Burjuva Üretim Biçimi ve Tüketim Toplumu

PDF İzle & KaydetYazdır

kapitalizm-tuketim-toplumuBu yazıda, üretim ilişkileri altında ideolojinin, sanatın ve bireyin nasıl şekillendiği gösterilmeye çalışılmaktadır. Elbette bireyi tek başına, toplumsal koşulları altında incelemek yeterli değildir fakat bireyin oluşumunda, toplumsal koşulların önemi yadsınamaz bir gerçektir. Bu yazıda Marksist terminoloji ve önermeler kullanılarak bu gerçek analiz edilmektedir.

Yazıya başlamadan önce, çokça kullanacağımız “üretim güçleri” ve “üretim ilişkileri” kavramlarına yazıyı netleştirmek adına kısaca değineyim. Marksist terminolojide üretim güçleri, her türlü üretim aletleridir. Üretim ilişkileri ise, üretim aletlerinin ve ürünlerin nasıl paylaştırıldığıdır.

TOPLUMLAR TARİHİNE BAKIŞ

İlkel döneme genel bir bakış

Birey toplumsal koşullardan bağımsız mıdır, bireyi oluşturan faktörler nelerdir? Bu soruların cevabı, her dönemin (İlkel, köleci, feodal, burjuva olmak üzere) toplumsal koşullarının nesnel analizinde yatmaktadır. Bireyi şekillendiren, o toplumun üretim güçleri ve üretim ilişkileridir. İlkel dönemi ele alırsak, o dönemin üretim güçleri; taş, mızrak, ok ve toplayıcılığa yarayan aletlerdir. Bu üretim güçleri ile ilkel komünizm dediğimiz bir üretim ilişkisinin doğması zorunludur çünkü; henüz artı-ürün dediğimiz, bireyin tek başına tüketebileceğinden fazla ürün ilkel dönem üretim güçleri ile üretilemiyordu böylelikle artı-ürünün nasıl paylaştırılacağı problemi henüz ortada yoktu.  İlkel dönem insanlarının düşünceleri, siyasi yapılanmaları ve hatta aile kurumu bile, bu üretim güçleri ve ilişkileri doğrultusunda şekillenir.

İlkel dönem aile yapısı

Aile de, tıpkı ideoloji ve sanat gibi durağan olmayan bulunduğu dönemin toplumsal şartlarına göre form alan dinamik bir yapıdır. İlkel dönemde toplumsal emeğin gelişmişliği ve üretim aletlerinin ilkelliği gens bireyleri arasında yüksek bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır doğa karşısında savunmasız ve doğayı dönüştürmek için ilkel üretim aletlerine sahip İnsan toplulukları kalabalık ve işbirliği içerisinde olmalıdır. Morgan’ın ‘’Hetarizm’’ diye adlandırdığı grup halinde evlilik yani bir grup kadın ile bir erkeğin çok eşli evliliği İlkel dönemde yaygındır bu tarz evlilik biçiminde kadın çok-kocalı erkek çok-karılıdır böylelikle bireyler arasında kıskançlık minimum seviyeye inmiştir. Durumun anlaşılması için bir karşılaştırma yapmak gerekirse: Aslanlar çok-karılı biçimde yaşar, bu yüzden aslan sürüleri tek erkeğe izin verir ve genelde sürüdeki birey sayısı azdır ne var ki Aslanlar güçlü büyük yapıları ve hızları sayesinde bu tarz sürüler ile hayatta kalabilirler ama İlkel insan için bu olanaksızdır. Emeğin gelişmişliği ve aile yapısı arasında ki bağıntıyı Engels şöyle vermiştir: “Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların için­de yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yan­dan emeğin, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ta­rafından belirlenir. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar dü­şük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu toplumun sahip bulunduğu ser­vet ne kadar az ise kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerin­de o kadar çok belirleyici görünür.” (1)

Köleci Döneme Genel Bir Bakış

Tarım devrimi ile yerleşik hayata geçilmiş ve yeni üretim güçleri sayesinde bireyler “artı-ürün” denilen kendisinin tüketebileceğinden daha fazla ürünü üretebiliyor hale gelmiştir. Böylelikle, artı-ürünün nasıl paylaştırılacağı problemi ortaya çıkmıştır. Bazı bireyler toprak ve köle sahibi olmaya başlamış, ilkel toplum yerini köleci topluma bırakmıştır. Yeni üretim güçleri, kölenin sömürülmesine dayanan yeni bir üretim ilişkisini ortaya çıkartmıştır. Peki üretim ilişkileri bireyi şekillendirene kadar ideolojiyi, dini ve hukuku nasıl şekillendirir? Köleci dönemde devrimci unsurlar hariç, bireyler köleciliğin ahlaksız ve insanlık dışı olduğunu düşünmezdi. Köleci dönem hukuku, köle sahibi olmayı meşru kılacak biçimdeydi ve köleci dönem dinleri köleciliği yasaklamıyordu çünkü; köleci dönemin egemen sınıfları, çeşitli yöntemlerle düzenin devamını bu yol ile sağlıyordu. Köleci toplumlarda sömürü köle emeği üzerindendir. Üretim araçlarından yoksun olan köleler, en ilkel haklardan da yoksundular. Bu durum da ideolojik olarak Tanrı Krallar ile desteklenmişti.Köleci sistemin devamlılığı için, tüm sömürücü devletlerin ortak özelliği olarak, fetihler yapılıp esirler köleleleştirilirdi. Hukuk da ideoloji de din de üretim ilişkilerine ve egemen sınıfa göre şekillenir. Böylelikle üretim ilişkilerinin ideoloji, din ve kültür gibi yapıları da şekillendirdiğini gözlemlemiş oluyoruz.

Sınıflı toplumun ortaya çıkışı ile insanlık tarihi, bazı sınıfların yükselişi ötekilerinin yok oluşu, acımasız bir sınıf savaşımının tarihi haline geldi. Köleci toplumun bütün tarihi, sınıflar arası kavgalarla, her şeyden önce kölelerle efendileri arasındaki çatışmalarla doludur. Sınıf savaşımı, sınıfların ekonomik durumlarının ve çıkar çelişkilerinin kutuplaşmasının sonucudur. Emekçiler doğa karşısında ve sömürücüler karşısında güçsüzdüler. Bu durum halk yığınlarının bilincinde egemen sınıf ideolojisinin yerleşmesi için uygun bir ortam yaratıyordu ve idealist bir dünya anlayışı benimsenmişti. Ancak köleler kendi dönemlerinin devrimcileriydi. .Efendilerinin mülkü olan, kendileri mülkten yoksun bulunan, görülmemiş bir sömürüye boyun eğen kölelerin, kendilerini bu duruma sürükleyen üretim tarzını ve siyasal rejimi ortadan kaldırmakta çıkarları vardı; oysa efendiler, tersine, bu üretim tarzını ve siyasal rejimi koruyorlardı. Ancak tarihin tekerleri döndü ve bu dönem de yerini bir başkasına bıraktı.

Feodal Döneme Genel Bakış ve Kapitalizmin Ortaya Çıkışı

Büyük sömürü imparatorluklarının yıkılması ve mutlak otoritenin çözülmesiyle birlikte feodal düzene geçildi. Temel geçim kaynağı toprak olan bu düzende ‘geçimlik tarım’ denilen faaliyetler yapılırdı. Toplumsal iş bölümü az ve herhangi bir işte uzmanlaşmış bir üretici kesimden söz etmek oldukça zor. Köleci düzene göre daha ilerici bir adım olmasıyla birlikte tamamıyla insanların özgürleştiğini söyleyemeyiz. Bu dönemde köleler özgürleşti ancak topraklar ve üzerinde yaşayan nüfus hala soylunun malı olarak varlık sürdürmekteydi. Soylu toprak sahipleri üretim sürecinde köylüye tamamıyla baskı uygulamazken kendi toprağı olan ‘’demesne’’lerinde belli günlerde karşılıksız olarak çalışma zorunluluğu getirmişti ve bununla birlikte toprak sahibine vergi ödemekteydi. Bu durum çok açık bir sömürü ilişkisini göstermektedir. Serflik, kölelik ile özgür insan arasında konumlanmıştır. Bu ekonomik düzenin korunmasında kilise önemli rol oynamıştır. Feodal düzende, son dönemlere kadar en büyük topraklar kiliseye aitti ve bu kuşkusuz onları otoritenin kaynağı yapıyordu. Bütün toplumun üzerinde gücünü tanrıdan olan bir kurum olarak kurgulanmıştı. Topraklarının devamlılığı bağışlar üzerinden sağlanıyordu. Kilise geleneksel toprak devamlılığının dayanağını oluşturuyordu. Siyasi şahısların da belli konumlara getirilmesi için cömertçe bağış adı altında rüşvetler verilirdi. Toprak bütünlüğünün korunması için aile, miras, kadın-erkek ilişkileri üzerinde her türlü kararı verme yetkisini tanrıdan alıyordu. Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağının etkisiyle bilgi daha geniş kitlelere yayıldı. Yeni dinsel anlayışların şekillenmesi, feodalizmin ana ideolojik kaynağı olan desteğin elinden alınması demekti. Dinin bireyselleşmesi, kiliselerin otoritesini kaybetmesiyle birlikte olmuş ve  ulus devletlerinin ortaya çıkması, coğrafi keşiflerle birlikte yeni dünya pazarlarının kurulması kapitalizmin gelişmesine uygun dinamikler oluşturmuştur. Amerika’da altın ve gümüşün bulunmasıyla yerli halkın çeşitli soykırımlarla kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi; Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye başlanması, Afrika’da kara deri ticaretinin av alanı haline gelmesi kapitalist üretim çağının şafak işaretleriydi. Avrupa dışından talan, köleleştirme, katletme yoluyla ele geçirilen servet ana yurtta sermayeye çevrilerek ilkel birikim elde edildi. Feodal düzenin çözülmesiyle feodal beyler kırda çeşitli hukuki önlemler alarak düzenlerini sürme çabasına girmişlerse de ne var ki tarihin tekeri dönüyordu. Çünkü ilk taş atılmış ve köylerden bağımsızlaşma başlamıştı. Topraksız kalan köylü kente göç etmek zorunda kalmış kırsal alandan kente doğru göçler artmıştı. Bu süreç bir enerji birikimi ve yoğunlaşma süreciydi. Bu noktada kapitalizmin gerekliliği diyebileceğimiz bir durum söz konusudur: Yıkıcılık ile potansiyel aynı yerdedir. Topraklarından kopartılan, açlığa, sefilliğe mahkum edilen insanlık, kentler için (ilk dönemde istenmeyen ama daha sonra ihtiyaç duyulan) önemli bir yapısal unsurdu. Bu dönem kelimenin tam anlamıyla bir güç biriktirme dönemiydi. Hem kentin yapılandırılması hem de üretkenliğin artışına olanak sağlaması açısından böyleydi. İnsanlığın uyanışı, topraktan başını kaldıran insanlığın büyük dönüşümler için yüzler binler halinde ölerek sıraya dizilmesi dönemiydi. Şehirde serseriliğe ve aylaklığa karşı çıkarılan yasalarla desteklenmiş, kente gelen yoksul nüfusun ne kadar ücret verilirse verilsin, karın tokluğuna çalışarak sömürülmesinin önünü açmıştı.

Kapitalist üretim biçimleri 14-15.yy.larda Akdeniz kentlerinde rastlanmasına rağmen başlangıcı 16.yy.dır.Kapitalistleşmeye karşı direnç etkinliğini yitirmiş, İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin iki dalga halinde ortaya çıkmasıyla artık kapitalist üretim ilişkileri yerini sağlamlaştırmıştır. Böylece işçiler kitlesel olarak emek gücünü işverenlerine satmaya başladılar. Bu üstü örtülemez sınıf savaşımı hızla ekonomik çelişkileri içinde barındırarak gelişti.19.yy Marx ve Engels’in  Manifesto’da belirttikleri üzere büyük ilerici güce sahne oldu ve bu enerji burjuvazinin yıkıcılığıyla birlikte yeni bir dünya düzeni kurmak için gerekli koşullar şekillendirmişti. Marx ve Engels burjuva çağını Manifesto’da şu şekilde anlatıyor: “Üretimin sürekli devrimci dönüşümlere uğratılması, tüm toplumsal koşulların kesintisiz şekilde sarsılması, sonu gelmez belirsizlik ve hareket, burjuva çağını diğer tüm çağlardan ayırır. Tüm sabit, küflü ilişkiler, beraberindeki eskiden saygıdeğer bulunan düşünceler ve görüşlerle birlikte çözülüyor; yeni oluşmuş olan tüm ilişkiler daha kemikleşmeden eskiyor. Sabit ve durağan olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar sonunda yaşam koşullarına ve karşılıklı ilişkilerine ayık kafayla bakmak zorunda kalıyor” (2)

Burjuva Üretim Biçimine Genel Bakış

  Feodal üretim tarzından, burjuva üretim tarzı ve burjuva üretim ilişkilerine geçişle birlikte bireylerin ve toplumsal ilişkilerin nasıl değiştiğini Karl Marks şöyle ifade ediyor: “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘’doğal efendiler’’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı ‘’ nakit ödeme’’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece çoşkunun, dar kafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi” (3)

Sanayi devrimiyle birlikte üretim güçlerindeki değişim, yeni üretim ilişkilerini doğurdu, yeni üretim ilişkileri burjuva ve proletarya olmak üzere sınıfları, burjuva ideolojisini ve yeni sanat anlayışını şekillendirdi. Tüm bu öğeler ise burjuva toplumu bireyini oluşturmaktadır.

Kısaca burjuva tarzı üretimi inceleyelim. Burjuva tarzı üretimde, işçinin iş gücünü gasp etmiş kapitalist, her zaman kâr elde etmek ve diğer kapitalist rakiplerini saf dışı bırakmak ister. Bunun da en etkili yöntemi emekçinin ücretini düşürmek veya üretim maliyetini düşürmektir. Makineleşmeyle birlikte, aynı üründen daha az zaman içerisinde daha fazla üretilebilir, bu yolla üretimin maliyeti düşmüş olur. Rakiplerini saf dışı bırakmak isteyen bu kapitalist ürünün fiyatını düşürür, öteki rakip kapitalistlerin de aynı makineleri kullanmasıyla fiyat tekrar düşer. Kapitalistler arasındaki bu mücadele sürdükçe, büyük işler daha büyük işlere yol açar ve bu üretimde bir anarşiye ve aşırı üretime sebep olur. Karl Marx bu konu hakkında ise şöyle der:’’Bir kapitalist, ancak daha ucuza satarak, başka bir kapitalisti bu alandan sürüp atabilir ve onun sermayesini ele geçirebilir. Batmadan daha ucuza satabilmek için, daha ucuza üretmek, yani emeğin üretken gücünü mümkün olduğu kadar artırmak gerekir. Ama emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir iş bölümü ile, makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden, kapitalistler arasında, işbölümünü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçülerde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar.’’ (4)

 

Köleyi ‘’sesli alet’’ olarak tanımlayan Antik Romalılardan bu güne ne değişti? Yıllar öncesinde bilim ve teknolojinin ilerleyişiyle verimlilik artacak insanlar kendilerine doğalarına dönüp sömürü zincirini kırıp kısa çalışma saatleriyle özgürce yaşam sürdürebileceklerdi. Bilimsel olarak bakıldığında bu kulağa epeyce mantıklı geliyordu ancak gerçekte durum çok farklı gelişti. Daha önce Marx ve Engels’in de öngördüğü gibi yeni teknoloji işçilerin tüm yaşamını olumsuz etkiledi. Komünist Manifestoda Marx ve Engels şuna işaret ediyorlardı: ’’Yaygın makine kullanımı ve işbölümü yüzünden, proleterin işi tüm bireysel karakterini ve dolayısıyla işçi açısından tüm cazibesini yitirir. İşçi makinenin bir eklentisi haline gelir ve ondan istenen tek şey, yalnızca en basit, en monoton ve en kolay edinilen hüner olur.’’ (5) Böylece işçi adeta seri üretim bandının bir parçasıymış gibi işlev görüyor ve yaşamının bir parçasını satıyor. Charlie Chaplin’in en popüler filmi olan  ‘’Modern Zamanlar’’ bu durumun canlı bir tasvirini gözler önüne serer. Orada işçiyi resmen üretim bandının biyolojik açıdan canlı olan bir parçası ‘’sesli alet’’ olarak görmek mümkündür. Bu yeni teknoloji sadece sanayi alanında kalmayıp diğer alanlara da sirayet etmektedir. Beyaz yakalı işçilerin de şartlarının günden güne kötüye gitmesine sebeptir. Okulda, hastanede, büroda aynı monotonlukta ve aynı işsizlik güvensizliği ile yaşam mücadelesine devam etmektedirler.

Aşırı Üretim ve Tüketim Toplumu

   Aşırı üretim sonunda kapitalistin kâr edebilmesi için, tüketim gücü olan, tüketmeye meyilli bir toplum gereklidir. Bu ürünler tüketilmedikçe kapitalist kâr edemez ve batar. İnsanları manipüle etmek ve ürünleri sloganlaştırıp tüketimini artırmaya dayalı olan modern anlamdaki reklamcılık tam da kapitalistin, aşırı üretim sonucunda ürünleri satma ihtiyacından doğmuştur. Büyük kapitalistler için reklam vazgeçilemeyecek kadar önem taşır çünkü aynı üründen aşırı biçimde üreten yüzlerce farklı firma vardır. Bu ürünler, marka adı altında toplumun farklı tüketim gücünde olan bireylerine hitap eder. Bu durumda kapitalist, ürününü yaymak zorundadır bunun vazgeçilmez koşulu ise reklamcılıktır. Böylelikle adım attığımız her yerde, bizi manipüle etmeye uğraşan reklamlara maruz kalırız. İzleyicisinin çokluğuna göre televizyonların, bulunduğu konuma göre duvarların, reklam piyasası için üretilmiş reklam panolarının reklam bedeli değişmektedir. Binaların caddeye dönük taraflarına bile reklam alarak tüketimi körüklemektedir. Öyle ki umarsızca tüketmenin hazzı ders kitaplarına bile girmiş genç beyinleri etkilemektedir. 3. sınıf Türkçe kitabındaki bir okuma parçasında yer alan satırlar durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “Ekin, özellikle her şeyin bulunabildiği büyük marketlerden alışveriş yapmayı seviyor. Binlerce ürün, tekerlekli arabalar, elbette bisküviler, şekerler Ekin’i çok heyecanlandırıyor. Adeta paten yaparcasına marketin rafları arasında oradan oraya gidip geliyor. Hatta geçen yıl gittiği Disneyland’deki kadar eğlenebiliyor. O yüzden evde malzemelerin bittiği günü iple çekiyor. Genelde markete hafta sonları babası ve annesiyle gidiyorlar. Elbette bu arada Ekin kendi listesini de çıkarıyor. Ailesi ‘’Haydi!’’ dediğinde, Ekin de hızla hazırlanıyor. Listesinde genellikle kırtasiye malzemeleri ve bazı yiyecekler oluyor. Bu marketler, gerçekten de çok fazla malı aynı anda bulundurabiliyorlar. Tek yere gidip birçok şeyi alabilmek, satın alabilmek daha ekonomik. Hem de daha az yorucu. Kısacası dışarıda olduğu gibi kasaptan manava, bakkaldan kırtasiyeye gitmek zorunda kalmıyor.”(6)

Kapitalizmde Sanatın Değeri ve Kâr İlişkileri

Kapitalizmin sanata düşmanlığı üstü örtülemez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.Sanata düşmanlık kapitalizm öncesi dönemlerdekinden farklı olarak, günümüzde yazarın emeği fikir ürettiği ölçüde değil yayıncısının cebini doldurduğu ölçüde kıymetlidir. Metanın dolaşım sürecinde olduğu gibi meta haline getirilen sanat nesnesi de kapitalist kültür-sanat pazarında dolaşıma girer. Sanatsal metanın dolaşıma girme biçimi, her sanat alanının özelliğine göre farklılık göstermektedir. Bir tablonun, bir filmin, bir heykelin, bir romanın, bir şiirin, bir müzik eserinin, bir operanın, bir oyunun… dolaşım süreci kendi özelliğinden dolayı farklılıklar göstermektedir. Günümüzde emperyalist kapitalizmin baş kentlerinde sanata ve kültüre müdahile edilmektedir. Kâr amacı ile tekelci sermaye grupları çeşitli sanat etkinliklerinin düzenleyicisi veya sponsoru oluyor.Bu şekilde çağdaş, kültürlü ve sanattan anlayan bir imaj yaratarak kendi reklamlarını yapıp gündemde kalıyorlar. Böyle işler ulusal kanallara parayı bastırıp reklam yayınlatmaktan daha itibarlı bir yöntem oluyor. Bu vesileyle sanat yine belli bir zümreyle özdeşleşiyor ve halka ulaşmasının yolu kesiliyor. Bu ne kadar sanatla barışık bir iyilik meleği görüntüsünde olsa da kapitalizmin yalnız ve yalnız kâr odaklı, başka hiçbir şeyi önemsemeyen, politik güce sanatı alet eden bir canavar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Küresel kapitalist kültür sanat pazarı için seri üretim yapan sanatçının estetikle, nesnel gerçeklikle, gerçekçilikle, sanatsal işçilikle, estetiksel kültürle ve sanatsal hazla, hayatla bağları kopmakta, pazar-kâr ilişkisi çarkında pazarın önemli bir dişlisi haline gelmektedir.

Sanat, ambalaj ve reklamatik çöplük  çağında insanın ihmal edilebilir sayıldığı yalan, reklam ve abartılarla şişirilmiş durumdadır. Örneğin şimdilerde hemen her kitapçıda göreceğiniz çok satanlar arasında sarsılmaz bir tahta oturmuş gibi görünen diz üstü edebiyatı ürünleri tipik bir kapitalist düzenin içinde, ne olup bittiğinden habersiz bireyciliğinde boğulmuş karakterle insanları zehirliyor. Sol görüşe sahip olduğunu iddia eden düşünce dergilerinde bile felsefi bir sefillik kendini popüler kültürün havailiğine bırakmış bir tavır var. Her alanda olduğu gibi sanatta ve edebiyattaki bu çürüme artık kendine dahi yabancılaşmış sahte bireylerde en ufak rahatsızlık yaratmıyor ve salt hazzın peşinde olduğu sürece de böyle devam edeceğe benziyor. Lümpenleşerek bilinçsizleşen ve toplumsallıktan uzaklaşan ilişkiler barındırıyor yeni dönem eserleri. Asıl lümpenleşmenin kaynağını edebiyatta değil maddi hayatın kendisinde ve gelişiminin son aşamasına çoktan dayanmış bulunan kapitalist düzenin bireyi her geçen gün ilkelleştirmesinde yatıyor.

Her Alanda Yozlaşma

Sektörleşme sadece sanat alanında değil, eğitim alanında da görülür. Artık eğitim bir diploma avcılığı ve o diplomaları paraya dönüştürme işidir. Bu üretim tarzı sonucunda oluşan yapı, kazan, çalış, tüket, itaat et diye sürekli kulağımıza fısıldamaktadır. Elbette her dönem olduğu gibi, o dönemin üretim tarzı, dinleri de şekillendirmektedir. Tam olarak din diye adlandıramayacağımız ama fonksiyon olarak din görevi gören newage akımlar türemiştir. Bunların çeşitleri çoktur ve genel olarak paranın, başarının, gücün nasıl pozitif düşünceyle, enerjiler göndermeyle elde edilebileceğini vaat etmektedir. Bu yeni dinlerimiz parayı, başarıyı ve gücü vaat ederler çünkü burjuva toplumunun değerleri bunlardır. Sisteme uyumlu ve sorgulamadan itaat etmeye ve tüketmeye programlanmış beyinler okulda, ailede, sokakta, dersanelerde melankoli ve sonsuz mutsuzluk içinde antidepresanlarla can çekişmekte. Yalnız ve mutsuz bireyler çareyi kişisel gelişim ve olumlu düşünce yapıtlarında arıyor.Son dönemlerde spiritüalizmin canlandığını ve yaygınlaştığı söylemek de gerekir.Mistik bir havayla bilimsellikten uzak insanlar bağdaş kurup öylece düşünce gücüyle (!) hayatlarını yoluna koymaya çalışıyor. Bilgisayar oyunlarının ve FRP oyunlarının özellikle ergenlik dönemindeki genç bireyler tarafından bir yaşam tarzı haline getirildiğini de izliyoruz. Her an takipte olduğumuz sosyal medyanın atomize ve pasif bireyler yarattığı da üzeri örtülemez bir gerçektir.

Tüketim alışkanlıklarının tekellerin çıkarları doğrultusunda hızla değiştirilmesi, bilimin ve teknolojinin kültürü alabora etmesi insanların savrulmalarına neden olmaktadır. Maddi kültürün manevi kültürün önüne geçmesi, insanın manevi değerlerinin içini boşaltmış, duyguları yok eden bir silaha dönüşmüştür. İnsan kendinden uzaklaşmaya başlamış, kendi oto kontrolünü kaybetmiştir. Kontrol artık tekellerin ve kapitalist düzenin elindedir. Bu yeniçağda teknolojinin insana sunduğu rahatlık ve olanakların insanı özgürleştirdiği savunulsa da birey bu maddelere nesnelere daha bağımlı hale geliyor ve birey kendini gerçekleştirebilme amacından uzaklaşarak kendine ve topluma yabancılaşıyor. Tüm bunlara yabancılaşırken doğadan da uzaklaşıyor.Doğa ve tarihi eserler rant uğruna katlediliyor, özellikle Türkiye gibi, yarı-sömürge, kapitalist olmaya çalışan ülkelerde bu süreç daha vahşice işliyor. İş gücü her an sömürülen, ucube toki dairelerine sıkıştırılmış işçi sınıfı; ev, araba ve düzende biraz daha iyi yer edinebilme hayallerine kapılmış, kafasını kaldıramaz hale gelmiştir.Tüketim alışkanlıklarının tekellerin çıkarları doğrultusunda hızla değiştirilmesi, bilimin ve teknolojinin kültürü alabora etmesi insanların savrulmalarına neden olmaktadır. Maddi kültürün manevi kültürün önüne geçmesi, insanın manevi değerlerinin içini boşaltmış, duyguları yok eden bir silaha dönüşmüştür. İnsan kendinden uzaklaşmaya başlamış, kendi oto kontrolünü kaybetmiştir. Kontrol artık tekellerin ve kapitalist düzenin elindedir.Bu yeniçağda teknolojinin insana sunduğu rahatlık ve olanakların insanı özgürleştirdiği savunulsa da birey bu maddelere nesnelere daha bağımlı hale geliyor ve birey kendini gerçekleştirebilme amacından uzaklaşarak kendine ve topluma yabancılaşıyor.

Ne Yapmalı?

Bireyin oluşumunda birçok faktör vardır ve üretim tarzı gördüğümüz gibi en önemli faktördür. Elbette, burjuva tarzı üretim, tarihsel süreçte zorunlu bir toplumsal formasyondur ve her ne kadar insanlığın içini boşaltıp, her türlü değeri yok etse de, kapitalistlerin arasındaki rekabet, bilimsel ve sanayi alanında gelişmelere sebep olmuştur. Artık burjuva üretim biçimi, dünya savaşlarına sebep olmaya başlamıştır. İnsanların aklını kaybetmesinin açık sorumlusudur ve burjuva toplumunun çelişkileri git gide derinleşmektedir. Tarihsel süreçte her gerici, insanlığın gelişiminin önüne geçen üretim ilişkisi yerini başka bir üretim ilişkisine bırakmak zorundadır.

Bundan sonra ne olduğumuzu değil de neler yapmamız gerektiği kısmına gelmemiz gerekiyor. Düzen akılsız, baskıcı ve bizi ezdiği ölçüde akılsızlığa da, otoriteye de tahammülümüz kalmıyor. Kapitalist düzen aynı zamanda sermayesiyle, şirketleriyle, devletiyle, ideolojisiyle ve bunlara biat eden aptallaştırılmış insan kitleleriyle, tüm iç çelişkilerine rağmen örgütlü ve biz bunun karşısında nitelikli, isyankâr ama hedeflerimizi ortaklaştıramayan milyonlarca yalnız bireyiz. Tam olarak düşmanın bizi yere serdiği zayıf noktamız da burası. Eğer ezilip yaşamlarımızın kontrolünü tamamen yitirmek istemiyorsak, ideolojisi gereği bize özgürlük tanımayacak olan düşmana sadece direnmemiz değil, onu ezmemiz ve diz çöktürmemiz gerekiyor. Kuşağımızın ruhunu kemiren amaç ve anlam yoksunluğundan bir an evvel kurtulup özel mülkiyet denilen deli gömleğinden hemen, şimdi kurtulmak gerekiyor. Elbette bunu tek başına yapamayacağız. Hayat bilgisayar oyunu gibi değil, save edip deneyemeyiz, konsola girip god mode açamayız. Gerçek bir toplumsal mücadeleyi, gerçek bireyler olarak, örgütlü bir düşmana karşı yürütmek zorundayız. Burjuva sınıfı da  gericiliği de süslü hikayeler uyduran kalabalık iktisatçı ve felsefecilerine rağmen bilinçli kitlelerce tarihin çamurlu sayfalarına gömülüp yok olacaktır.

(1)Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

(2), (3),(5)Marx- Engels, Komünist Manifesto

(4)Marx,Kapital(1.cilt)

(6) akt. Pınar Öğünç, Radikal , 6 Nisan 2012

Efe Niğdelioğlu
Hatice Hazır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir