonomik ve siyasal fenomenlerin açıklanması kabiliyetine açılan kapının anahtarının ifadesidir. Marksizmin devrimci teorisi, toplumsal olguları ve görüngüleri açıklarken, kavrarken ve kavrayışımız doğrultusunda değiştirirken, sınıf gözlüğünü asla çıkarmamayı, sınıflı toplumlarda olan biten olaylara şu ya da bu sınıfın çıkarı gözünden bakmayı öğretir.
Toplumsal yaşamın temeli, alt yapısı, siyasetin kökü ve üzerine yükseldiği zemini, insanoğlunun varlığını sürdürebilmek için kaçınılmazca ve zorunlu olarak bir araya gelip yerine getirmek zorunda olduğu, temelinde üretim bulunan ekonomik faaliyetlerdir. Bu maddi-ekonomik yapı, emeğin üretkenliğinin teknik ile doğru orantılı olarak gelişip artı-ürünü ortaya çıkarmasından beri, artı-ürünü(kapitalist toplumda artık-değeri) gasp eden ile meydana getiren, ezen ve ezilen, sömürülen ve sömüren, ve aynı zamanda çıkarlarının uzlaşması hiçbir şekilde mümkün olmayan sosyal sınıflardan müteşekkildir. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, sosyal sınıfların varlığı tarihsel maddeciliğin ne bir icadı ne de bir keşfidir. Sosyal sınıflar gerçekliği:
- Tarihsel materyalizmin bir icadı değildir; nitekim bir icat veya bir uydurmaca değil, bizzat insanların bilinci dışında nesnel olarak var olan, ve kendi iradeleri dışında kurdukları toplumsal yapının gelişim yasalarının verdiği yöndeki deviniminin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir sosyal gerçekliktir.
- Tarihsel materyalizmin bir keşfi değildir; nitekim tarihsel materyalizmden önce de, erken dönem ilerici burjuva filozofları, sosyologları ve iktisatçıları toplumsal sınıf gerçekliğinden bahsetmişlerdir. Bunu Karl Marks Weydemeyer’e mektubunda şöyle açıklar:” Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır.”
Lakin Marks’ın farkı, sınıfların ortaya çıkışından sonraki tarihi bu sınıf mücadelelerinin yarattığı maddi çelişki ve devinim temelinde kavrayıp, bu sınıfların belli tarihsel dönemlere bağlı olduğunu, bu sınıfların çelişkilerinin proletaryanın devrimci diktatörlüğüne, yani kapitalist toplum ile sınıfsız komünist toplum arasındaki bir geçiş sürecine yol açacağını göstermek olmuştur.
“(…)Tarihin büyük hareket yasasını ilk olarak tam da Marx keşfetmişti; bu yasaya göre, ister siyasal, ister dinsel, ister felsefi, isterse başka bir ideolojik alanda yaşansınlar, tüm tarihi mücadeleler, gerçekte yalnızca toplumsal sınıfların mücadelelerinin az ya da çok belirgin ifadeleridir ve bu sınıfların varlığını ve dolayısıyla aynı zamanda çarpışmalarını belirleyen de, iktisadi durumların gelişme derecesi, üretim tarzları ve bunların belirlediği değişim ilişkileridir.(…)”[2]
Proletarya sosyalizminin ustalarından Engels, Marks’ın Fransa’daki siyasal ve toplumsal gelişmeleri tarihin materyalist kavranışı denilen yasaya göre ustalıkla ele aldığı Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i eserine yazdığı önsözde, yukarıda alıntıladığım pasajın hemen ardından, bu yasanın tarih için sahip olduğu önemi, enerjinin dönüşümü yasasının fizik için sahip olduğu öneme benzetiyordu. Dolayısıyla denilecek olan odur ki; siyaset arenası, tıpkı diğer üst-yapısal düşünsel alanlar gibi, kaçınılmaz olarak maddi-ekonomik temelin, üretim ve ona bağlı olarak dağıtım ilişkilerinin üzerinde yükseldiği, onun, onunla karşılıklı diyalektik etkileşim içerisindeki meyvesi olduğu, ve ekonomik yapı mülkiyet ilişkileri temelinde çıkarları karşıt sınıflara bölündüğü için, siyaset arenası şu ya da bu şekilde bir toplumsal sınıfın çıkarına dokunmaktan kurtulamaz, ve dolayısıyla, siyasal fenomenler herhangi bir toplumsal sınıfın çıkarından şu ya da bu şekilde kesinlikle ayrılamaz.
Vladimir I. Lenin, bunu “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğretisi makalesinde şu şekilde belirtir:” İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır.” [3]
Öyleyse siyaset, son tahlilde, çıkarları çatışan sınıfların bir üst-yapısal mücadele arenasından başka bir şey değildir, ve “siyasal bir tutum benimsememe, siyaseten tarafsız olma, siyasi bir düşünceye/ideolojiye sahip olmama tutumu” anlamına gelen apolitizm, esasen “sınıf mücadelesine karşı tarafsız olma, sınıf mücadelesinde bir sınıfın safını tutmama, bir sınıfın düşüncesini/dünya görüşünü benimsememe” tutumundan başka bir anlama gelmez.
Peki, sınıfların mücadelesinde, sınıflar güreşinde tarafsız kalmak mümkün müdür?
SINIF MÜCADELESİNDE TARAFSIZ OLMAK MESELESİ
Yakın zamanda kaybettiğimiz ABD’li düşünür Howard Zinn, “you can’t be neutral on a moving train(hareket halindeki bir trende tarafsız olamazsınız)” der ve bunu kitabının ismi yapar. İçinde yaşadığımız sınıflı toplumlar, içlerinde barındırdıkları sınıf çelişkilerinin devinimleri ile hareket eden birer trendir ve bu trenlerde tarafsız bir biçimde öylece dikilmek, ve ilelebet bu şekilde kalmak düpedüz imkansızdır. Trenin hareketi sizi muhakkak bir tarafa savuracaktır, siz farkında olun veya olmayın, isteyin veya istemeyin, bilince çıkarın veya çıkarmayın, bir şekilde kendinizi bulacağınız yer, aslında seçmeyerek seçtiğiniz bir taraf olacaktır.
Sınıf mücadelesini etik bulmuyor musunuz? Sınıf mücadelesinde, etik olmadığı için taraf olmak istemiyor musunuz? Sizin etik bulmadığınız kapitalizmin, yani burjuva diktatörlüğünün ta kendisidir! Hikmet Kıvılcımlı bu gerçeği şöyle ortaya koyar:
“Sınıflar dövüşü denilen gerçekliği şu ya da bu insanın dileği yahut kaprisi yaratmaz. Kapitalist düzenin kendisi sınıflar savaşını gerektirir.
Mesele böyle konulunca, Sınıflar Savaşını doğru bulmayanlar yahut istemeyenler varsa, o gibi kimseler ne dediklerine biraz dikkat etmelidirler. Onlar eğer zerrece sözlerinin eri iseler, sınıflar dövüşünü yalnız veya kötü sayarken, belki farkına varmayarak, her şeyden önce Kapitalizmi doğru bulmuyorlar ve istemiyorlar, demektir.” [4]
Kapitalizm, işçi sınıfı tarafından üretilen değerin üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalist sınıf, burjuva sınıfı tarafından gaspına dayanan bir sömürü sistemidir. Kapitalizm, üstte burjuvazi ve altta proletaryanın, tekelci çağda yani emperyalizm çağında ise, diğer bütün burjuva zümrelerinin de üzerinde banka kubbeleri altında bir araya gelmiş, yoğunlaşmış ve tekelleşmiş, banka sermayesiyle iç içe geçmiş tekelci sermayenin, finans-kapital/mali-oligarşi zümresinin emekçilere yaptığı baskı ve uyguladığı sömürünün sistemidir, egemen finans-kapitalin diktatörlüğüdür. Gerek fikirsel/düşünsel/medyatik alanda, gerek siyasal/toplumsal/ekonomik alanda –ki bunlar birbirlerinden ayrılamaz- egemen olan sınıf kapitalizmde burjuvazidir ve egemen olan düşünceler de egemen sınıfın düşüncelerinden başkası değildir.
“Ben tarafsızım” demek, “kapitalizme bir itirazım yok” demeyi kapsar ve “benim kapitalizme bir itirazım yok” demek, “benim burjuva diktatörlüğüne bir itirazım yok” demektir. Yani sömürüye bir itiraz göstermemek, sömürüsüz bir dünya için mücadele etmemek, sömürü sisteminin devam etmesine göz yummak ve burjuvazinin tarafında olmaktır. Bu yüzden, sınıf mücadelesinde tarafsızlık ilan etmek, burjuvazinin tarafını tutmanın yalnızca bir başka yoludur. Dolayısıyla, apolitik tavır, objektif olarak, pratikte düpedüz ve doğrudan politik bir tavırdır. Hatta ülkemiz Türkiye’de, apolitizmin politik karakteri çok ama çok daha barizdir. Nitekim, 27 Mayıs İhtilalinin getirdiği koşullarda 68 ve 71 kuşaklarıyla gelen devrimci yükseliş ve politikleşen ortamın önü, Türkiye Finans-Kapitali ve tefeci-bezirganlığın 1980’de CIA ile düzenlediği 12 Eylül 1980 darbesi ile kesilmiş, dinci gericiliğin ülkede daha da kök salmasının önü açılmış, bununla birlikte “devrim” kavramı müfredattan ve literatürden zararlı olduğu gerekçesi ile kaldırılmış, her türlü politik unsur ve kitap ortadan kaldırılmış, kasti olarak apolitik, okumayan, sorgulamayan ve bilmeyen bir nesil yetiştirilmiştir. Bu manada, Türkiye’deki apolitikliğin kökeni, başlı başına politik bir projedir.
Veyahut, “tarihin sonu” ve “ideolojilerin sonu” zırvaları da, esasen anti-komünist bir ideolojik mücadele ve saldırının ürünü olup, kökensel olarak tamamen ideolojiktir. Francis Fukuyama’nın Hegelci felsefeden türettiği bu kavramlar, Soğuk Savaş sonrası dönemde sosyalizmin ölümünü ilan eden uluslararası kapitalistler sınıfının ideolojik cephaneliğinin gözdeleri rolü oynamışlardır. Dolayısıyla, sosyalizmi de dahil etmek üzere, bütün ideolojilere karşı olma tavrı, hem yukarıda yazdığımız manada, hem de bu paragrafta belirtildiği üzere, kökensel olarak tamamıyla ideolojik bir tutumdur.
Proletaryanın sınıf çıkarlarını yansıtan, kapitalist toplumun ve sınıflar mücadelesinin doğru bir kavrayışını veren, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma giden yolun anahtarını teşkil eden düşünce, doğanın ve toplumun nesnel gelişim yasalarına, yani diyalektik materyalizme ve tarihsel materyalizme dayanan, bilimsel sosyalizmdir. Sınıf mücadelesinde ilerici olmak, tarafsız olmak yani dolaylı olarak burjuvazinin safında olmak yahut doğrudan burjuvazinin safında olmak değil, emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin, işçi sınıfının yanında vaziyet almaktır. Yani siyaset arenasında bilimsel-devrimci komünist teoriyi benimseyip proletaryanın devrimci diktatörlüğü ve demokrasisi için mücadele vermektir. Bu bakımdan, sosyalistlerin apolitizme karşı mücadelesi, her türlü burjuva ideolojisine karşı verilen mücadeleden asla ve katta daha az önemli değildir.
Söylediklerime, sözü tekrar Hikmet Kıvılcımlı’ya bırakarak bir son vermek istiyorum.
“Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp davranmayı öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız İşçi Sınıfı yanından gerçek insan olacağına inanıyoruz. O noktada en ufak ikircilik geçirenler, “Stalin” olsalar, bizi bağlayamamışlardır ve bağlayamazlar.”
Antalya Direniyor’dan Ege
[1] K.Marx – F.Engels – Komünist Manifesto, Ceylan Yayınları syf. 35
[2] F.Engels – Karl Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i adlı eserinin 1885 tarihli üçüncü baskısına önsöz, Yordam Kitap, syf. 15-16
[3] V.I.Lenin – Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğretisi, Marx Engels Marksizm, Sol Yayınları syf. 78-83
[4] Hikmet Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler, Derleniş Yayınları, syf.17