Devrimci Mücadele – “Devrimci Sol – Kurtuluş Kıvılcımlı’yı anlamamakta Diretiyor”

PDF İzle & KaydetYazdır

yazidsBu yazı, Devrimci Mücadele Dergisi’nin Eylül-Ekim 1996 tarihli 19. sayısında yayınlanmıştır. Köşeli parantezler Türkiye Direniyor’a aittir.

“Kurtuluş”un 6 Nisan tarihli, 39. sayısında, başında ” Devrimci Sol Dergisi 30 Mart Özel Sayısı’ndan alınmıştır” ibaresi (açıklaması) bulunan bir yazı yayınlandı. Yazı, “BU TARİH THKP-C’YLE, DEVRİMCİ SOL’LA YAZILDI BAYRAK ŞİMDİ DHKP-C’DE” başlığını taşıyordu. Yazının konusu, başlığından da anlaşıldığı gibi DHKP-C’nın tarihidir. DHKP-C’li arkadaşlar, tarihe ilişkin her yazı ve konuşmalarında yaptıkları gibi, Türkiye Solunun geçmişine ağız dolusu sövmekten yine kendilerini alamıyorlar. Geçmişe küfürler yağdırmak bilindiği gibi yalnızca DHKP-C’ye özgü bir hastalık değildir. Hemen tüm küçükburjuva gençlik grupları, Türkiye Solunun geçmişine hakaretler yağdırmaya bayılırlar. “Tarihi kendisiyle başlatma hastalığı” adını verdiğimiz bu hastalık, Şarkta çok sık görülür. Şarkta her sahip-zuhur tarihi kendisiyle başlatır. Arkadaşlar, bu sağlıksız Şark geleneğine uygun davranmakla modern bir hareket değil de, antika eğilimlerin etkisinden kurtulamayan bir küçükburjuva hareket olduklarını göstermiş olmaktadırlar.

Yazıda, 1970 öncesine, “50 Yıllık Gelenek; İcazetçilik, Pasifizm, Legalizm…” “reformist-revizyonist” gibi sözcüklerle sövüp sayılır. Tabii bu sövgüler, o dönemin tümü içinde, tam 50 yıl, dur durak bilmeden dövüşen Hikmet Kıvılcımlı’yı da kapsamaktadır ya da hedef almaktadır ya da hedef almaktadır.

Yazıda, geçmişin (1970 öncesinin) bütününe yapılmış olduğundan Kıvılcımlı’ya da yapılmış olan bu genel saldırının dışında, Kıvılcımlı’ya tek cümlelik özel bir saldırıda daha bulunur. Bu tek cümlede, birbiriyle çelişken iki iddia öne sürülür. Şöyle denir;

“Aynı sürecin akımlarından biri olan Kıvılcımlı ise, Ekim Bolşevik Devrimi’ni dogmatik tarzda yorumlamakta, orduya ilerici bir misyon yüklemektedir.” (Kurtuluş, 6 Nisan 1996)

Bu iki iddia ya da tez birbiriyle çelişmektedir. Bunlardan birinin doğruluğu diğerini otomatik olarak yanlış kılar. Yani bunlardan birini doğru kabul edersek diğerini kaçınılmazca yanlış kabul etmek zorundayız. Tabii bir mantık çelişkisine (mantıksal tutarsızlığa) düşmen istemiyorsak…

Kıvılcımlı, “Ekim Bolşevik Devirmi’ni” dogmatik olarak yorumluyor, Türkiye’de de yapılması gerekenin her yönüyle bunun benzeri olan bir devrim olduğunu öne sürüyorsa, “orduya” kendi kafasından “ilerici bir misyon yükl”üyor olamaz. Kıvılcımlı eğer “orduya ilerici bir misyon yüklemekte” ise, Büyük Ekim Devrimi’ni dogmatik tarzda yorumluyor olamaz.

Büyük Ekim Devrimi’ni dogmatik yorumlamak demek, o devrimin aynısının Türkiye’de de tekrarlanmasını savunmak demektir. Sorunlara dogmatik yaklaşan insan kanıtlarını, gerekçelerini araştırmalardan çıkarmak, yalnızca inançlarından çıkarır. Bu nedenle Ekim Devrimi’ni dogmatik yorumlamak, bir eksiği ya da bir fazlası olmadan, Ekim Devrimi’nin tıpkısını Türkiye’de de gerçekleştirilmesini savunmak demektir. Biz önümüzdeki Türkiye Devirmi’ne, Ekim Devirmi’nde olmayan bir öğeyi (elemanı-unsuru) eklersek, o zaman Ekim Devirmi’ni dogmatik biçimde savunmamış oluruz. Çünkü; bir değişiklik ya da yenilik yapmış (önermiş) oluruz. Dogmatizm ise değişiklikle, yenilikle bağdaşmaz. Bu nedenlerden dolayı Devrimci Sol’un, iki iddiasını da bir arada savunmak, mantık tutarsızlığına düşmeyi göze almadan, olası değildir.

Devirmci Sol yazarları, bırakalım Diyalektik Mantığı, Aristo Mantığına sahip olsalar, bu tutarsızlığa düşmezlerdi. Yazık ki arkadaşlar, Aristo’nun biçimci mantığından bile yoksundurlar.

DS yazarları, Kıvılcımlı’yı, “Ekim Bolşevik Devrimi’ni dogmatik tarzda yorumlamak”la suçluyorlar. Bu suçlamayı yapanlar, Büyük Ekim Devirmi’ni ve Leninizmi, Kıvılcımlı’nın anladığının milyonda biri kadar olsun anlayabilmiş olsalardı bu kadar üzülmezdik. DS’li arkadaşlar Marksizm-Leninizmin temel prensiplerinden hemen hiçbirini doğru dürüst kavrayabilmiş değildirler.

Bu arkadaşlar daha düne kadar, finans oligarşisi ile emperyalizmin ayrı şeyler olduğunu sanıyorlardı. Bu nedenle de dergilerinin, gazetelerinin kapağında “emperyalizme ve oligarşiye karşı” diye bir ibareye yer veriyorlardı. Oysa emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Yani finans oligarşisidir. Dolayısıyla da bunlardan birine karşı olmak otomatikman diğerine de karşı olmak anlamını taşır. Emperyalizm ve mali oligarşi (finans oligarşisi) bir ve aynı olgunun değişik görüntüleridir. ya da adlarıdır. DS yazarları, Marksist-Leninist ekonomi politiğin ABC’si sayılan bu gerçekliği bilmeyecek kadar ekonomi politik bilgisinden yoksundurlar. Biz, onların bu yanlışını üç yıl kadar önce eleştirdik. Bugün, bu ibareyi Kurtuluş gazetesinin kapağında görmüyoruz. Onun yerini “zafer yolunda” ibaresi almış. Umarız bu bilinçli bir davranıştır ve arkadaşlar emperyalizmle oligarşinin aynı şey olduğunu artık öğrenmişlerdir.

Arkadaşlar, Leninci parti öğretisini de bilmiyorlar. Leninizm, Proletarya Partisinin, işçi sınıfı ile bağ kurmuş Marksist grupların birliğinden doğacağını söyler. Lenin’in Partisi de, dünyadaki devrim yapmış diğer partiler de böyle doğmuştur.

Arkadaşlar ise, bugün Türkiye’nin devrimci gruplarından yalnızca biri olmalarına rağmen kendilerini parti ilan ediyorlar. Böylece de, birliğe giden yolun üzerine engel koymuş oluyorlar. Bilindiği gibi bugün sol ortamda bir parti furyası vardır. DS’li arkadaşlar gibi, birçok sol grup kendini parti ilan etmiş durumdadır. Bunlara biz grup partileri diyebiliriz ancak. Bunlar, adlarının parti oluşlarına rağmen, gerçeklikte grupturlar. Çünkü yalnızca ad değiştirmekle gerçekliğin kendisini değiştirmiş olamayız. Olaya ya da varlığa uygun olmayan bir ad vermiş oluruz yalnızca. O ad gerçekliği dile getirmediğinden, yakıştırma bir addır. Sahte bir addır. Bugün sol ortamda görülen sözde partilerin de hiçbiri gerçeklikte parti değildir. Yalnızca adları partidir onların. Asılları ise gruptur. Gerçek parti ise bu grupların belirli prensipler çerçevesinde birleşmelerinden doğacaktır. Devrimci teori de, hayatın (devrimci kavganın) akışı da bunu emretmektedir. Ama arkadaşlar gerçek devrimci bilinçten yoksun oldukları için bunu görmemekte, anlayamamaktadırlar.

Hiç unutmayalım. Gruplar konağı, her grubun kendine parti adı vermesiyle değil; grupların belirli prensiplerde anlaşarak birleşmesiyle aşılabilir. Bugün yaşamakta olduğumuz gruplar konağı devrimci hareketin ilkellik konağında (aşamasında) olduğunu gösterir. Bu konaktan çıkışın yolu hareketin birliğini sağlamaktır. Birliği sağlar, gerçek devrimci partiyi yeniden örgütlersek, devrimci hareket modern konağa sıçratmış oluruz. Ancak o zaman modern dövüş verebiliriz.

DS’li arkadaşlar, yalnız partinin değil, cephenin de ne olduğunu, nasıl örgütlendiğini (kurulduğunu) bilmiyorlar. Gerçek bir Devrimci Cephe – Halk Cephesi – Halk Kurtuluş Cephesi hangi prensiplere göre örgütlenir bilmiyorlar. Arkadaşlar, kendilerinin hem parti hem de cephe olduklarını ilan ediyorlar. Parti de cephe de bir günde alınan bir tek kararla kuruluvermiş oluyor. Bu olay ya da iddia traji-komiktir. Parti ve cephe konusundaki korkunç bir cehaletin ve aynı orandaki bir megolomaninin açığa vuruluşudur.

Bir grup yalnız başına ne parti olabilir ne de cephe. Parti, Marksist-Leninist grupların belirli prensiplerde anlaşmalarıyla kurulur. Cephe ise o partinin önderliğinde, tüm halk örgütlerinin biraraya getirilmesiyle kurulur. Örgütsüz halk bölümleri örgütlendirilerek cephe içine alınır. Yani tüm halk bölümlerinin örgütlü biçimde cephe içinde yer alması amaçlanır.

Demek ki, cephe, halkın örgütlenmiş parçalarının biraraya getirilmesiyle oluşur.

Burada bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. Son yıllarda, burjuva-küçükburjuva aydınların dillerine doladıkları bir ibare var; “Sivil Toplum Örgütleri”. Bu söyleyiş burjuva bir anlayışın ürünüdür. Topluma sınıflarüstü bakışın ürünüdür. TÜSİAD, TİSK, LİONS KULÜP gibi örgütler de, Kuran Kursları, ortaçağcı tarikat örgütlenmeleri de “sivil”dir. Fakat bunlar halk örgütü değildir. Tersine halk düşmanı Finans-Kapital ve onun antika müttefiği olan Tefeci-Bezirgan sermayenin örgütleridir. Bu örgütler gerici karşı devrim cephesi ya da emperyalizm cephesi içinde yer alırlar.

Tekrarlayalım Halk Cephesi ya da Devrim Cephesi (Devrimci Güçler Cephesi) yalnızca halk güçleri ve halk örgütlerinin biraraya gelişiyle kurulur. Halk Cephesinin kuruluş amacı, gerici Emperyalizm cephesine karşı, kurtuluş mücadelesi vermektir.

Halk Cephesi, bir avuç Finans-Kapitalistler ve Tefeci-Beizrganların (bunların toplam sayıları üç bin civarındadır) dışında kalan, toplumun tüm parçalarını (bu parçaların bütününe biz halk diyoruz) bir araya getireceği için heterojen bir yapı oluşur.

Proletarya Partisi ise yalnızca Marksist-Leninistlerden oluşacağı için olabildiğince homojen bir yapıya sahiptir. Bu yönleriyle Parti ve Cephe zıt bir karakter gösterirler. Yani Parti olabildiğince homojen, Cephe ise olabildiğince heterojendir.

DS’liler bu prensiplerden habersizdirler. Bu nedenle de, kendilerini hem parti hem de cephe ilan etmekte bir sakınca görmemektedirler.

DS’lilerin korkutucu cehaleti ve hataları bu konularla sınırla kalmaz. Onlar Leninci devrim öğretisini de inkar ederler. Narodnizmi benimserler. Leninizmin, ortalama yüz yıl önce ideolojik ve politik alanlarda yenilgiye uğratarak mahkum ettiği Narodnizmi eşsiz-örneksiz devrim öğretisi sanırlar. Hiçbir bilimsel yönü olmayan bu teori, belki de DS’lilerin ideolojik kofluğuna ve boşluğuna denk düştüğünden DS’lilere şirin görünür. Yani DS’liler, devrim anlayışları açısından Leninist değil Narodniktirler. Yalnız DS’lilerin Narodniklere tümüyle de benzemezler. Bir farklılıkları var DS’lilerin. Narodnikler, ya Çar’a ya da Çar’ın generallerine suikastler düzenliyorlardı. Yani Narodnikler ya Şah’ı ya da Vezir’i hedef alıyorlardı. Bizim DS’liler ise genelde piyonlarla uğraşırlar. Bu nedenden Kıvılcımlı, bu anlayışlara; “Narodnik tavşanının suyunun suyu” der.

DS’liler, devrim anlayışlarında Narodnik olmalarına rağmen kedilerini Leninist olarak adlandırırlar. Narodnik devrim anlayışlarını ise şartların değişmesi ile açıklamaya çalışırlar. Yani revizyonizmin klasik inkar yöntemine başvururlar. Şartlar değişti, biz de bu yüzden teoriyi değiştiriyoruz, derler. Bu açıdan değerlendirdiğimizde DS’liler, en kötü revizyonistlerden ve oportünistlerdendirler.

DS’liler, biz revizyonistiz demezler tabii.. Kıvılcımlıyı dogmatik olmakta suçlarlar. Bugün bizlerle, DS’liler arasındaki farklılık, bizlerin dogmatikliğinden değil, DS’lilerin revizyonistliğinden kaynaklanmaktadır.

Kıvılcımlı, Lenin sonrasının en büyük Marksist-Leninistidir. Leninizmi en tam anlayan (tabii eylem kılavuzu olarak da kullanan) insandır. DS’li arkadaşlar, Kıvılcımlı’nın “Devrim Nedir?” adlı eserini önyargısızca okuma başarısını gösterebilirlerse, Leninci Devrim öğretisinin ne olduğunu belki anlayabilirler. Anlayabilirlerse, savundukları sözüm ona devrim teorisinin, Leninizmle bir ilgisinin olmadığını da açıkça görebilirler.

Kıvılcımlı, yalnızca Leninci Devrim Teorisinin ne olduğunu tam olarak anlamakla kalmamıştır. O teorinin genel prensiplerinin ışığında, Türkiye Devirmi’nin stratejisini de belirlemiştir.

Şimdi gelelim DS yazarlarının ikinci iddiasına:

Ordu sorununa Lenin Usta nasıl yaklaşır? İlkin onu görelim;

“Şüphesiz devrim bir kitle karakteri kazanmadıkça ve askeri birlikleri etkilemedikçe ciddi bir mücadeleden söz edilemez. Askeri birlikler arasında çalışmamız gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur. Fakat onların bir hamlede, ikna etmenin veya kendiliklerinden inanmalarının sonucu olarak, bizim tarafa geçeceklerini hayal etmemeliyiz. Moskova ayaklanması, bu görüşün ne kadar klişeleşmiş, ölü bir görüş olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Aslında askeri birliklerin tereddüt göstermesi, ki bu her gerçek halk hareketi için de kaçınılmaz bir olaydır, devrimci mücadelenin şiddetlendiği her zaman askeri birlikler içinde gerçek bir mücadeleye yol açar. Moskova ayaklanması, devrim ve gericilik arasında bocalayan askeri birlikler için, kanlı ve çılgın bir mücadelenin mükemmel bir örneği olmuştur. Bizzat Dubasov, Moskova garnizonunu teşkil eden on beş bin kişi içerisinde sadece beş bin kişinin güvenilebilir olduğunu beyan etmiştir. Hükümet kararsızlara çok çeşitli ve korkunç yollarla engel oldu; onlara ricada bulundular, övdüler, rüşvet verdiler, kol saatleri vs. hediye ettiler. votka ile uyuşturdular, yalan söylediler, tehdit ettiler, barakalara hapsedip silahlarını aldılar ve en az güvenilir olduklarından şüphelenilenleri ise ihanet ve şiddet kullanarak tasfiye ettiler. Bu durumda hükümetten çok geri kaldığımızı, açıkça ve çekinmeden itiraf etmek cesaretini göstermeliyiz. Biz kararsız askeri birlikler için hükümetin giriştiği ve kazandığı böyle saldırgan, verimli, cesur ve aktif bir çarpışmada emrimize amade güçlerden faydalanmayı başaramadık. Ordu içinde çalışmalar yaptık ve gelecekte bu çalışmaları, askeri birlikleri ideolojik olarak “tarafımıza kazanmak” için iki misline çıkartacağız. Fakat ayaklanma sırasında, askeri birlikler için maddi bir mücadelenin zorunluluğunu unutacak olursak sefil bilgiçler durumuna düşeriz.

“Aralık ayında, Moskova proletaryası bize askeri birlikleri ideolojik olarak “saflarımıza kazanmak” konusunda muhteşem dersler verdi” (Lenin, Moskova Ayaklanmasının Dersleri. Kitle İçinde Parti Çalışması, s.43-44)

Demek ki, “askeri birliklerin tereddüt göstermesi” “her gerçek halk hareketi için kaçınılmaz bir olay”mış. Ve “devrimci mücadelenin şiddetlendiği her zaman askeri birlikler içinde gerçek bir mücadeleye yol açar”mış. Bunları söyleyen yüzyılımızın en büyük devrim Ustasıdır. Biz kendimize Leninist diyorsak, Usta’nın bu söylediklerini ciddiye almak durumundayız. Aksi halde Leninistliğimiz boş bir laf olmaktan öte bir anlam taşımaz. Zaten hayatın akışı da Usta’nın yaptığı bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır.

İşte Moskova Ayaklanması sırasında, Çar ordusunun Moskova garnizonundaki askerlerinin ancak üçte biri “güvenilir” olabiliyor. Geriye kalan üçte ikisi ise devrimci hareketten etkileniyor ve gericilik için güvenilmez oluyor. Çar ordusu ki, o zaman dünyanın en gerici ordularındandır.

Büyük Ekim Devrimi’nde de bilindiği gibi Çar ordusu yine parçalanıyor. Ve bu parçalardan biri devrimciler safında yer alıyor.

Bizdeki ordu ise, Türkiye’nin tarihindeki bütün devrimlerde parçalanmış ve parçalardan biri devrimin ön safında yerini almıştır. Yani bizdeki ordu tarihimizdeki bütün devrimlerde aktif olarak rol oynamıştır. Bu rol alışın tarihçil ve sosyal köklerini, nedenlerini Kıvılcımlı eserlerinde, konuşmalarında ayrıntılıca ortaya koyar.

Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te ve en son 27 Mayıs’ta ordu gençliği hep ön safta yer almıştır. Yani vütün bu politik devrimlerde vurucu güç olarak rol oynamıştır. Bütün bu politik devrimler için olmamalıydı-gericidir, diyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır.

Kıvılcımlı konunun bu yönünü şöyle açar;

“Alalım Meşrutiyet’i; 1908 ihtilali… Kim yaptı? Hepimiz biliyoruz. Yani, Enverler, Niyaziler falan dediğimiz, dağa çıkanlar ve hürriyet kahramanı olanlar, büyük çoğunluğuyla ordu mensuplarıdır.

“1919’dan sonra, Anadolu emperyalist salgınına uğradığı zaman, öncü vurucu güç kim oldu? Sınıfı bırakıyoruz. Sınıfı, elbette küçükburjuva değil. Yani, Anadolu hareketinin sosyal sınıfı;

“Müdafaai Hukuk Cemiyetleri‘nde örgütlenmiş olan Türk burjuvazisidir. Ama Türk burjuvazisi o kadar pısırık, o kadar beceriksiz, o kadar ufuksuz bir sınıf ki, onun kendi sınıfsal eğilimiyle bir savunma yapması, akla bile gelmiyor.

“Onun için, Mustafa Kemal daha Samsun’dan Havza’ya gelip de, orada bazı konuları bazı insanlarla hemen 30 gün konuştuktan sonra, verdiği telgrafları okuyun. O telgraflarda iki şey var. Birisi, diyor ki; Müdafaai Hukuk Cemiyetleri orada varsa, koruyun. Kime diyor bunu? Askerlere diyor, oranın askeri kumandanlarına. Yoksa, siz kurun o cemiyetleri, diyor. Yani açıkça, şifreli… Nutkunda da vardır. Nutkun döküman kısmında da vardır. Bunları söyler.

“Bir taraftan sınıfı, -ki o zamanki öncü durumda gördüğü sınıf Anadolu burjuvazisidir, – onu örgütlüyor. Fakat onun ciddiye alınmayacağını da deneyleriyle biliyor. Kendisi, asker olarak, bütün öteki ordu, tümen, kolordu kumandanlarına, (kendisi Ordu kumandanı durumunda) sıkı sıkı talimat veriyor. Memleket, vatan elden gidiyor. Devlet mahvolacak. Bunu korumak için elbirliği edelim ve davranalım, diyor.

“Nitekim bu tutuyor. Ve o zamanki ordu gençliği, – Mustafa Kemal de o gençlerden biridir -, bildiğimiz gibi; Anadolu Milli Kurtuluş hareketinin teşkilatçıları oldular, örgütleyicileri oldular ve önde giden vurguncu gücü oldular.

“En son 27 Mayıs; gene bildiğimiz gibi, bir Ordu vurucu gücünün, bir gece yarısı baskın ve sürpriz davranışıyla bir değişiklik, bir siyasi devrim yapması biçiminde oldu.

“Yani, bütün bu olayların hangisi geridir? 1908, iyi kötü bir müstebitliği yıkmak anlamında, bir Meşrutiyet’e gitmiştir. Hiçbir zaman bizim anladığımız Sosyal Devrim değil, ama Politik Devrimdir. Bunun öncü vurucu gücü Ordu olmuştur. Şimdi biz bunu inkar mı edelim? Bu bir olay. Bunu görmemek elimizden nasıl gelir?

“Tıpkı bunun gibi, 1919-23 olaylarında, Milli Mücadele’de gene Ordu önde vurucu güçtür. Ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptığı; siyasi Cumhuriyet Devrimi, bir devrimdir. Ama, bizim anladığımız manada Sosyal Devrim değil, siyasi devrimdir. Onu yapmamalı mıydı? Ve bu bir geri hareket midir? Onu biz tanımayacak mıyız? Yani, böyle bir şey yoktur, nasıl diyebiliriz?

“27 Mayıs. Gene öyle. Kediye göre budu, küçük, belki beğenmediğimiz falan tarafları var, ama bir siyasi devrim oldu. Ve o zamana kadar işçi meseleleri, sosyalizm meseleleri Türkiye’de ağıza alınamaz, tabu konularken; şimdi, gördüğümüz gibi, her yerde tartışılabilen konular haline geldi. Belki onların, 27 Mayıs’ı yaparken akıllarından böyle bir şey de geçmemiş olabilir. Ama, bir devrim hareketi yaptıkları için, o devrimin mantıki sonuçları, onların daha düşünmediği biçimde, Türkiye’de bir gelişim yapmıştır.

“Şimdi, buradan çıkaracağımız sonuç. Elbette, siyasi devrimler, bir Sosyal Devrim değildir. Ama Marksizm anlayışına göre, her siyasi devrim; Sosyal Devrime doğru giden, işte o yokuş, yol diyelim, o yolun içinde belirli basamaklardır.

“1908’de bir basamağı atlamıştır, 23’te Cumhuriyet’le ikinci basamağı atlamıştır, 960 27 Mayıs’ında üçüncü basamağı atlamıştır. Ve bu basamaklarda, hiç değişmeyen bir kural olarak, hep; Ordu vurucu gücünün önde gittiğini görüyoruz.

“Arkasında hangi sınıf var? Ordu, zaten bir sınıf bilinci taşıyan bir örgüt değildir. Bırakın, sınıf bilinci taşımasını, siyasi bilinç taşıyan bir örgüt değildir. Biliyoruz, Kanunlar; Asker siyasetle uğraşmaz, diye meşhur burjuva formülünü bir kutsal hakikat gibi zorunlu kılmıştır.

“Asker siyasetle uğraşmaz. Ama bütün siyasi devrimleri asker yapar. Bu bir çelişki. Bu çelişkinin anlamı, bizde Ordunun, – Sosyal Devrimi değilse bile. – politik anlamdaki devrimlerin önde gelen Vurucu Gücü olduğunu ispatlıyor.

“Bu bir olay, bir realite, bir gerçeklik. Şimdi bunu bizim ele alıp bir aydınlatma yapmamız.. Yani Marksistçe korsak bu olayı, önce aydınlatacağız. Ordunun bu Vurucu Gücünün acep tarihsel bir kökü ve anlamı var mıdır? Bir de, bugün için bu anlam varsa, bu anlamdan ne biçimde yararlanabiliriz? Ve bugünkü Sosyal Devrime gidişte, ne ölçüde o istidad, yahut bu eğilimi kullanabiliriz? Değiştirerek tabi.” (5 Mart Tartışmalı Toplantısı, Ankara)

“Bugünkü Türkiye’nin ordusunda böyle bir devrimci gelenek varsa ve bu gelenek ciddiyse, bunun karşısında bizim tutumumuz ne olacak? Problem bu. Yoksa: Ordu kimin ordusudur? Öne tepeden kim atar? CIA ajanı girmiş midir? Tabii girecek. Armut mu toplayacak? Ama biz devrimciler, bunun karşısında: Bu nasıl olsa CIA ajanlarının emrindedir, burjuva devletidir, binaenaleyh vur abalıya dersek… Ordu küçükburjuvadır, çocuklar. Yani, küçükburjuvanın karakteristiğini biliriz. Küçükburjuvazi, küçük mülk sahipleri: bir uçtan, bir uça gider. Biz de küçükburjuvayız ya, yani aydınlar da. Biraz modernce şeyimiz var, kabuğumuz, ama biz de öyleyiz. Ve onun için zaten karşımızda bütün çarpışanlar da, bir uçtan bir uca gidiyorlar. D… arkadaşın örnek verdiği gibi. Yani bir yerde kalmıyorlar. Bu, küçükburjuva dediğimiz insan kümesinin alın yazısı. Ordu da böyledir.

“Şimdi, Ordunun bu yapısı, küçükburjuva yapısı gözönünde tutulursa: Devrime de gider, Faşizme de gider. Biz onun devrime giden yanını değerlendirmek, tutmak ve elimizden gelirse kazanmak zorundayız. Ve bunun için ama, sadece ona küfretmekle, yani Orduya karşı çıkıp aramızı bozmakla hiçbir şey kazanılmayacağını, tam tersine onu kazanmak için ayrıca bir savaş vermek gerektiğini unutmayacağız. Yani bizim bilincimiz bunu emreder.

“Ordudan bu bilinci bekleyemeyiz. Ordu küçükburjuvazidir. Binaenaleyh, o zamanın ağır basan eğilimi hangi tarafa ise, o yönde silahını çeker bir savaş yapar. bunun sonucu sosyal sonuçları onun için o kadar önceden planlaştırılacak sonuç olmaz. Çünkü Ordumuzun yetiştirilmesi, demin de söyledik: Lasiyasi’dir, yani siyasetle uğraşmaz Ordu. Niçin? Onu biliyoruz. Bir avuç vurguncu Finans-Kapitalist, Tefeci-Bezirgan: Ordunun içinde belirli tepelerdeki bir avuç insanı eline geçirdi mi, onu istediği gibi kullanabilir. Onun için…” (a.g.y.)

Ordunun devrimci geleneğe sahip olan bölümü ordu gençliğidir. Ordu fosilleri dediğimiz paşalar ise bu geleneği taşımazlar. Paşalar, parababaları ile kaynaşmışlardır. Bu yüzden, paşalar ordunun burjuvalarıdır. Kıvılcımlı; İsmet İnönü ve benzeri rol oynayan paşaları eleştiren bir yazısında bu konuyu şöyle koyar;

“Paşa-Kişilerin Sınıf Rolleri

Ya kimi paşaların o akıntıya kürek çekişleri, ne anlam taşır?

Örneğin İ. İ. Paşa: (Finans-Kapitalist beyleri ve Tefeci-Bezirgân hacıağaları olmak şartıyla) kişileri “kuyunun dibinden” çıkardiğı gibi, “demokrasi” adını verdiği şeyi de ikide birkuyudan çıkarmak için uğraşıyor. “Bir gün bir asır kadar uzun” geliyor kendisine. O yüzden, üç günde tam üç birbirini çürüten “Tez” ortaya atıyor. Paşaya göre, bu günden yarına yüz yıl geçtiği için, bir gün önce söylediğini ertesi gün herkesin unuttuğuna inanarak, rahatlıkla tersyüz olmak olağandır.

Bu kerte dengesiz oynaklık neden Keramet sayılıyor? Çünkü, İşveren sınıfının sıfır numara kişiliksizliğinden çıkan sosyal boşluk, o sınıftan gelmeyen paşaların abartmalı kişilikleriyle doldurulmak gerekiyor… Kişiler nasıl oluyor da, içinden çıkmadıklan sınıfların boşluğunu doldurabiliyorlar? Çünkü sonradan gelme ve yapma da olsalar, o kişiler, zamanla artık işveren sınıfı ile bütünleşiyorlar. Milli mücadeleye girmeden üç beş dönüm toprağa özenen İ. İ. Paşa’nın bugün “yüz milyonları” tefe konuluyor. Demek bizde bürokrat burjuvazi, Batıdaki girişkin sanayici burjuvazinin yerini tutabiliyor.

“Bu yüzden en çarıksız halk çocuğıı tepeye tünedi mi içinden çıktığı kabuğu tekmeleyebiliyor.” (Sosyalist, sayı 21, 23.3.1971 [Hükümet – Sınıf – Ordu başlıklı yazısı, T.D.])

“Devlet genel olarak yalın tanımı ile egemen sınıf elinde Silahlı adamlar ve Cezaevleri örgütüdür.” (Kıvılcımlı, a.g.y.)

Ordu egemen sınıfın elindeki bir örgüttür. Ordu örgütü devletin bir parçasıdır. Ordunun görevi, egemen sınıfın sınıf çıkarlarını ya da sosyal düzenini korumaktır. Fakat ordunun kendisi burjuva değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi paşaları burjuvadır ordunun. Geri kalan geniş bölümü ise halkın bir parçasıdır. Ama halkın içine en zor işlenen parçasıdır. Çünkü burjuvazinin sıkı örgütsel denetimi-disiplini vardır bu halk bölümü üzerinde. Ordu, devrimci propagandaya karşı en kapalı ve koruncaklı tutulan halk parçasıdır. Ama yine de halkın bir parçasıdır. Orduda hizmet edenler de halk çocuklardır.

Ordunun bu geniş bölümü sosyal sınıf yapısı bakımından küçükburjuvadır. Küçükburjuva, Kıvılcımlı Usta’nın dediği gibi faşizme de gider, devrime de. Biz onun devrime giden yanını değerlendirmek tutmak ve elimizden gelirse kazanmak zorundayız. Bizim devrimci bilincimiz bunu emreder.

Devrimci hareket, ileride bir kitle karakteri kazandığında, on milyonlar devrimci saflarda ordulaştığında, devrim ordusu kurulup devrim için hazırlıklarını yaptığında, burjuva ordusu kaçınılmaz bir biçimde bu durumdan etkilenecektir. Ve çatırdayarak parçalanacaktır. Bu parçalardan biri gelip devrim cephesinde, işçi sınıfının yanında yer alacaktır. Bu parça ordu gençliğinin oluşturduğu parça olacaktır.

Kıvılcımlı’nın ordu konusundaki yaklaşımı özetçe budur.

Gördüğümüz gibi bu yaklaşım, Leninist anlayışla tam bir uyum içindedir. Leninci öğretinin Türkiye koşullarına uygulanmasıdır bu değerlendirme. Dolayısıyla bu değerlendirme, işçi sınıfı biliminin kılavuzluğunda yapılan bir araştırmanın ortaya çıktığı bir sonuçtur. Dolayısıyla da ordu konusundaki biricik doğru yaklaşımdır. Bu bilimsel değerlendirmeyi, işçi sınıfı biliminden habersiz olanlar anlayamazlar.

Ordu, bugün burjuvazinin elinde bir alettir. Öyleyse kahrolsun ordu diyerek küfürler yağdırmak devrimci harekete bir şey kazandırmaz. Çünkü biz sürekli küfürler yağdırırsak, ordu hep burjuvazinin safında kalır. Bu da burjuvazinin işine gelir.

Biz, devrimin arifesinde ordunun kaçınılmazca parçalanacağını ve bu parçalardan birinin devrim saflarına katılacağını bilir ve ona uygun politikalar üretir, çalışmalar yaparsak, ordu sorununa doğru yaklaşmış oluruz. Bu yaklaşımdan devrimci hareket yarar sağlar. Çünkü hareketin işi kolaylaşmış olur. Ordu, bizden daha çabuk etkilenir ve parçalanır. Devrime katılan parçada yer alan askerlerin sayısı da daha fazla olur. Yani daha çok asker bizden etkilenir. Bu da devrimin acılarını ılımanlandırır ve zafere giden yolun biraz daha kısalmasına neden olur.

DHKP-C’li arkadaşlar, devrim anlayışı konusunda, Narodnik değil de Leninist olsalardı Kıvılcımlı’ya bu konuda eleştiri yöneltmeye kalkmazlardır. Devrimin tüm sorunlarında olduğu gibi, orduya yaklaşım sorununda da biricik doğru değerlendirmenin on yıllarca önce, Kıvılcımlı tarafından yapılmış olduğunu görürlerdi.

Hep söylüyoruz, Kıvılcımlı’yı anmak için öncelikle Marksist-Leninist olmak gerekir. Ama sözde değil özde…

,
2 comments to “Devrimci Mücadele – “Devrimci Sol – Kurtuluş Kıvılcımlı’yı anlamamakta Diretiyor””
  1. 15 Temmuz’da gördük ordunun ilericiligini. Siz daha orduya sinen tarikatlardan bihaber bir oluşumsuzunuz. 1971 muhtırasıyla ne ordunun ne de polisin ilerici hiçbir yanı kalmamıştır. Üzgünüm hevesinizi kırmak istemezdim.

    • Merhabalar, yorumunuz için teşekkür ederiz. Ancak olayı eksik olarak algıladığınızı düşünüyoruz. Öncelikle, Hikmet Kıvılcımlı ve devamcıları olarak bizler TSK’nın günden güne gericiler tarafından hiç edildiğini tespit etmekteydik ve bunu Kanunsuzlar adlı kitap serisinde ortaya koyduk. Hatta 15 Temmuz sonrası eylemlerden şu anlaşılmalı ki TSK’nın içindeki Mustafa Kemal gelenekli tüm birimler yıldırma yöntemi ile tasfiye edilmiştir. 15 Temmuz sonrası Harp Okulu davalarını izlerseniz, ne demek istediğimi kavrayabilirsiniz. Dolayısıyla TSK bir site güvenlikçisi konumuna getirilmiştir, mevcut subaylar artık günlerini geçirmeye çalışan kişilerdir. Dolayısıyla eleştiriniz bizim değerlendirmemizi maalesef kapsamamakta.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir